Açlıkla Kırmak
Öykü

Açlıkla Kırmak

Mustafa Ünver

-Holodomor Kırımı’nda açlıkla yok edilmiş sekiz milyon Ukraynalı biçare anısına-

 

1933’ün buz kesen şubat günlerinden biriydi. Soğuk ne kelime, Harkov’un yaşadığı dondurucu ve keskin havayı anlatmak için soğuk kelimesi bile sıcak kalıyordu. İvan, günlerden ne gün olduğunu bilemeyecek kadar aç, yorgun ve bitkindi. Kusmamak için caddeyi hızlı adımlarla kat ediyordu. Normal zamanlarda şehrin en işlek caddelerinden biriydi burası. İğne atsan yere düşmez cinsten bir canlılığa sahip olurdu her zaman. Ama şimdi ortalıkta ölülerden, insan cesetlerinden başka kimse yoktu. Devlet açlıktan ölen insanların cesetlerini kaldırmaya, onları açtığı toplu mezarlara gömmeye dahi yetişemiyordu. Ya da bu felaket tüm SSCB halklarına ibret olsun diye bilerek ağırdan alınıyordu. Sevgili karısıyla birlikte günlerdir ağzına sudan başka hiçbir şey koymamıştı. Eşinin sararmış ekin tarlalarının rüzgâr önünde dansını hatırlatan ipek saçlarına acıyla bakarken doyamıyor; vadettiği güzel günleri ona bir türlü sunamadığı için kendini suçluyor, çıkışı olmayan bir iç daralması yaşıyordu. Duyduğu utanç nedeniyle, günden güne gözünün önünde eriyen karısının minik yüzüne ancak onun fark edemeyeceği zamanlarda uzun uzun bakabiliyordu. Oysa ne yapabilirdi, elinden ne gelebilirdi ki zavallı İvan’ın?

 

Olabildiğince hızla geçmek istiyordu caddelerden. Etraf cesetlerle doluydu, buralarda tek başına olmaktan korkuyordu. Her yerde vığır vığır insan ölüleri, dayanılmaz bir trajedinin tablosuna modellik ediyorlardı. Yaşananlar gerçek olamazdı, sanki şehrin üstüne sebebi bilinmez, onulmaz veba gibi bir felaket çökmüştü. Salgın herkesi hamam böcekleri gibi öldürerek evlere, bahçelere, kaldırımlara, yollara fırlatıp atmıştı.

 

Annesini, babasını, iki erkek kardeşini, zavallı küçük kız kardeşini, sevgili karısı Galina’nın tüm ailesini kurban vermişlerdi bu uğursuz kırıma. İvan’ın yüreği artık ceset görmeye tahammül edemiyordu. Bir kez daha bakarsa onlara, halsiz bedeninin, iyiden iyiye tükenmiş ruhunun artık dayanamayarak olduğu yere yığılıp kalacağından emindi. Boş midesi bulanıyor, kusmamak için kendini zor tutuyordu; kusarsa da ağzından çıkan, ciğerlerinden kopup gelen kanlı et parçalarından başka bir şey olmayacaktı.

 

Çenesini yukarı kaldırıp sadece önüne, ileriye bakarak yürümesine rağmen yolun sağ tarafında uzanmış yeni bir kadın cesedi fark etti. Bir saat önce giderken cesedin orada olmadığından emindi oysa.

 

İnsan ve ileriye bakmak birbirine ne kadar yakın ne kadar uzak, ne kadar kolay ne kadar zor kutuplar. İleriye bakmaya ne kadar azmetseniz de çevrenizdeki bir şeyler hep paçanızdan çekerek size dünyanın kaç bucak olduğunu öğretecektir işte. “Ah acımasız Stalin, şu yaptığın mezalime bir bak!” haykırışları zihninin duvarlarında çarptı ve geri döndü sözsüz ve sessiz.

 

Az ötede, bu kez kaldırımda bir erkek çocuk cesedi yatıyordu. Zavallı yavrucak nasıl da telef olmuş açlıktan. Yarım açık minik eli bordür taşından yola doğru sarkmış. Oysa o minik el, ağustos ayının pırıl pırıl güneşli bir pazar gününde ailesiyle birlikte mutlu neşeli piknik yapıp eğlenmek üzere Gorki Sentral Parkı’na doğru yol aldıkları portakal renkli minibüsün açık penceresinden mavi gökyüzüne uzanmayı hak ediyordu. Esen tatlı rüzgâr o zavallı çocuğun altın saçlarını arkaya doğru savurmalıydı. Doğanın muhteşem manzarası eşliğinde neşeyle gülümsemeliydi annesine. Tüm masumlara böylesi mutluluklar yaşamak yakışırdı. Fakat zavallı çocuk, zehirlenmiş bir fare ölüsü gibi telef olmuş yatıyordu işte kaldırımların üstünde.

 

Peki ya, yolun karşısında yarımşar metre aralıklarla yatan erkek ve kadın cesetlerine ne demeli? Onlar da yoktu dayısının evine giderken. “Yığınlar telef olmuş, ne önemi var! Yeter ki kızıl orak çekiç sarsılmasın, kimse yoldaş politikalarını tartışmaya ve eleştirmeye cüret etmesin, partinin emirleri sorgulanmasın, rejim bir an dahi hafife alınmasın. Cüret edilecek olursa da yol bellidir değil mi? Kızıl devletin demir yumruğu kitleleri işte böyle karınca gibi ezer… Tarihin tozlu sayfaları arasında çürüyen ve sadece zulümleriyle anılan nice diktatörler gibi senin sonun da farklı olmayacak ki!” sözleri hınçla tekrarlandı zihninin o kabuk bağlamış bentlerinde yine sessiz, yine sözsüz.

 

Dayısından zar zor aldığı yarım kilo civarındaki buğday tanelerini üzerine döktükten sonra dört bir yanından sıkıca bağladığı eskimiş çaput parçasından çıkını, her tarafı iplik iplik dökülen paltosunun iç cebine sıkıştırdı iyice. Yokluk ve afet kelimelerle anlatılacak gibi değildi ve zavallı insanları sefalet her yandan acımasızca vurmuş, hayatın her anını damgalamıştı.

 

Varlık da yokluk da bölünmez bir bütündü buralarda. Yeter ki bir felaket sökün etmeye görsün, siyah ve gri tonlu tüm ağır belalar toplu emir almışçasına üst üste yağar dururdu zavallı insancıkların üstüne.

 

İvan olabildiğince hızlı adımlarla yürümeye çalışıyor, bir yandan da buğday çıkınını, cebindeki iri deliklerden düşmüş mü diye, sağ eliyle arada bir yokluyordu. Birazını suda yumuşatıp hemen yiyecekleri buğday tanelerini, Galya’sına bir an önce yetiştirmek için acele ediyordu. Artanını da birkaç hafta yetirmeye çalışırlardı. Kendisi de çok aç ve bitkin olmasına rağmen karısından önce buğdaylardan bir tanecik de olsa yememişti, yemeyecekti.

 

“Daha fazla verebilmeyi çok isterdim evladım ama görüyorsun bizde de yok,” demişti dayısı ağlamaklı zayıf sesiyle. Yengesi, bu kadarına da izin vermeyen homurtulu bakışlarla süzüyordu dayısını. Yüzündeki öfkeli ifadeden “İvan gittikten sonra sana bunun hesabını sorarım yaşlı bunak,” okunuyordu. İvan kızamıyordu yengesine. Kıtlık ve felaket günlerinde herkes aynıydı. Soylu davranışlar sergilemek çoğu zaman mümkün olamıyordu. Önce can, sonra diğerleri hesabı işte. Ne yapsındı kadın? Yokluk fena bir şeydi işte, bir anda insanların ahlaklarını da değiştiriyor, bozuyordu. Düşkünler bencil oluyorlar, olmak zorunda kalıyorlardı, çaresiz zavallılar. “Bu yokluk da değil üstelik, büsbütün açlıktan diri diri kırmak” diye haykırıyordu İvan, mahcup ve çaresiz bakışlarının ardında.

 

Bol yağmurlu, taşı eksen bitecek bereketli topraklarda bu kıtlığın yaşanması akıl alır şey değildi. Politbüro Ukrayna halkını yok etmeyi vicdansız kafasına koymuştu işte bir kere. Talihsiz Ukrayna ve zavallı halkı. Çaresiz insanların çoğunun bu yok etme politikasını hak edecek ne bir etkileri ne bir kabahatleri olmuştu oysa. Sekiz, on büyük çiftlik derebeyinin Stalin devletinin kolhoz sovhoz planlamasına katılmak istememesi, üretimlerine kişisel olarak devam etmek istemesiydi asıl sebep. Ama devletin demir yumruğu tüm Ukrayna üzerine balyoz gibi inmişti işte. Çiftliklerin, evlerin ambarlarındaki, zulalardaki bütün hububata el konulmuştu. Tohumluk olarak ayırılan çuvallar bile trenlere yüklenerek götürülmüştü Moskova’ya. Ardından şehirlerarası seyahatlerin yasaklanması, intikallerin ancak valilik iznine tabi kılınması, şehri izinsiz terk edenlerin yakalandıkları yerde derhal vurulması emri, zavallı Ukrayna halkını içinden çıkılmaz bir kıskaca hapsetmiş, adeta karanlık ve uğursuz kör bir kuyuya tıkmıştı. Bu sefil şartlarda ne kadar yaşayabilir, bu eziyete ne kadar dayanabilirlerdi ki? Yaşayamıyorlar, dayanamıyorlardı işte.

 

Nefret, öfke, çaresizlik ve açlıktan soğuyan, ardından giderek kararan kalbiyle İvan, sadece teşekkür edebilmişti Petrov Dayı’ya ve yengesine. Hemen ayrıldı oradan. Evine doğru atabildiğince uzun ve seri adımlarla sokakları, caddeleri aşmalıydı. Bir an önce yetişmeliydi Galya’sına. Bir iki kaşık buğday tanesi akıtmalılardı boğazlarından bir bardak suyla. Yoksa çok geç olabilirdi. Galya’sının daha yirmi yaşında sararan o güzel yüzü, fersiz çipil gözleri ebediyen solabilir, kapanabilirdi dünyaya doymadan.

 

Karmaşık zihinsel gelgitler yaşayan İvan, karşı kaldırımdan kendisine doğru sert adımlarla yürüyen iki adamı son anda fark etti. Acımasız bakışlarıyla izbandut yapılı adamlar tam karşısında durup soğuk bir duvar gibi dikildiler: “Hey sen! Ne saklıyorsun cebinde öyle… Ver bakalım bize,” diye bağırdılar.

 

Önce “Bir şey yok bende,” diye kekeledi. Sonra “Çok açım, merhamet edin bana” diye inledi.

 

“Göster bakalım, neden bir elin paltonun içinde kalakalmış öyleyse, dur bir bakalım, ne varmış burada,” dediler. Karşı geldi, direndi; teslim olamazdı, onlara buğdayları veremezdi, Galya’sına yetişmek zorundaydı. Yediği iki sert yumruk bir anda gözlerinin üstünde gümledi, neye uğradığını anlamadan yere yığıldı. Yüzü, gözü kanlar içindeydi. “Lütfen onu almayın, eşim de çok aç, yoksa ölecek,” diye yalvardı yakardı ama boşunaydı. “Herkes aç, herkes açlıktan ölüyor görmüyor musun?” diye bağırarak, cebinden çektikleri buğday çıkınını alıp gittiler. Ağlayarak biraz süründü kaldırımda. Yalpalayarak ayağa zar zor kalktı. Düşe kalka sokakları geçmeye çalışıyordu. Bir yandan yüzünden akan kanlar kaldırımlara damlıyor, bir yandan ayağı yerde yatan cesetlere takılarak sendeliyordu.

 

Uzaktan gördü, evlerinin kapısı açıktı. Zorlukla aralayabildiği gözünü cımbız hâle getirdiği iki parmağıyla kaşından tutup kaldırdı, bir daha baktı. Galya’sı nereye gitmiş olabilirdi ki acaba? Sokağa açılan geçitte karlar üzerinde upuzun yattığını gördü bir anda. Altın saçları rüzgâr altında hep hayalindeki gibi görünüyor, hasadı yaklaşmış bir ekin tarlası gibi ifildiyordu. “Galyam, Galoçkam, Galinam” diye inleyerek morarmaya başlamış elini tuttu, “Beni buralarda sensiz bırakıp gitme sevgilim” sözlerini belli belirsiz mırıldanarak yanına yığıldı.