Ağabey
Söyleşi

Ağabey

İlay Bilgili

Kendisi de bir göçmen olan yazar Mahir Güven, Fransızca yazdığı ilk romanı Ağabey ile Fransa’da Prix Goncourt du Premier Roman, Prix Régine-Deforges, Prix Première gibi prestijli ödüller kazandı. Çevirmen Ebru Erbaş ise dilimize büyük incelikle çevirdiği Ağabey romanı ile Türkiye’de Institut Français Türkiye Fransızca Çeviri Ödülü’ne layık görüldü.

 

Paris gettolarında büyümüş yarı Fransız yarı Suriyeli iki erkek kardeşi odağına alarak göçmenlik, İslamofobi, aile ilişkileri, korku, veda ve yüzleşme konularını romanına taşıyan Ağabey romanının yazarı sevgili Mahir Güven ile edebiyat, sinema, göçmenlik, din, siyaset, aile gibi konular hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

İ.B. Sf. 37 “Çünkü bir şoför gazlar ve görür. ….sonra bakar anlatacak hikâyeler dolup taşmış.” Kitabın hemen girişinde tanışıyoruz abi ile. Abi karakteri Azad’ın taksi şoförü olarak kurgulanması tesadüf değil elbette. Bir de Fransa’da Über şoförlüğü ya da VTC araçları diye başlı başına bir kategori var sanıyorum. Bunlarla da ilişkilendirerek bu mesleğin göçmen bir bireyin topluma entegre olmasındaki yeri ve önemi nedir? Arka koltuktaki onlarca insan, hayat, sohbet, hikâye derken mi abi, kardeşi gibi öfkesine yenilmemiş?

 

M.G. Evet, evet. Çünkü istemeden görüyor, nasıl bir doktor konuşur ya o da aslında taksiye binip kendini boşaltan insanlarla muhatap oluyor. Çoğu insanın toplumun genelini dinleme şansı yok. Öğretmenlerde var, doktorlarda var, şoförlerde var… Psikolog derler ama herkes psikoloğa gitmez, poliste olmaz mesela çünkü polis herkesle iletişim kurmaz maalesef. O karakterin bu yönü benim için enteresandır. Ben bilerek karakteri şoför yaptım çünkü o yıllarda banliyölerden çıkan çocuklar Über şoförü olarak Paris’e gelmeye başladılar. Ki önceden gelenler de bir lokantada çalışıp sonra çıkıp geri evlerine dönüyorlardı ama şoförler Paris’in her yerine gidebiliyorlardı. Bu da onlara farklı bir deneyim sundu.

 

İ.B: Çok fazla etnik kimlikte insan da tanıyorlar haliyle…

 

M.G: Ki ben onlardan duyuyordum, nasıl yerler varmış meğer, böyle yerler olduğundan haberimiz bile yoktu dediklerini. Bunu duyup tepki vermek lazım tabii. Mesela ben şimdi editörlük yapıyorum, bu editörlük işinde beş yıl hapishanede yatmış bir çocuğun kitabını yayımladık. Kardeşi bir mahalle kavgasında öldü, o da öç almak için karşı tarafa zarar vermek isteyince beş yıl hapis yattı. Kitapta hikâyesini ve hapishaneyi anlattı, ben de kitabı yayımladım. Gayet de güzel yazmış bu arada hatta Türkiye’de, Fransa’da hapishaneler bu şekilde diye yayımlasak beğenilir bile… Çocuk uzak bir banliyöde yaşıyor, uzak dediğim Gebze gibi bir yerde… Bizim yayınevinin olduğu sokağa geliyor ve bana, “35 yaşındayım ama böyle bir yer olduğunu bilmiyordum,” dedi. “Oysa gelebilirdim ama haberim olmadı.” Onları görmek, duymak lazım. Bir yazar bunları görebilmeli bence.

 

İ.B. Yazar olmanın, yazmanın en önemli dinamiklerinden biridir bu söylediğin bence…

 

M.G: Ki atlıyorum belki başka konuya ama Ağabey’de çok politik bir roman yapmak istedim mesela.

 

İ.B: Hayat politiktir zaten.

 

M.G: Hayat politiktir ama klasik Fransız edebiyatında herkesi anlatırdın yani. Germinal’de madencileri anlatıyordun mesela. Ki ben öyle bir gözden anlatmak istedim, o çocukların gözünden anlatmak istedim. Hatta benim içimde de vardı bir duygu, kin diyemem, bir Türk gazetesi kin yazdı ama kin değil, ne bileyim acı gibi, çıkmayan bir sancı gibi bir şey. Bunu anlatmam gerekiyordu.

 

İ.B. Kardeşin ciddi bir var olma sorunu var. Abisi gibi değil. Kardeş, insanlara birinci elden yardımcı olma imkânı sağlayan hemşirelik ile de yetinemiyor. Biri olmak istiyor. Dışlanmışlık, haksızlığa uğrama, köklerinin dayandığı yerde süregelen savaş derken Suriye’ye gitmek ve varlığına bir anlam katmak, dünyayı kurtarmak istiyor. Aynı aileden gelmiş, aynı sorunlarla büyümüş, hatta aynı cinsiyette bu iki kardeşin hayata bakışları neden bu kadar farklı?

 

Ben de işte bazı ailelere bakıyordum, söylenir ya işte bu ailenin delisi, asisi gibi. Herhalde insanın kişiliğine de bağlı. Şimdi düşündüğüm şu, bazen özel insanlar var, özel bir kişiliği var, toplum o kişiliğe yer vermiyor mesela ki bunu çok gördüm. Mesela bizim jenerasyonda sanata başlayınca rap müziğe yönelim oluyordu. Öbür taraflarda kapılar sana kapalıydı. Benim edebiyata girmem şimdi normal görünüyor ama ilk başta kimse bana kapıyı açmıyordu. Ben sanki kapıyı zorla kırıp girdim gibi. Kırdıktan, ödül aldıktan sonra dışarıdan bakınca normaldi, olurdu diyorlar ama öyle değil. Az önce sen söyledin işte, hayat politiktir, politik yönü var hayatın arada böyle kapı kırmak gerekiyor. Babamın, annemin ailelerini anlatıyorum mesela. Birisi gayrimenkul işinde, teyzem ev hanımı olurken annem de Fransa’da ilticacı oldu. Onu anlatmaya çalıştım.

 

İ.B. Aynı aileden çocuklar senin ailende de farklı hayatlara yönelmişler yani. Bunda insanların bireysel farklılıkları da yatıyor diyorsun, kişilik özellikleri de buna sebep oluyor.

 

M.G. Annem, teyzem, dayım… Üçü de babalarını kaybetti ama teyzem bir yaşında, dayım üç yaşında, annem beş yaşındaydı. O bile insanın kişiliğine etki ediyor.

 

İ.B. Bu gerçekten güzel bir tespit.

 

M.G. Bunu anlamaya çalıştım. Tabii kendilerine sorsan aslında kendilerine sormak roman yazmaktan daha enteresan ama ben anlattıklarını nasıl yorumlayacağım mesela, yorumladıklarımı beğenmeyecekler veya ne anlatacaklar. Tabii orada yazara da okura da kurgu roman yardım ediyor.

 

İ.B. SF. 42 “Charlie Hebdo ve 13 Kasım saldırılarından sonra bilhassa terörizm olaylarından çağrılıyoruz.” Kitaptan bir cümle…

 

Bu olaylardan önce özellikle Müslüman göçmenler ötekiydi. Saldırılardan sonra ötekinin de ötekisi oldular. Bu tabii benim düşüncem. Fransa, 2. Dünya savaşı sonrasından itibaren önce ucuz ve sahipsiz iş gücü için ülkelerine mülteci taşıdı. Süre gelen yıllarda bu insanların çocukları, torunları için şehir dışına inşa ettikleri yüksek katlı dev binalardan oluşan gettolarda sürekli ve kararlı bir dışlanmaya maruz bıraktıkları bu göçmenleri, bir kambur olarak gördüklerini gerek edebiyattan, gerek sinemadan en önemlisi de ülkede düzenli olarak yaşanan saldırı, isyan vb olaylardan biliyoruz. Bu saldırılardan sonra ülkede oluşan “İslamofobi” Fransa’nın bu tutumunu meşrulaştırmak için parlattığı bir kavrama dönüşmüş gibi duruyor. Ne dersin?

 

M.G. Ben bunu şöyle anlatıyorum. Şu an Fransa’da kadınlara da, yabancılara, Müslümanlara da bakarsan aynı… Toplumun yüzde yetmişi sessiz kalıyor. Geri kalan kısmı sesli, bağırıyor. Fransa’da bunun için gürültünün kanunu gibi bir anlama gelen bir tabir kullanıyoruz. Tabii dışardan bakınca Fransa’da bu gürültüyü yapanlar toplumu yönlendiriyor deniliyor. Demek istediğim Fransa’da şu değişti, biz küçükken yabancıydık, yabancıydık dediğim yabancılık son kimlikti. Gurbetçi çocuğuydun, ilticacı çocuğuydun gibi. Ya adalardaki Fransızlardandın, sömürülmüş demiyorum çünkü onlar sömürülmemiş, eskiden köle olarak götürülmüşler. Yabancıydık. Kötü Fransız. Tabii bu söylenmiyor ama Fransa’da iyi Fransız lafı vardır. İyi Fransız gibi yaptın denir mesela… Son yıllarda ne oldu, sanki Amerika’daki siyahiler gibi olmaya, görülmeye başladık. Yani bir taraftan bana bakarsan ilticacı bir ailede büyüdüm, bir politik eğitim verildi, anneannem vardı evde, Türkiye ile bağımız kopmadı. Öbür çocuklara bakarsan onların bağları kopuyor tabii. Anne baba iyi Fransızca bilmiyor, çocuklar da anne baba dilini bilmiyor. Kendi dili demiyorum çünkü kendi dili ne demek? Ben aile dili diyorum. Arada kopukluk oluyor. Bu kopukluğu benim babam ve kardeşim de Kürt dili ile yaşamıştır. Fransa da işte bunlar Müslüman demeye başladı. Aynı anda zaten bu insanlarda da bir dine dönme başladı.  Yani ben bunu 2002’de fark etmeye başladım daha lise 2’deydim. İlk başta ağır bir dönüş değildi. Dönüş demeyelim de daha doğrusu gidiş diyelim. Anneannemin başörtüsü takması, oruç tutması ama kimseye karışmaması gibi kültürel bir dinden böyle daha politik bir hale dönüştü. Şimdi deniliyor ki bu Fransa’da ve Avrupa’da dört, beş yıl önce başladı. Bir taraftan böyle bir gidiş oldu, bir taraftan karşı taraftan bir tepki gelmeye başladı. Yabancıları sevmemek zaten vardı sanki onu ispat etmek için yeni bir şey bulundu. O da İslamafobi oldu.

 

İ.B: Yani bu azınlıktaki dine gidiş de dediğin gibi Fransa’nın işine yaradı gibi geliyor bana. Fransa’daki saldırılara ve politikacıların olaylara bakış açılarına bakınca bunu söyleyebiliriz.

 

M.G: Amerika’dan yeni bakışlar oldu mesela, biz onları üniversitedeyken okuyorduk. Neo liberaller, medeniyetler savaşı işte. Sanki o yavaş yavaş aktı böyle, bu görüş bazı insanların da işine geliyordu tabii ama o görüş de kimseyi bir yere götürmüyor işte. Bir yere varamadık.

 

İ.B. Babanı çok küçük yaşta kaybettin. Baba eksikliği nedir? Başka bir ülkede büyürken daha mı zordur mesela? Dikkatimi çekti de kitapta bir baba karakteri olmasına rağmen babasızlıktan bahsediyorsun.

 

M.G. E tabii bir taraftan kayıp var, hep bir sanki yanında olan bir kayıp var, hem yanında hem kayıp. Aynı zamanda işte Fransa’da bizim ailemiz de yoktu; işte amcan, dayın yoktu. Öte yandan şimdi düşündüğümde bir taraftan bu bize büyük bir serbestlik de verdi. Yani başka ailelere bakıyorum annemin büyük bir özgürlüğü oldu. Babam olsa belki o kadar özgür olmazdı. Ne bileyim belki Türk toplumunun bir kadından beklediğine doğru yürürdü yavaş yavaş. Daha küçük bir özgürlüğe sahip olurdu. Bu özgürlük hepimizi etkiledi.

 

İ.B. Kayıpların götürüleri gibi getirileri de oluyor diyorsun.

 

Annen kitabını okudu mu, okuduysa ne yorum yaptı?

 

M.G. Okudu, bizim hikâyemiz gibi şeyler söyledi. Gerçi sen bilirsin, yakınlar farklı okuyorlar. Annem zaten çok edebiyat okumazdı, kitap okur ama politik kitaplar okur. Ben de edebiyattan keyif alırım. Annem sabahtan akşama kadar gazete okur. Eski nesil gazete okuyan bir nesil.

 

İ.B. Annen politik duruşu olan bir kadın. Peki senin adın Mahir Çayan’dan mı geliyor?

M.G. Evet, evet. Mahir Çayan’dan. Biliyorum Mahir Çayan’ı.

İ.B. Yazarken oto sansür uyguladın mı? Bunları yazmayayım dediğin oldu mu?

M.G. Bu kitapta yapmadım. Zaten kendilerini tanıyamazlardı. Bir şey deselerdi de sen değilsin ki derdim.

İ.B. Bir yazarın o özgürlüğü hissetmesi önemli diye düşünüyorum.

M.G. Tabii, Suriyeli bir aile olması da o sebepten.

 

İ.B: Ama onu yaparız değil mi bazen, ben sanmasınlar, biz sanmasınlar diye “Suriyeli” aile seçeriz mesela ama yine de biraz kendimizi ya da en yakından tanıdıklarımızı anlatmaz mıyız?

 

M.G: Tabii, tabii canım. Ben bilerek yaptım, Türk yapsam bir şeyler diyecekler. Mesela ikinci kitap Türkiye’de çevrilmedi ama Kürt bir aile var içinde… Okuyanlardan burası böyle olmaz diyenler oldu, ben de ben böyle gözlemledim dedim. Şimdi üçüncü kitapta kendi ailemin nasıl Fransız olduğunu yazıyorum, Türkçeye çevrilecek sanırım. İlla ki Türkler böyle değildir diyenler olacaktır ama ben zaten genel adına konuşmuyorum, başbakan değilim, yazdıklarım, yazar olarak benim izlenimlerim. Kitapta da kalınca yazdım zaten, bu bizim hikâyemiz diye belirttim.

 

İ.B. Zihninin bir tarafı oto sansürü düşünüyor illa ki yani…

 

M.G. Hep öyle tabii.

 

İ.B. Sf. 63’de “Diliniz yetmeyince hayat korkunç oluyor, başkalarının sizi anlayabilmesi için iki kat fazla dinlemesi gerekiyor.” demişsiniz. On yıl uyruksuz daha doğrusu kimliksiz yaşamışsınız. Sonra Türk vatandaşı ardından da anneniz üzerinden Fransız vatandaşı olmuşsunuz. Fakat sizin ana diliniz Fransızca diyebiliriz. Bir röportajınızda kendiniz de Fransızca düşünür, Fransızca yazarım diyorsunuz. Fransa’da bir göçmen olarak Fransızca bir kitap yazmakla kalmadınız bu kitapla birçok ödül aldınız. Dil bilmenin gücünden bahseder misiniz biraz? Ya da neden çoğu mülteci ülkenin diline diğerleri kadar hâkim olamıyor?

 

M.G. Benim okul hayatım çok rahattı. Fransa’da not sistemi yirmi üzerinde, on alınca geçiyorsun sınıfı, ben hep geçmeye oynadım. 11 yaşında anladım ki ondan fazla almam yeterli, işte annem diyecek ki yetersiz ama ondan fazla almış, yüksek alsam beklentisi olacak. Ortalama on iki ile devam ettim. Türkiye’de olsam üniversite okuyamazdım sanırım. Sanatı çok seviyorum, sanatta kişiselliğini belirtiyorsun ve orada puanlama yok. Oraya tutunup okudum. Çoğu çocuk birçok sebepten okumuyor.

 

İ.B. Bir getto var. Oradaki gençler dil bilse bile bunu agresif ya da radikal yolda kullanırken sen yazar oluyor ve Fransa’da prestijli ödüller de alıyorsun. Herkes futbol oynardı, ben basketbol oynuyordum, beni basketbol kurtardı demişsin mesela ne demek bu? Diğerlerinden seni ayıran şey ne?

 

M.G. Amcamlar vardı, içimizde bir ışık var gibi şeyler söylerlerdi. O ışık nedir, hep doğruya, güzele, cana, aşka hizmet gerekir gibi bir motto ile büyüdük. Onlar olmasa belki aynı enerji ile siyasete ya da kine kaçardım. Dün mesela öğrenciler Türkiye’deki siyasi durumla ilgili sorular sordular bana. Dedem okula gitmiyordu ama dedemden deyişler, cümleler duyuyordum. O cümleler süzülmüş, orada bir felsefe var. Mesela dedem, bir gül bahçesi varsa bahçıvanı sevmiyorsun diye bahçeye zarar verme, bahçıvan şeytansa gülü bozarsın derdi. Hep aklımdaydı bu. Hep de düşünürüm bunu, bir yere girdiysen tamir edemeyeceksen de bozma. Bunlarla büyümek beni elbette etkiledi. O agresif yapıdan uzaklaştırdı, bakış açımı değiştirdi.

 

İ.B: Kitapla ilgili hemen her incelemede ya da röportajda kitabın dili çok beğenildi ve övüldü. Sen capcanlı banliyö argosunu Fransızcanın da imkânlarını kullanarak bir getto edebiyatına dönüştürmüşsün. Kitabın orijinalinde arkada bir argo sözlüğü var? Kitabına Fransa’da yapılan yorumlardan birisinde Fransız bir yazar şöyle demiş: “İyi ki arkada sözlük vardı!”

 

Bana sorarsan hayattaki her şey gibi bu da politik. Fransız kent insanı gettoya bu denli mi uzak, bazı kelimeleri anlayabilmeleri için sözlüğe ihtiyaç duymaları çok enteresan. Elbette bazı terimleri bilmiyor olabilirler ama burada birkaç terimden fazlası var. Kent ve şehirlinin gettoyu ötekileştirip itmesi sonucu getto da hayattaki en önemli silahlardan olan dil üzerinden kendi jargonunu bir benlik olarak yaratıyor diyebilir miyiz?

 

M.G: Fransa’da zaten bölge bölge konuşma tarzları farklıdır. İkincisi, burjuvazinin bir edebiyat dili vardır, bunu kullanırlar ve o iyi Fransız sayılır. Fransız devrimini bilince Fransız kimliği ile Fransız dilinin ikiz kardeş gibi olmasını da anlarsınız. İyi Fransızca konuşan iyi Fransız sayılır.

 

İ.B. Dil milliyetçilikleri de var.

 

M.G. Kesinlikle. Dil milliyetçiliği zaten var. Banliyö kültürü kendini belli etmek için bir argo yarattı. Bu kaynaklaştı, kültürel oldu. Fransızlar bunu takdir bile ettiler. Bir sınıf yarışı gibi bir şeye dönüştü.

 

İ.B. Sözlük olmasa gerçekten anlamazlardı yani…

 

M.G. Ben aslında o sözlüğü istemedim ama olmasaydı anlamazlardı, evet. Önce dipnot yapalım dedi editör ama onun da yorucu olacağını düşündük. Neredeyse yüz altmış argo sözcük var, editörüm de işini gayet iyi yapan birisi olduğu için sonrasına karışmadım. Sanıyorum o sözlük gerçekten gerekliydi.

 

İ.B. Aynı dili konuşurken bile birbirini anlamayan insanların bir arada yaşaması elbette zordur. Bu açıdan bakınca Fransa’da getto ile yaşanan çatışmalar gayet normal görünüyor.

 

M.G. Argo kültürüne sahip olan normal Fransızcayı bilir ama tersi yok, anladın mı? Üstten biz dünyaya açığız diyorsunuz ama aslında dönüp bakmıyorsunuz. Kitap yayınlanınca kendi aramızda konuştuk, argo, sözlük derken aslında radyoyu açsalardı, birkaç rap şarkı dinleselerdi o dil o şarkılarda vardı. Ama dediğim gibi Fransızlar bunun bir başarı olduğunu kabul etti.

 

Öte yandan Fransa’da yazarlık, kitap, edebiyat çok kutsaldır. Mesela Pantheon diye bir yer var edebiyatın anıtı, kutsal mekânı. 29 kişi var, 25’i yazardır oradakilerin. Paris ya da Nantes’da yaşadığım yerde bir sürü caddenin, sokağın adı hep yazar isimleridir. Benim açımdan argonun kitaplaşması da benim kutsala olan cevabımdı. Biz de varız, bu da var demek gibi bir şeydi.

 

İ.B. Kitabının Türkçesini okudun mu?

 

M.G. On beş, yirmi sayfasını okudum, kendim yazmış gibi hissedip bıraktım. Bir de sen nasılsın bilmem ben kitap çıktıktan sonra okumayı artık sevmiyorum. Fakat okuduğum kadarıyla kendim yazmış gibi hissettim.

 

İ.B. Camideki vaazlardan bahsediyorsun kitapta. Almanya’da da, Fransa’da da banliyölerde imamlar, camiler, vaazların ne denli önemli bir domino taşı olduğunu biliyorum. 2005 yılında Almanya’da, sokak ortasında onu belki en çok seven erkek kardeşi tarafından öldürülen Aynur Sürücü’nün hayatı Sıradan Bir Kadın adıyla filmleştirildi. Ablasını bu denli seven erkek kardeşi, ablasının katili olmaya adım adım götüren en önemli dinamiklerin başında oradaki mahalle camisindeki imamın vaazları geliyordu. Fransa, Almanya gibi göçmen haritasının ve tarihinin birçok ülkeden farklı olduğu ülkelerde din ve caminin göçmenler için önemi, yeri nedir?

 

M.G. Bir kültür sahibi olmak için, ait olmak için bir yere gidiyorlar. Seksenlerde punk kültürü vardı şimdi bu din oldu. Oran veremem ama büyük kısmı inançla ilgili değil kültürel bir refleks olarak yapıyor bunu. Biraz radikalleşen kesim bu camiler ya da böyle ortamlar sayesinde sakinleşti hatta. Bunu da söylemek lazım. Siyasi yanı da var bunun, itilmeye karşı bir tepki. Sesli söylenmese de o beğenilmemeye karşı bir gösteri. Mesela Fransa’daki Türk topluluklarında, “bizimkiler Araplar’a neden takıldı,” diye çok sorulur. 13 Kasım olaylarında ölen üç çocuk da Alevi ailelerden geliyordu, bu o dönem Alevi topluluklarında çok konuşuldu. Hiyerarşik bir yapılanma da oluyor, örneğin Cezayirliler üst oluyor, bir şekilde bir önderliğe dönüşüyor olay, sağdaki soldaki çocukları topluyorlar. Bize de sorsan Cezayirliler kendilerini dışta görseler bile bizlere göre bizden çok daha fazla Fransızlardır. Çoğu 1911’den beri vatandaştır mesela. Belki dört nesildir Fransızca bilirler, dile hâkimdirler, Noel’i, onların kültürünü çok iyi bilirler.

 

İ.B. Patrick Simmons, Fransa’da etnik kimlikler, göçmenlik üzerine derin incelemeler yapmış bir demograf. Simmons’un, buraya gelmeden okuduğum bir röportajında, İslam o kadar uzun zamandır Fransa’da ki artık İslam’ı bir Fransız dini sayabilirsiniz, İslam artık Fransa için dışarıdan bir şey değil, diyor.

 

M.G. Kesinlikle öyle. Mesela Paris’teki ilk cami 1920’lerde yapılmış. İslam, Fransa’da neredeyse 100 yıldır var.

 

İ.B. Sizin anneniz, kız kardeşiniz, aslen Trakyalı olan ve canlı, küfürbaz Türkçesiyle size Türkçe öğreten ninenizle büyüdüğünüzü biliyorum. Bol kadınlı bir evden geliyorsunuz. Kitapta önemli karakterlerin hemen hepsi erkek. Bunun bilinçli yapıldığını da biliyorum. Gettoda anne kutsaldır, dediniz ama başka kadınları, kızları göremezsiniz diyorsunuz. Bana göre getto erkek. Ev gibi, evde genelde en erkek annedir. Bazen özellikle kadınlara babaları değil anneleri müdahale eder. Buradan hareketle futbol, küfür, kadının çok ortada görünmemesiyle getto da erkek gibi… Ne dersin?

 

M.G. Doğru bak bu, hiç böyle düşünmemiştim ama haklısın.

 

İ.B. 2016 yapımı Fransız gettolarında geçen Divine filminde bolca kadın görmemize rağmen bu kadınların da genel olarak maskülen olduğunu ya da maskülen olmak zorunda kaldıklarını söylemek yanlış olmaz.

 

M.G. Evet, evet. Divine’i izledim. Öyle gerçekten.

 

İ.B. Getto erkek midir Mahir Güven? Bu abi kardeş çok kadınlı bir evde büyüselerdi belli ki hayatlarının böyle olmayacağına inanıyorsun. Senin yazar olma yolculuğunda hayatındaki kadınların önemini, kitaptaki karakterlerin kadınların yokluğundan nasıl etkilendiğini özetle biraz kadınları konuşmak isterim.

 

M.G. İşte kitapta bunu anlatmak istedim ben zaten. İlk başlarda kadın sorusu soruldu ama bu soruyu zayıf da buldum o zaman ki soranlar eminim ki üç yıl önce bu soruyu sormazdı.

 

İ.B. Yükselen feminist hareketle mi sordular diyorsun? Stratejik sordular yani…

 

M.G. Kesinlikle… Söylediğin gibi kitaptaki ailede kadın eksikliği vardı ve kadının eksik olduğu yerlerde neler olabileceğini, bu konu üzerine düşünülsün istedim. Gettoda babalar annelerden azdır mesela, hastalık, iş, erken ölürler ama gettoda kadınların daha çok olması da çok şeyi değiştirmez. Yükselen bir feminist hareket var, illa ki değişiyor bir şeyler ama çok zor, çok yavaş.

 

İ.B. Sen kitapta korkuya baktım, insan neden korkar diye düşündüm demişsin. Bana göre de bir aile, kardeşlik, aileye hem sevgi hem nefretle bakılan bir yer, bir ayrılık, bir veda, bir gerçekten büyüme kitabı Ağabey. Ne dersin?

 

M.G. Uzaklaşma, yakınlaşma, aile… Şimdi Fransa’da moda oldu, aile bir şeye yaramaz, önemsizdir gibi bir motto… Benim bir teorim var, aile ilk baştadır, sevmesen bile oradadır. Görüşmesen bile, nefret etsen bile bir ailen vardır. Ağabey bir aile kitabı olduğu gibi ikinci ve üçüncü kitaplarım da aile kitabıdır. Ben aileden hiç kopmam. Aile hikâyelerini de dikkatle dinlerim çünkü orada dünya anlatılır.

 

İ.B. Hayali bir Fransız banliyösünde geçen son dönemin sükse yapan filmlerinden Athena izleyiciye anlattığı da Ağabey kitabında olduğu gibi özellikle erkek kardeşlerden ikisinin yaşadıkları olaylar karşısında farklı tepkiler vermesinden kaynaklanan çatışmaydı. Sen izledin mi Athena’yı?

 

M.G. Evet, izledim ama senaryosu zayıf geldi bana. Hikâyesi teknik olarak zayıf geldi.

 

İ.B. Ben de onu soracaktım. Athena sorunların merkezine girmeyi es geçmesi ya da filmin sonunun biraz sağlamcı olduğu ve bir görsel şölenden öteye geçememesi gibi yönlerle eleştirildi de.  Dolayısıyla, getto, göçmen sorunları bir kurgu eserde sadece bir mizansen olarak kullanılmıştı sanki. Ağabey, sorunlara daha derinlikli bakıyor demek yanlış olmaz. Sen, ben sosyolog ya da politikacı değilim, toplumu düzeltmek benim görevim değil desen de ben buna çok katılmıyorum. Edebiyatın, değindiğin konular ya da eğitime ayrılan bütçe ülkelerin silahlanmasına ayrılanın yarısı bile değilken senin silahın da kalemin. Mahir Güven ya da edebiyat dünyayı değiştirmeyi ne kadar başarabilecek?

 

M.G. Edebiyatla dünyayı değiştirebileceğimize inanmıyorum. Yazıyorum çünkü seviyorum. Dünyayı yorumluyorsun, ufak bir katkım elbette oluyordur ama daha fazlası değil.

 

İ.B. Örneğin, milliyetçi bir Fransız Ağabey’i okuduğunda ne diyor ya da gettodan bir okur için Ağabey ne imkânlar sunuyor? Hiç duydun ya da okudun mu böyle yorumlar?

 

M.G. Okuyan oldu, çok beğendiler. Hatta Yahudi bir adam bana ulaşmıştı. Yahudiler Fransa’da faşist olmaz, faşist olduğunu söylemişti ve ben çok şaşırmıştım. Fakat kitabınızı çok sevdim yazmıştı.

 

İ.B. Peki gettoda okuyanların yorumları ne oldu?

 

M.G. Üç farklı bakış oldu gettoda. İlk grup, bizi ifade ediyorsunuz, bizi anlatmışsınız, ilkokuldan beri ilk kez kitap okuyorum diyenler. Mesela Ağabey, hapishanelerde çok okundu. Çünkü Fransa’da hapishanede kitap okuyanlar için bir program var. Bir dernek var ve seksen hapishane ile çalışıyor, kitap okursan bir hafta ceza indirimi alıyorsun. Ben de o derneğin üyesi ve çalışanıyım. Onlardan da hiç böyle bir kitap okumadık, bizi anlatıyor diye mutlu olduklarını yazdıkları yüzden fazla mektup aldım. Bir tanesi çok küfür olmasından şikâyetçi olmuştu. Çünkü kitap insanlar için kutsaldır Fransa’da. Beyaz yakalılara yalakalık yaptığımı söyleyen oldu ki böyle şeyleri hep duyarsın. Yaşlı olanlarımız gençlerimizden artık entelektüeller çıkmaya başladı dediler, mutlu oldular. Tutucu, dindar kesimden de dini kötü yansıttığımı söyleyenler oldu. Yayıncı ya da editör bakış açısıyla yorumladığımda kitabın her alanda, birçok yerde sansasyon yaratması iyidir.

 

İ.B. Ağabey’in Türkiye’de yayımlanma sürecini anlatır mısın? Sana Can Yayınları mı ulaştı?

M.G. Evet, Can Yayınları Fransa’daki yayınevime ulaştı ve süreç o şekilde başladı.

 

İ.B. İkinci kitabın Masumlar Türkçe’ye çevrilecek mi?

M.G. Masumlar, Rusya savaşı döneminde çıktı ve Fransa’da biraz dönemin kurbanı oldu. Türkçe’ye zaman içinde çevrilir mi birlikte göreceğiz.

 

İ.B. Ağabey, Fransa’da çizgi roman oldu. Tebrik ederim, oldukça güzel görünüyor. Türkçe’de de bir çizgi roman görecek miyiz?

M.G. Evet, küçük bir yayınevinden çıktı. Madagaskar’da ders verdiğim dönemde yolda portreler çizen bir sokak sanatçısı ile karşılaştım. Beni de çizdi sonra sosyal medya üzerinden takipleştik. Birkaç ay sonra kitabımı okuyup bana ulaştı, çizgi romanı olacak mı diye sordu. Mesela çizimleri o yaptı. Pandemi dönemiydi, vaktimiz boldu. İşin enteresan tarafı Gouncort almış olsa bile ben çizgi roman için Fransa’da yayınevi bulamadım. Madagaskar’a yakın küçük bir Fransız adasında butik bir yayınevi bulduk. Türkçe’de de olması için çevirmenim uğraşıyor. Bakalım.

 

İ.B. Senin sinema ve fotoğraf merakın da var yanlış bilmiyorsam. Ağabey bir sinema filmi ya da bir dizi olacak mı çünkü olmaya çok uygun. Var mı böyle projeler ya da teklifler?

M.G. Çok teklifler oldu ama sinema sıkıntılı bir alan. Bolca toplantı, farklı fikirler… Pandemi girdi, zaman aşımına uğradı. Senaryolar içime sinmedi derken şimdilik askıda. Sağlam bir şey gelmedikçe o işe girmem çünkü yeni kitap projelerim var.

 

İ.B. Tüm yazdıkların kendi getto yaşam tecrübelerin değildir diye düşünüyorum. Bunca malzemeyi nereden ve nasıl topladın? Gazetecilik yanın da var. Rap müzik dinledim, bana çok yardımcı oldu demişsin. Buraları kısaca açar mısınız?

M.G. Büyük kardeş karakteri için arkadaşlarımı izledim mesela. Kimi taksi şoförü, kimi kuryeydi, kimi teyp hırsızıydı. Fransa’da öyle bir meslek vardı, herkes bilirdi. Sonra arabalar modernleşti, teypler kalkmaya başlayınca bizim meslek ölecek diyenler oluyordu. Komikti yani. Arabaya zarar vermiyorsun, teybi alıp çıkıyorsun diye anlatıyorlardı. Bunlar hep veriydi. Küçük kardeş için gazetecilik reflekslerimle çok okuma yaptım. Bazı insanlarla irtibat kurdum. Kendi ütopyalarına göç etmiş çocuklardı. Suriye zaten fakirdi, savaştan sonra daha da fakirleşti. Gittikleri yerde şaşkınlığa uğramışlardı, kendi ütopyalarına göç etmişlerdi aslında. Dönenlerin çoğu çocuktu, hapse de giremezlerdi. Bu çocuklarla uğraşmamız lazımdı, onlar için çabalamamız gerekti. Nasıl 2. Dünya Savaşı’ndan sonra uğraştık. O zaman Fransa’da bir buçuk milyondan fazla çocuk anne babasız kalmıştı mesela. Fakat modern dünyada kimse bir şeyle uğraşmak istemiyor fakat bu çocuklar var.

 

İ.B. Son sorumu sorarak bitirmek isterim. Haneke’nin Beyaz Bant filminde “Hangisi daha kötü bilmiyorum, kaybolmanız mı yoksa geri dönmeniz mi,” der. Ağabey’e bakarsak karakterin kaybolması mı, dönmesi mi kötü ne dersin?

M.G. Yazar cevabı gibi olacak ama ikisi de farklı yol, ikisinde de zorluklar var. Dönünce kalanlara yük oluyorsun, kaybolunca da hep soru işaretisin. Her biri ayrı hikâye olur.

 

İ.B. Çok keyifli bir röportajdı, beni kırmayıp geldiğin ve sorularıma samimiyetle cevap verdiğin için çok teşekkür ediyorum.

M.G. Ben teşekkür ederim.