Akraba Düğünü
Öykü

Akraba Düğünü

Neşe Cengiz

Kavganın en civcivli yerinde bayılmışım. Gözümü hastane odasında açtım. Ağzımda kendi kanımın demir tadı, çenemden tut da ayak bileklerime kadar her yerim ağrıyor. Aklıma ilk gelen zavallı Hıncal. Ne durumda acaba? En son gördüğümde damatlığının kolu yırtılmış, bir oraya bir buraya koşturuyordu. Gelinin vaziyet de içler acısıydı, yazık be. Ağlamaktan suratı Çarşamba pazarına dönmüş, yanaklarından aşağı yol yol boya izleri. Yanlış hatırlamıyorsam teyzem baygın, zavallı Müştak enişteyi de sedyeyle götürüyorlardı. Kendimden geçmeden önce son gördüklerim bunlar. Koskoca salonda hangimizi tutup ekip otosuna tıkacağını saniyesinde çözen polisleri de takdirle hatırladım. Az uğraşmadılar doğrusu. Sadece ayılıp bayılan kadınların ayaklarına dolaşması bile başlı başına işkenceydi. Oğlumun suçu yok, kocamı nereye götürüyorsunuz tantanası içinde şıp diye buldular failleri. Yalnız polis mi? Hastanesi var, savcılığı var bu işin. Neredeyse devletin tüm kurumları bizimle uğraşmış olmalı. O patlıcan moru elbiseli ihtiyarı nezarete atmadılarsa bunca dayağı boşa yedik gitti. Anneme de soramıyorum. Başucumdaki sandalyeye oturmuş bu hâlimizde bile vıdı vıdı söyleniyor. “İlk iş takıları saymalı. Karambolden faydalanıp kaç çeyrek tırtıkladılar acaba? Vah Hıncal’ım vah!” Oğlunu hurdahaş etmişler, sen çeyrek derdindesin diye inledim. İlkin gözleri parladı, ayağa kalkıp derin bir şükür çekti. Başımı bile okşadı kendime gelmemin sevinciyle. Baktı ki öldüğüm falan yok, birkaç saniye içinde kaldığı yerden devam. “Sus körolmayasıca! Sen değil misin başımıza bunca işi açan?” Cevap verecek takatim yok. Sussun diye tekrar yumdum gözlerimi.

 

Tamam, ben de kabahatliyim biraz ama hırsızın hiç mi suçu yok? Hem ne diye teslim etti o kutuyu bana, kendi götürseydi bunların hiçbiri olmazdı. Avuç içi kadar süs çantasına sığdıramadı tabii.

 

Şunları tutup birine anlatsam gülüp geçerdi. Sonuçta görülmedik iş değil. Bir de bana sorsalar. Değil gülecek, yattığım yerden doğrulacak dermanım yok. İnternet sayfalarına düştük mü acaba? Kalıbımı basarım kavga görüntülerini paylaşan en az elli kişi vardır. Sedyede Müştak enişte, etrafında sağlık görevlileri, polisler… Kalın harflerle başlık da atar bu insafsızlar. “Düğün karakolda bitti.” Yok yok, “Düğün savaş alanına döndü.” Yeminle savaş gibiydi. Sebep ne? Ray bilezik. Öyle içi dışı dümdüz, sıradan bir bilezikti kıyameti başlatan. İnşallah her tarafta paylaşırlar da o mor elbiseli cadaloz dünya âleme rezil olur. Gerçi hiç zannetmiyorum. Uyanıklar hep böyledir. Dinamitin fitilini ateşle, sonra gizlen kenara seyret. Of, her yerim ayrı sızlıyor…

 

Zavallı Hıncal. Damatlığını giyerken nasıl da heyecanlıydı. Bu Hıncal, öz teyzem olan anasına zerre kadar benzemez. Eniştem gibi pamuk şekeri mizaçlı bir delikanlı kendisi. Annem de teyzem de hiç taraftar değiller ‘o kızla’ evlenmesine. Kuaför dönüşü kaynana topuzunun altında suratları beş karış. Teyzem bir söylüyorsa annem bin. “Vah Hıncal’ım vaah! Beynime ağrılar giriyor abla. Soyumuzu bozduk.” Duyan da soyumuz yedi göbek saraydan geliyor zannedecek. Düğün günü havanın durumuna ne demeli? Bir soğuk vardı ki on dakika dışarıda kalsan buza kesersin. Galiba bütün evren bu izdivaca karşı. Gerçi ben erkek olmanın avantajıyla her düğünde giydiğim siyah takımı üzerime çekmiştim. Ya şu zavallı anacığım? Parlak abiyesinin altında tüyleri diken diken. Tüylerin birazı da sinirden ayaklanmış. Babama göre hava hoş. Gerginlik sezdi mi saniyesinde ortadan kaybolur. “Kaç oğlum kaç, kurtar kendini!” dedikten sonra ne yaptı etti başka otomobile yerleşti. Ben yanımda pimi çekilmiş bombayla konvoya katıldım. Karısını bana zimmetledi nasılsa, yalandan uyarması kolay. Yapacak bir şey yok, toprağımızın huyudur. Olaysız düğüne düğün mü deriz biz?

 

Şehrin ta öbür ucunda tutulan salon tıklım tıklım doldu. Annem teyzemin peşinden gelin odasına dalınca nihayet bir başıma kaldım. Babam çoktan yerini almış. En matrak akrabaların toplandığı masaya kurulmuş güzelce. Artık düğün boyunca kaynatır dururlar. Görüş alanının dışında bir masayı seçtim. Arkadaşlardı, kuzenlerdi takılırız diye hesaplıyorum. Beş dakika geçmeden hiç tanımadığım bir teyze yanımdaki sandalyeye yerleşti. Anında telefonumu çıkardım. Niyetim aramıza teknolojiden kalın bir duvar örmek. Gözlerini kısıp iyice süzdü beni. Hah, şimdi soru yağmuruna tutacak. Pat diye kalksam olmaz. Düğün sahibi sayılırım bugüne bugün. Birine el sallar gibi yapıp masayı terk edecektim ki üşendim. Üzerimde bütün günün yorgunluğu var, üşümüşüm. İki dakika dinleneyim hele. Zaten beklediğim soruların hiçbiri gelmedi. Kucağında sıkı sıkı tuttuğu çantası, o lanet patlıcan moru elbisesiyle sessizce oturdu. Arada eteğinin uçlarını çekiştirip tekrar yapışıyor çantasına. İçinde kesin burma bilezik falan var. Bu defa meraklanan bendim. Oğlan tarafına oturduğuna göre annemin akrabalarından biri olmalıydı. Ya da tanımadığım bir komşumuz. Amaan, kimse kim. Ne güzel oturuyordu sessiz sedasız. Az sonra masaya kuzenler doluştu. Herkes seçtiği sandalyeye kuruldu. Teyzeyle ben bölgenin esas sahipleri olarak birbirimize yaklaştık. Dönüp yüzüme baktı. Oturduğumuzdan bu yana ilk kez gülümsedik. Çantası hâlâ kucağında. Birden cebimdeki kutuyu yokladım. Annem “Al şunu,” demişti evden çıkarken, “takı başlayınca senden isterim.” Demez olsaydı. Keşke babama verseymiş. İçim bir huzursuz oldu, kutuyu çıkarıp bilezik yerinde mi diye bakasım geldi niyeyse.

 

Kuzenlerle hem laflıyor hem etrafı seyredip dalga geçiyoruz. Amaçsızca geziniyormuş gibi yapanların niyeti belli. Başlar havada, podyuma çıkmış manken pozlarıyla salınıyorlar. Elbiseydi, kuafördü, onca masraf. Herkese göstermesinler mi kendilerini? Daha sönük giyinenler masadaki ucuz kurabiyeyle bayat çereze dadanmış. Ortalıkta koşuşturan başıboş veletler. Bildiğin akraba düğünü. Mutlu çiftimizin gelişini haber eden sesin yankısı salonu çınlatınca ayaklandım, anneme doğru yürüdüm. Babam kanını akıtsan dansa kalkmaz. Pistin ortasında ana oğul dönüyoruz. Orgun başındaki şantör notaların canına okuyor. Neyse ki şarkı kısa sürdü, adet yerini bulmuştu işte. Alkışlar eşliğinde takı merasimi ilân edildi. Böylece ilk tantana başlamış oldu.

 

Kız tarafı kuyruğun önünde. Vay sen misin sıranın başına geçen! Sülalenin en hızlı laf sokan kadını annem saniyesinde olaya el koydu. “Takıya kız tarafının başladığı nerede görülmüş? Azıcık yol yordam öğrenseydiniz.” Üstüne, teyzem tam tahmin ettiğim gibi “Müştak, geç bakayım şöyle yanıma!” deyip eniştemi mutlu çiftin önüne itiverdi. Omzunun gerisinden arkada kalan dünürlere bakarken ilk bileziği takmış olmanın gururuyla Hıncal’ı öpüp gelini es geçti. Gergin bir sessizlik oldu hâliyle. Eniştemle babam ortamı yumuşatmak için “Gelin kızımızın makyajı bozulmasın,” diyerek elini sıktılar. Bu sırada annem bana dönüp bakışlarıyla bileziği soruyor. Elimi cebime atmamla başımdan aşağı kaynar sular indi. Kutu yerinde yok! Neyse ki çabuk uyandım. Demin oturduğum masaya can havliyle bir seyirtmişim. O üç adımlık mesafede ömrümden ömür gitti. Kırmızı kadife kutuyu koyduğum yerde görünce derin bir oh çektim. Cebimden çıkarıp baktıktan sonra lafa dalıp nasıl da unutmuştum masanın üzerinde, olacak iş değil. Koşup teslim ettim anneme. Bakışlarıyla neler söylediğini yalnız ikimiz biliyoruz. Kutuyu açtı, sarı sarı parlayan bileziği çıkarmasıyla suratı kâğıt gibi beyaza kesti. Alelacele taktı gelinin bileğine. Beni kolumdan çekiştirip kimsenin duyamayacağı kadar uzağa götürünce anlamını çözemediğim o cümleyi tısladı. “Allah seni bildiği gibi yapsın, bizim bilezik nerede?” Bu da ne demekti şimdi? Nerede olacak, gelinin kolunda dedim saf saf. “Gelinin kolundaymış! Oğlum ray bilezik mi aldık biz? Kutudaki burma bilezik nerede diyorum!” Sus pus oldum karşısında. Etrafı gözden geçirip tekrar bana döndü. “O bileziği bulup getirmeden bu salondan çıkabilecek misin bakalım?” Beni tehditleriyle baş başa bırakıp ablasının yanında aldı soluğu. Eğilip bir şeyler söyledi, teyzemin gözler kocaman açılıverdi.

 

Aldık mı başımıza belayı. Filmi başa sardım, düşünüp durdum. Ne olduysa masada olmuştu. Fakat nasıl? Gidip mevzuyu kuzenlere açmak istedim. Beraber oturuyorduk, bir şey biliyor olabilirlerdi. Anında vazgeçtim. Bizi mi itham ediyor diye düşünürlerse kalpleri kırılır. Geriye çantasına sarılıp oturan moruk kalıyordu. Karşısına dikilip ne diyecektim, orası ayrı. Zaten çoktan kalkmış yerinden. Bu arada takı merasimi bitmiş, pastaya kılıç sallama sırası gelmişti. Az sonra ortada buluşup göbekler atılacak, halaylar çekilecek. Bense karalar bağlıyorum.

 

Annem işi bana bırakıp kenara çekilir mi? Çoktan babamın tepesine dikilmiş. Süt dökmüş kedi gibi yanlarına gittim. Niyetim suçu anneme yıkıp sıyrılmak. Kuyumcuda aldatılmadığı ne malumdu? “Bana bak akılsız,” dedi, “şimdi Allah yarattı demem alırım ayağımın altına!” Hangi bileziği aldığını bilmez miymiş, onca para havaya uçmuş zaten, şu paçoz dünürlere rezil olduğu da cabasıymış. Masadayken bir ara cebimden çıkarmıştım ama deyince gözlerini kıstı. Babama dönüp yumruklarını sıkarak söylendi. “Kalksana, ne oturuyorsun? Kameralar vızır vızır çekiyor her şeyi. Kayıt mayıt baksınlar.” Olan olmuş hanım, o da bilezik bu da. Olay çıkarma dedi ama dinletemedi zavallı. Müştak enişteyle beraber müdüriyete yollandılar. Usulca sıvışacaktım ki annemin sesiyle olduğum yere çakıldım. “Bir yere gidemezsin. Senin hesabın daha duruyor.”

 

Etraftakilere çaktırmadan bekledik. Bu arada iki halay, bir çiftetelli bitti. Annem burma bilezik takamamış olmanın yenikliğiyle delirmiş. Babamla eniştem nihayet göründüler. Fırladık ayağa. “Ne olmuş, öğrenebildiniz mi?” Öğrenmişler. Her şey ayan beyan ortadaymış. Yanımda oturan moruğun nasıl çabucak kutuyu açtığını, içindekini alıp yerine kendi çantasından çıkardığı bileziği koyduğunu hayretler içinde seyretmiş ikisi de. “Kimdi, çabuk göster!” diyerek yakama yapıştı. Başladık kadını aramaya. Nerede mor renk görsem o tarafa atılıyorum. Uzun sürmedi bulmamız. İş kaldı kadını oturduğu masadan ayırıp bir kenara çekmeye. Bu vazifeyi anneme bıraktım.

 

Meğer gelinin akrabalarından biriymiş. Kameraymış, kayıtmış dinlediği yok. “Hem kalkıp düğüne gel, hem hırsız desinler. Vay başıma gelen!” diye kıyameti kopardı. Annemle başladılar ağız dalaşına. Ben daha derdimi anlatamadan etrafımız sarıldı. O vakit öğrendim ki düğün kavgasını kalabalık taraf değil, genç akrabası fazla olan kazanıyor. Kız tarafında yeniçeri ordusu, bizde üç beş kuzen. Yaşını almış, çoluk çocuk sahibi amcalarla dayılar zaten bu işlere bulaşmaz. Kaldık mı mahalle takımı misali ortada? Annem “Hanım bak, aramızda hâlledelim. Sonrası kötü bunun!” diyerek kadına üsteliyor ama cadaloz ne yerinden kalkmaya niyetli ne suçunu üstlenmeye. Sen misin bunu diyen! Etrafımızı saran kalabalık hiddetlendi. Tansiyon gitgide yükseliyor. Kulağına eğilip, bırak dedim vaziyet kötüye gidecek. Düğün bitince sorarsın hesabını. “Çekil sen şöyle,” dedi, “Benimle gelin odasına gelecek. Hayatta bırakmam!” Bu sırada sahne önünde bağrışmalar başladı. Düşman askerleriyle birlikte o yana döndük. Baktık birileri “Yetti arkadaş, davul gümbürtüsü dinlemeye mi geldik buraya?” diye bağıran delikanlıyı susturmaya çalışıyor. Ettiği lâfın ne biçim bir hakaret olduğunun farkında değil. Kaşla göz arasında onlar orada, biz burada girdik birbirimize. Annemle beni çembere alan ekipten birkaç kişi o tarafa koştu. Kadınların çığlığı, çocuk ağlamaları, havada uçan sandalyeler, ortalık savaş alanı. Hıncal gelin masasından kalkıp müdahale etmek için koşturunca eniştem de oğlunun peşinden girdi kalabalığın içine. Garibim, aklı sıra dur sus diyerek kavgaya son vereceğini zannediyor. Annem başladığı işi bitirecek, kararlı. Henüz kafam gözüm dağılmamışken kolundan çektim. Gel dedim, kamera kaydı var nasılsa. Düğünden sonra karakola gider şikâyet ederiz. “Akılsız akılsız konuşup tepemi attırma!” dedi. “O kadar bileziğin içinde kime ispat edeceksin ki bu bizimdi?” Ya buradayken çözülürmüş ya da üstüne bir bardak soğuk su içermişiz.

 

Sonuçta hiçbir şeyi çözemedik. İftiracı ana oğul olarak haddimizi bildirdiler. Hem nasıl bildirmek! Kadına el kaldırmak delikanlıya yakışmaz raconuna sadık kalıp annemi hemcinslerine bıraktı, bir güzel giriştiler bana. Bizimkiler yetişince oh dedim, kurtulduk. Nereye kurtuluyorsun? Namussuzlar hem sayıca üstün hem ölesiye dövüşüyorlar. Kimin kim olduğunu anlamadan salladığım yumruklar hep boşa gitti. Çenemdeki sarsıntı beynime ulaştığı sıra polisler çoktan salona girmiş, bizim ömründe kavgaya karışmamış enişte sedyede yatıyordu. Bundan sonrası kopkoyu bir karanlık.

 

Tepemdeki serum bittiği sıra babam elinde çayla geldi. Adamın burnu bile kanamamış. Çayı anneme uzatıp hasta yatağıma yaklaştı. “Oh oh maşallah! Ayılmışsın.” Sonra annemin duyamayacağı bir sesle eğilip fısıldadı. “Oğlum bak, iki şey kulağına küpe olsun. Kadınların arasına girme bu bir, kavga gördün mü kaç bu iki.” Öğleye kalmaz çıkarırlar dedikten sonra çorba içmeye gitti.