Edebiyatımızın… Ya da şöyle demek gerekir; Türk okurunun önemli tartışma konularından birisi de “Orhan Pamuk neden zor okunur, okunamaz” bahsidir. Bu değerlendirmeyi doğru yere oturtmak için önce belki de okur tanımını, daha doğrusu okur sınıflandırmasını yapmak gerekir.
Yok, hayır, sınıf yaratmak, kast yaklaşımı sergilemek değil niyetim. Sadece, yukarıda ortaya koyduğumuz, Orhan Pamuk’un nasıl ve ne kadar okunduğu, nasıl ve ne kadar anlaşıldığı meselesine daha doğru bir yerden değerlendirebilmek için, konunun muhatabı “Okur” vasfının resmini çizebilmektir.
Edebiyatın bütünü için yapılabilecek iyi okur, az okur, hiç okumaz ama ahkâm keser, derin düşüncelere dalarak okur, çok ve hakkıyla okur, vasat okur, skor için okur ve sair tanımlamalardan da uzak durup, Orhan Pamuk külliyatı üzerinde bir şeyler söylemek gerekir. O nedenle ben, okurun Orhan Pamuk’la ilişkisini kısaca üçe ayırma taraftarıyım. 1- Orhan Pamuk okumaya heves edip, yeterli sabrı gösteremeyen veya yeterli kültürel birikime sahip olmamak nedeniyle kitabı bir yana bırakan okur. 2- Hiç Orhan Pamuk okumayıp, “Ama yahu, o herif değil miydi televizyona çıkıp…” veya “Nobel’i niye verdiler sanıyorsun ki…” şeklinde anlamsız cümleler kuran okur/okumaz. 3- Orhan Pamuk edebiyatını hakkıyla okumaya gayret eden nitelikli okur.
Üçüncü gruba dâhil okurun, sevip sevmemek ya da edebi anlamda yakın hissedip hissetmemek bir yana, Orhan Pamuk edebiyatındaki derinliği görmemesi imkânsızdır. Bu derinliğe ulaşmak da evet, kabul etmek gerekir ki çoğu zaman pek kolay değildir. Yine de Orhan Pamuk, kimi eserlerinde tutturduğu orta yolla, bu okunma zorluğunu bir tarafa koymayı da başarmıştır. Bu eserlerin başında kanımca Benim Adım Kırmızı gelmektedir. Dolayısıyla Orhan Pamuk okumalarına başlamak için belki de en doğru romandır. Ve yanlış anlaşılmamak adına, Benim Adım Kırmızı’ya dair bahsettiğimiz kolaylık asla bir sıradanlık, genel geçer edebiyat ve sair değildir. Bu metnin görece kolay akmasını da Orhan Pamuk’un ustalığına ve tercihlerine bağlamak gerekir ki işte söz konusu ustalığın izini sürmeye çalışacağız yazının bundan sonrasında.
Orhan Pamuk edebiyatında genel anlamda postmoderne yakın durur. Yani arka planda yazarın sesini duyarsınız, metinlerarası geçişler söz konusudur, kimi zaman karşımıza ana hikâyenin dışında anlatılar çıkar, roman kişileri arasında bir hiyerarşi söz konusu değildir çoğu zaman ve herkes fikrini, duruşunu özgürce ve eşit bir şekilde dillendirir, bu eşitlik romanın atmosfer, mekân, düşünsel altyapısı gibi öğelerine de yansır ve saire. Tüm bunlar, olay akışını, anafikri, kahramanların pozisyonunu okura belli kalıplarla, hap şeklinde veren, bundan ötürü de görece kolay okunan romanlara kıyasla okurun işini zorlaştıran unsurlardır. Çünkü postmodern edebiyatın yukarıda saydığımız niteliklerinin amacı, nihai çözümü ve metin üzerinde tahlil yapma işini okura bırakmaktır. Ortada hap gibi yutulacak bir fikir veya duygu yerine, muhtelif yönlerden esintisi hissedilen bir düşünce iklimi vardır. O nedenle de okurun işi daha zordur çünkü zihnini zorlaması gerekir. Şöyle ki; Arada bu hikâye de nereden ve neden çıktı? Tam da kişilerden birisinin romandaki yerini kavramıştım ama şimdi bambaşka bir fikir ve duyguyla geldi karşıma! Kurmacanın içinde keyifle ve güzelce ilerliyordum, peki şimdi yazar neden gerçeğin içinden ses verdi ki? Bunlar ve benzeri sorular okurun zihnini zorlamaya devam eder.
Peki, şimdi gelelim, yine postmodern öğeler içeren ve andığımız zorlukları aynen barındıran Benim Adım Kırmızı’nın görece kolay okunabilir olmasının ve Orhan Pamuk’un bu konuda yakaladığı başarının sebeplerine: Çünkü yazar Benim Adım Kırmızı’da, artık kendini ispat sorununu da aşarak, sanatsal kaygılarını aktarma işini eğlenceli yaklaşımla harmanlayabilmiştir. Romanda, okurun zihnini zorlayan unsurların hepsi vardır ama bunları dengeleyecek şekilde, günlük hayatın akışı, kimi yerde argoya kayan dil, gerilim unsurları, aşk ve cinsellik, kişisel çekişmeler gibi okumayı rahatlatan unsurlarla harmanlanmıştır. Dolayısıyla ne kadar derine dalacağı tamamen okurun tercihine bırakılmıştır. Benim Adım Kırmızı’yı bir aşk romanı ya da polisiye gibi de okuyabilirsiniz veya sanatsal üslubun tartışıldığı, suç, ceza, hukuk ve adalet kavramlarının yedirildiği, Batı-Doğu ekseninde coğrafyanın düşünceye etkisinin masaya yatırıldığı bir düzlemde de okuyabilirsiniz. Romanı henüz okumayanlar için kısaca bahsetmek gerekirse, 1500’lerin sonunda, Osmanlı’da saraya minyatür çizen nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetle açılır hikâye. Bizimle ilk konuşan kişi, cinayete kurban gitmiş ölü bir nakkaştır. Böylece en başı gerilim öğesi çeker. Fakat bu gerilim asla polisiyeye dönüşmez çünkü yazarın derdi okura “suçlu kim” sorusunun cevabını buldurtmak değildir. Asıl soru, bir bakış açısı neden ve nasıl bir tarafta suça, öte tarafta ölüme varan bir cezaya dönüşebilirdir. Hemen başta bizi karşılayan cinayeti ve daha sonra yaşanan bir başka cinayeti kimin işlediği sorusu, metnin akışını kolaylaştıran ve gerilimi muhafaza eden bir fondur aslında sadece. Metin boyunca tanık olduğumuz Şeküre – Kara aşkının ve cinselliğinin, aslında ilişkiyi sorgulamamıza bir fon olması gibi.
Aşk gibi işlenen cinayet de merak duygusunu kabartan ve metni canlı kılan, ayrıca romanın ana iskeletini çatan bir unsur olarak kullanılır. Ancak cinayetin hukuki açıdan ele alınışı yine çok boyutlu bir eksende ilerler. Katilin kimliği romanın büyük kısmında okur açısından önem arz ederken, o kimlik ortaya çıktığı andan itibaren neredeyse bütün önemini yitirir. Burada eksen bireysel bir cinayetten, işlenen suçun yarattığı etkiye kayar ve okur da bu duyguya dahil olur. Orhan Pamuk, yasanın, kanun maddelerinin ve sairin değil, vicdan ve suç kavramının peşindedir. Dile getirilen bakış açılarının hiçbirisi norm dayatması içermez.
Roman, postmodern edebiyatın, okurun zihnindeki düşünme ve tartışma platformunu geniş tutmak adına ve bunun gerektirdiği şekilde, çok sayıda eşdeğer kişi etrafında örülür. Kara’nın, Şeküre’nin, romanın esteti Enişte’nin, Kelebek, Zeytin ve Leylek’in, Ester’in ve daha birçok kişinin sesi bir diğerini bastırmaz. Ve eşdeğerden kastım da fikirlerini dillendirmeleri için, yazarın adeta hiçbir kısıt getirmeden resme davet ettiği kişilerin ve hatta nesnelerin ifade eşitliğidir. Cinayet zanlısı olarak ön plana çıkan üç nakkaşın birbirinden farklı yaklaşımlarını okuruz. Bu yaklaşımlar bir düğümün çözülmesinden ziyade, neredeyse kübist bir portrenin yorumlanması gibi, çok açılı bir bakış sağlar bize. Yazar bununla da yetinmez, tüm figürlerin eşdeğer bir konuma sahip olduğu bir minyatürü andırır şekilde, bu nakkaşların el emeği at, köpek, ağaç ve saire de söz verir. Dahası, ortada bir hatta iki cinayet varken meseleyi “Şeytan dürtmüş” diye geçiştirmememiz için Şeytan’a dahi söz verilir. İfade özgürlüğü, her türlü önyargının önüne geçmektedir romanda ki okur kendi yargısını kendi oluşturabilsin.
Daha en başta, alışılmışın dışında, ölüye söz vererek başlar roman. Bilindik hukuk bakış açısıyla mümkün olmamakla birlikte kavramsal açıdan hem okura hem de romanın diline müthiş bir derinlik kazandırır bu yaklaşım. Ölü, ölümü hakkında ne düşünmektedir! Ve o ölü neden, “Adalet yerini bulmazsa hepinize inançsızlık aşılayacağım (s.12)” diyerek bitirir sözlerini? Bilahare katil alır sözü ve s.23’te der ki “Bir akılsızın iftirası yüzünden bütün nakkaşlar camiasının tehlikeye atılmasına izin vermedim.” Ve bu yaklaşımların dozajı asla yargı seviyesine ulaşmaz ki okur da yargıçlığa soyunmasın ve onun yerine adaletin özünü sorgulasın.
Ve bu ifade özgürlüğü ve her fikre eşit söz hakkı meselesi, bugün ile geçmiş, Doğu ile Batı, somut hayat ile soyut kutsal arasında da aynı dengeyle sürmektedir. Bu unsurlar bir yanlarıyla zıt gibi görünürken, bir taraftan da birbirini bütünlerler. Kırmızı hayat bugünde kanlı canlı bir şekilde akarken, geçmişten süzülen hikâyeler kişilerimizin arketipini oluşturur. Ayetlerden dem vurulan cümlelerin ardından argoya varan ifadeler gelir ve herhangi birisi için taraf hissetmeyiz okur olarak. Bunların hepsi hayatı bütünleyen şeylerdir ve hikâyeyi tamamlamaktadır.
Ama Orhan Pamuk’un edebiyatındaki Doğu ile Batı dengesine, Benim Adım Kırmızı özelinde ayrıca değinmekte fayda var. Orhan Pamuk yoğun olarak bu romanında, ilaveten Kara Kitap’ta, olağanüstü anti-oryantalist bir çizgi koymaktadır ortaya. Son birkaç yüzyılda Batı’nın oryantalist yazarlar üzerinden dayattığı medeniyetin beşiği algısını, aksi yönde Doğu’ya paye vererek değil, medeniyetin tek bir beşikten peydahlanan bir olgu olmaktan ziyade, nehir yatağında akan ve geçtiği tüm coğrafyaları besleyen bir ortak kazanım olduğu fikriyle yıkmaktadır. Benim Adım Kırmızı bir örnekle der ki çağdaş resim Gustav Klimt’ten, o ise Firdevsi’den el almıştır ve bu karşılıklı, ebedi bir döngü ve zenginliktir. Bu topraklardan çıkan her yazarı, Batı’daki bir büyüğe iliştirmeyi marifet sayan kimi edebiyat bezirgânlarının, Orhan Pamuk’un bu saygıyı hak eden yaklaşımını bile isteye görmezden gelmeleri, dahası vahim bir şekilde, ürettiği edebiyat yerine cımbızlı sözlerle yazarı başka bir yere oturtmaya çalışmaları tek kelimeyle kısırlıktan başka bir şey değildir. Orhan Pamuk, edebiyatıyla konuşulup tartışılması gereken bir büyük yapı ustasıdır.
Benim Adım Kırmızı’da çerçevesi hallolmakla birlikte merkeze yerleştirilecek portesi (yani toplum ekseninde bireyi) eksik kalan minyatür gibi, anti oryanalist vurgusu yapılmamış bir Orhan Pamuk değerlendirmesi eksik kalacaktır. En nihayet Benim Adım Kırmızı, gerekli çaba ve özveriyi gösteren okuruna çok şey katacak, sorgu eşiğini yükseltecek bir romandır. Eğer ortada “Orhan Pamuk’u okuyamamak” gibi bir sorun varsa, burada sorunun kaynağı sanırım ki yazar değil, entelektüel düzlemini yükseltmek konusunda yeterince gayretkeş olmayan okur ama ondan da çok, üç beş kırıntı fikirle, okurda bu olumsuz algıyı besleme ucuzluğuna kaçan kısır edebiyat bezirgânlarıdır. Oysa Benim Adım Kırmızı, vicdan ve felsefi düzlemde yarattığı tez-antitez-sentez yapısıyla dahi ilgiyi sonuna kadar hak eden bir eserdir ve Türk ve dünya edebiyatının başyapıtlarından birisidir.