Bitmeyen Hikâye
Öykü

Bitmeyen Hikâye

Hüseyin Kılıç

Öldü. Öyle bir gece ansızın gelenlerden değildi ölümü. Altı aydır hastanede, üç aydır yoğun bakımdaydı. Gelen giden eksik olmamıştı. Doğrusu o kadar uzun sürmüştü ki ölmesi, tanıdığı herkes hastaneye gelmek zorunda kalmıştı. Çocukları bile neredeyse vazgeçeceklerdi gelmekten de işte ortanca bir ona bir buna “Öyle deme n’olur” diye diye bastırdı sesleri.

 

Ölümün sıradanlığının en iyi bilindiği yerlerden ikincisidir hastane. Hele bu amcamız gibi seksen beş yaşındaysanız ve üç aydır bitkiden farksızsanız sıranın size gelmesi diğerlerinin rahatlamasını bile sağlar. Amcanın artık nefes almadığını ilk fark eden hemşire de alışkanlığın getirdiği rahatlıkla – biraz da ihtiyarın daha fazla acı çekmesini istemediği için (en azından kendisine söylediği buydu) – ağır aheste doktora haber verecekti ki…

 

Adamın ağzının kenarında bir kara kırmızılık gördü ve bunun kan olmadığını anladı. Panik içinde doktorun yanına gitti. Doktor da sıvıdan başka bir şey göremedi. Öncelikle protokol gereği kalp masajı yaptı ama onun da aklı sıvıdaydı. Daha çok acı çekmesin diye kısa kesmek olmazdı masajı, bütün kameraların izleneceğini biliyordu. Tam otuz dakika sürdü masaj ama sonuç değişmedi. Amca çoktaaannn…

 

Şimdi bu sıvının ne olduğunun bulunması gerekiyordu. Hangi manyak bugün değilse yarın ölecek bir adama, daha doğrusu bir bitkiye bir şey vermeye çalışabilirdi ki? Bir cinayet mi söz konusuydu yoksa? Ama!

 

Bir yandan da kimseyi telaşa vermemek gerekiyordu. Başhekim kendi diken üstünde olunca tüm personeli de muma çevirmişti. Ondan habersiz sinek uçmayacak, başka yere ne bir kâğıt, ne bir telefon, bırak cümleyi, kelime hatta harf bile çıkmayacaktı. Bakanlıkla işler civcivliydi son zamanlarda. Şehir Hastanesi’ne personel nakli için bahane aranıyor, emrivakinin zorunluluktan olduğunu gösterecek doğru olayın yaşanmasını bekliyorlardı. O yüzden herkes tedirgindi son zamanlarda.

 

Önce başhekimi arayıp sonra bütün kameraları kontrol ettiler. Hiçbir şey yoktu. Kameralar kesintisiz çalışmıştı ve üstelik şans bu ya özellikle biri bu adamın yatağını tam karşıdan görüyordu. Kaç kere izledilerse hepsinde sabaha karşı altıyı otuz sekiz geçenin on beşinci saniyesinde bir anda adamın ağzının kenarından kara kırmızı bir sıvının aktığını görüyorlardı. Başhekim, hastanın hikâyesini de dinledikten sonra, son derece soğukkanlı bir şekilde hiçbir şey yapmamalarını emretti. İşe savcıyı, adli tıpı, otopsiyi ve en fenası dedikoduları katmak hiçbirinin işine gelmezdi.

 

Bu emir diğerlerini de rahatlattı. Zira ödenecek taksitler vardı. Bu olay, ister kriminal bir vaka gibi ister üç harflilerden kaynaklı gibi, nasıl olursa olsun duyulursa hastalar hastaneden ayaklarını keseceklerdi, dönerden gelen üç kuruş katkı azalacak azalacak kuşa dönecek uçup gidecekti ve belki hastane kapatılacaktı. Hemşire de, doktor da, güvenlik amiri de yeni hastaneye gitmek istemiyordu. O yüzden sessiz işbirliği ve emre itaat kolay oldu.  Rutin bir vaka gibi bildirildi amcanın vefatı çocuklarına.

 

Çocuklar -aslında koca adamlardı, en büyükleri daha yeni emekli olmuştu – ne olsa ağladılar ama ölüm zaten beklendiği için bundan fazlası da -en azından hastanede- olmadı. Torunlardan birisi evrak işlerini halletti. Bir başkası tanıdıklara haber verdi. Cenaze öğlen olmadan morgdan alındı. İkindi namazını müteakip eski mezarlıkta karısının yirmi yıl önce yattığı mezarın yanına defnedildi amca. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun. Âmin.

 

Bu hikâye birçok kişi için burada bitti ama bir kişi için çözülmesi gereken bir husus vardı: Doktor! Ne olur ne olmaz diyerek başhekimi aramadan önce amcanın ağzından akan sıvının bir kısmını numune kabına almıştı ve kapalı kabı önlüğünün cebine atmıştı. İçindeki merak duygusuna yenilen doktor, başhekimden habersiz ama ondan korkusu sebebiyle kendi başına bu sıvıyı analiz için fakülteden arkadaşının başında olduğu laboratuvara teslim etti. Bu madde neydi?

 

Arkadaşının karakteri işine yaramış, çok sorgulamadan almıştı numuneyi. Sonucu da aynı umursamazlıkla telefonda söyledi. Fakat çok anlamsızdı. Doktor böyle diyordu kendi kendine. O sıvı elbette kan değildi. Vücutta olması beklenen başka bir ifrazatın bozulmuş hali de değildi. Karadut suyuydu. Şu yolda, belde, köyde, taşrada biçimsiz markasız pet şişelerde satılanlardan. Adamın son nefesinde karadut suyu akmıştı ağzından, kan gibi, salya gibi. Ama nereden gelmişti bu?

 

Hikâye doktor için de burada bitti. Kameralarda hiçbir şey yoktu. Laboratuvar sonucu çok anlamsızdı. Daha fazla deşse ne olacağını bilmiyordu. İşin iyice içinden çıkılmaz hale gelmesinden korkmuştu. Zaten başhekimin de başka kimsenin de haberi yoktu bu analizden. Kim bilir ne olmuştu, hastanede her gün binlerce garip olay oluyordu. Şu liseden arkadaşının düğününde gram altın taksa ayıp olur muydu?

 

Evet, sıradan bir anlatı için anlatılacaklar burada bitiyor. Yaşlı bir adam hastaneye yatıyor, bir süre sonra ölüyor. Ölürken garip bir şey oluyor ama çok da önemli görünmüyor. Burada okurun hayal gücü devreye giriyor ve okurun o motife bir anlam yüklemesi beklenerek yazar topu karşı tarafa atıyor. Ama anlatıcınız o kadar vicdansız değil. Birkaç noktayı açıklığa kavuşturmak lazım. Öncelikle hikâyenin zahiri tarafından bahsedeyim.

 

Eğer bakanlık başhekimi, başhekim doktorları, doktor hemşireleri sıkıştırmasaydı, herkes birbiriyle açık sözlülükle konuşsa ne olacaktı? Devreye savcılık ve adli tıp girecekti. Otopsi yapılacaktı.   Defin biraz ertelenecekti ama çocuklar beklenmedik bir sakinlikle tamam diyeceklerdi. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra otopsi sonucu yaşa bağlı doğal ölüm olarak kayda geçecekti. Amcanın ağzından akan sıvı yine analize gönderilecekti ve sonuç yine karadut suyu çıkacaktı. İşte bunu öğrenince çocuklar duygulanacak, bunun Allah’ın bir mucizesi olması gerektiğini söyleyeceklerdi. Doktor “Neden?” diye sorduğunda “Mevsimi olmamasına rağmen babacığımın en sevdiği meyve olan karadutun suyu ölüm anında ağzından sızıyorsa bunun başka bir anlamı olamaz doktor bey” diyecekti en büyükleri. Doktor bunu mantıklı bulmayacaktı ama teknik ve bilimsel incelemelerden hiçbir şey çıkmadığı için dosyayı öylece kapatmaları gerekecekti. Başhekimin korkusunun aksine bu olay garip bir şekilde kulaktan kulağa yayılacak ve hastane neredeyse yatır, doktorlar neredeyse evliya muamelesi görmeye başlayacaktı bir süre. Hatta bakan bu popülerlikten faydalanmak için hastaneyi ziyaret edecek ve özverili çalışmaları için bütün hastane personeline teşekkür edecekti.

 

Yukarda yazılanlar tabii ki olmadı bu ama buradaki bir ayrıntı bizi hikâyenin zahiri olmayan ve anlatıcı olarak benim de bir açıklama bulamadığım sonuna getirdi. Karadut’un sırrı!

 

Şu ana kadar ismi cismi geçenlerden merhum seksen beşlik amca hariç kimsenin bilmediği bir şey olmuştu bundan yetmiş yıl önce. Dut mevsimiydi. Güneş tepede pırıl pırıldı. Şimdi amca dediğimiz mevta o zaman on beşinde delikanlıydı. Yüzü pırıl pırıl, bıyıkları yeni terlemiş, aklında Feride’den başka bir şey olmayan deli fişek. Feride, Allah rahmet eylesin, on dördündeydi o zaman. Evlenmesine bir ay vardı. Köyün yamacındaki dutlukta düğünden evvel son bir kez konuşmak istemişti delikanlı amca. Öyle demişti ama bayram seyrandaki hoş geldinler beş gittinler hariç hiç konuşmamış hep bakışmışlardı. Feride olur demişti süzgün gözleriyle.

 

Gittiğinde elinde bir avuç dutla onu bekler bulmuştu delikanlı amcayı. Delikanlının dili tutulmuş avcunu uzatmıştı Feride’ye. Bir tane almış elini boyamadan ağzına atmıştı Feride. Dudağını boyamıştı dut. Konuş dercesine bakmış, ses çıkmayınca bir dut daha almıştı, gözleri çakmak çakmak. Delikanlı amca bakmış bakmış, kaçalım diyememişti. Damat askerliğini bile yapmıştı. İşi de hazırdı Ankara’da. Bunun daha bıyıkları bile neredeyse yoktu. Avcunu uzatmıştı bir daha, Feride bir dut daha almıştı. Dudakları alev alev. Delikanlı amca elinde kalan dutları yere düşürmüş, Feride’nin karadutlu dudaklarından öpüvermiş, yüzüne de anında tokatı yemişti. Feride için hikâye orada bitmişti ama delikanlının kimsenin bilmediği hikâyesi orada başlamıştı. Yetmiş yıl sonra ölürken sızan karadut suyu işte o gün amcanın damağına yerleşmişti. Siz buna ister amcanın çocukları gibi Allah’ın mucizesi deyin ister doktor gibi kim bilir asıl neler olmuştur diye merak edin. Ama hikâye bu!

 

İşte böyle… Sen kimsin diye sormayın. Elbette benim de bir hikâyem var, belki bitmiştir belki devam ediyordur. Görevim amcanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatmaktı, onu da yaptım. Bu hikâye artık benim için de bitmiştir. Ama belki  başka bir evrende başka bir zamanda bambaşka bir şekilde amca için ırmaklar akmaya, güneş parlamaya, Feride dut yemeye devam ediyordur. Kim bilir?