Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Türk tiyatrosunun önemli isimlerinden Reha Özcan’ı son dönemlerde dizilerde canlandırdığı, her biri ayrı ayrı sevilen karakterlerde görüyoruz. Bir yandan da “asıl yerim” dediği tiyatro sahnelerinde, “Bir Garip Orhan Veli” müzikaliyle sanatseverlerle buluşuyor. Aslında müzikalin dördüncü yılı ama bu dört yıl içinde çeşitli evrilmeler yaşanmış. Nasıl bir şey izleyeceğimi bilmeden gittiğim müzikalin enerjisi karşısında mest oldum ve hiç bitmesin istedim. Böylesine büyüleyici bir sürecin sonunda sevgili hocamızla biraz müzikalden, biraz sanattan, biraz hayattan söyleştik.
Rukiye Yıldırım: Mütevazı duruşunuzu çok seviyoruz. Ama maalesef ülkemizde mütevazı insanlara hak ettiği değer verilmiyor. Bu sebeple, gerekli değeri görmediğinizi düşündüğünüz durumlar oldu mu?
Reha Özcan: Herkes işini yapıyor biz de kimseye bir şey lütfetmiyoruz, işimizi yapıyoruz.
Bazen iyi şeyler yapabiliriz bazen de iyi olmayan şeyler.Bu abartılacak bir şey değil. Dünyanın en güzel balığını satan bir balıkçıdan bir daha alışveriş yapmadığımız gibi, dünyanın en güzel margarinini ben satıyorum, diyen bir bakkala bir daha gitmeyeceğimiz gibi, “dünyanın en güzel oyununu ben oynuyorum” diyen bir adam da bana komik geliyor.
R Y :Son dönemlerde sanatçı algısı çok değişti sanki. Sosyal medyada birkaç video yayınlamış, bir şarkı çıkarmış ya da bir iki filmde oynamış şöhretle gerçek sanatçı birbirine karıştırılıyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
R Ö: Bu bir denge. Bu dengeyi aştığınız zaman toparlaması çok zor oluyor ve maalesef popüler olmakla bir mesleğin insanı olmak birbirine karıştırılıyor. Popüler olduğunuz zaman oyuncu olmuyorsunuz, popüler olduğunuz zaman ressam olmuyorsunuz, popüler olduğunuz zaman iyi insan olmuyorsunuz. Öldükten sonra sanatı devam ediyorsa bir insan sanatçı olabilir. Biz oyuncuyuz, onlar yazar…
Bilmem nesi, bilmem ne ödülü verdi diye sen oyuncu olmuyorsun ya da sanatçı olmuyorsun. Bilmem kim, bilmem ne Pulitzer ödülü verdi diye sanatçı olmuyorsun. Göreceğiz 1000 sene sonra, 150-200 sene sonra yaptıklarınız yaşıyorsa, devam ediyorsa geleceği görebiliyorsanız sanatçı olursunuz. Shakespeare sanatçı, Aziz Nesin sanatçı, Jules Verne sanatçı, Hemingway sanatçı, bu onlarınki devam ediyor.
R Y: Komedya yazarı Aristophanes’in bir sözü aklıma geldi “Sanat, ekmek peşinde koşarsa alçalır.” Şu anki durumda para için sanat yapılıyor gibi. Sizce öyle mi?
R Ö:Hayır öyle değil aslında. Gerçek sanatla gündelik sanatı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Gündelik sanat gündelik yaratıcılığa dayanıyor. Sanatsal yaratıcılık başka bir dünyaya evriliyor. Geleceğe dair müthiş bulgular bugünü çok iyi analiz edip geleceğe birtakım göndermeler yapabiliyorsa sanat olabiliyor ve yaşayabiliyor. Yani eğer sağındaki solundaki herkes anlayabiliyorsa bir sıkıntı var.
Bir yandan da para kazanmak zorundasın, hayatını idame ettirmek zorundasın, iyi eğitim almalısın, kendini donatmalısın. Dolayısıyla popüler güce hizmet edecek sanatsal etmenlerden faydalanacak bir alanı onlara kiralıyorsun. Senin sanatçı kişiliğin devam ediyor. Kim bunu engelleyebilir?
Bir dönem mesela 12 Eylül sonrası düşüncesini savunan, sanatını yapmaya çalışan, edebiyatını yapmaya çalışan insanların sanatlarının yasaklanması gibi. Şu an yasaklayamıyorlar belki.
Karikatüristler bile ceza aldı bu ülkede. Karikatürist yani karikatür. Çok saçma bir şey. Egzajerasyonu yapan insan ve bunu kâğıt kalemle yapıp çizim halinde, komik dediğimiz şeyi yapan insanlar cezalandırılıyor. Bu saçma, büyük saçmalık. Ama milyonları götürenler ülkeyi soyan insanlar ceza almadan yaşıyorlar. Hayat çok acayip bir şey. Ama onlar da sanatın konusu olacak. Hepsi sanatın konusu olacak. Zaman…
R Y:”Bir Garip Orhan Veli “müzikalini izlemeye geldiğimde aklımda daha sakin, daha edebi, şiirlerle süslü bir oyun vardı. Halbuki festival tadında, enerjisi çok yüksek bir oyunla karşılaştım ve inanılmaz eğlendim. Hiç bitmesin istedim. “Bir Garip Orhan Veli” müzikalinin, sizde ayrı bir yeri olduğunu düşündüm nedense. Orhan Veli’yle bir bağ kurduğunuzu. Bu durumda sosyalist bir ailede büyümüş olmanızın ve küçük yaşlardan itibaren edebiyata olan ilginizin etkisi olabilir mi?
R Ö: Orhan Veli’yle nasıl bir bağ kurdum bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki daha çok küçükken benim için müthiş bir yaşama sevinci oluşturuyordu Orhan Veli. Çünkü müthiş bir şairdi. Bu kadar karmaşık şeyleri nasıl bu kadar basite indirgeyerek koskocaman bir dünya yaratıyordu? Benim sanata bakışımı da çok etkiledi tabii. Sonra yeraltı edebiyatına yöneldim yeraltı edebiyatını çok sevdim. Hep böyle hafif sert, bizi dolantısız, bütün çıplaklığıyla gerçekle yüzleştiren ve bunu küçük şairane dokunuşlarla bir lunapark haline getiren yazarları sevdim. Hayatım boyunca da hep öyle oldu. Orhan Veliyi 11-12 yaşlarımda tanıdım. Dış dünyayı, karşı cinsi yeni tanımaya başladığım zamanlar hep başucu kitabım gibiydi. Ona sığınıyordum, onun gibi şiirler yazmaya özeniyordum.
“Gecenin ıssızlığında
Sokakta yürürken
Bir tedirginlik içerisinde gelen çıt çıt çıt sesi
Köşeyi dönmeye çalışırken
Öbür tarafa kafamı bir çevirdim
Boyun devrilmesin ay çekirdeği”
Böyle şeyler yazmaya başladım. Hoşuma gitti. Arkadaş gurubumuzda da böyle şeyler paylaşmaya başladık. Çünkü biz 12 Eylül çocuklarıyız. Hem bir taraftan devrimci mücadele içerisinde doğal olarak bir şeyin nüvesisin, takım tutar gibi bir şeydi bu. Bu arada, “sosyalist bir ailede büyüdüm” dediğim, aslında “emek ve sermaye” de emeğin yanında olan bir ailenin yanındaydım, yoksa böyle tanımlayamayız sosyalist bir aileyi. Nerede, yani keşke! Öyle aristokrat bir aile değildi. Kendini yeni tanımlayan, 1968 kuşağından bir babam vardı çok kitap okuyordu, matematik zekâsı çok gelişmiş bir adamdı. Ama aile içindeki gelenekler, o feodal yapı tamamen bitmiş miydi, hayır, yani öyle bir şey yoktu. Hala dedenin yanında sırt üstü yatamazsın, babam dedemin yanında çocuklarını sevemez falan. O gelenekler devam ediyordu. Ama Orhan Veli ve Orhan Veli’nin daha sonra tanıştırdığı ikinci yeniciler, dünyadaki diğer yazarlar, şairler başka bir dünya açtı bize. “Bir Garip Orhan Veli”nin müzikal haline gelene kadar dört tane daha draftı var. Tamamen müzikal haline geldikten sonra da iki draftı daha var.
Ben konservatuvarda okurken Melih Cevdet Anday Türk Dili ve Edebiyatı hocamdı. Ona birtakım şeyler sorduğumuz zaman o da “araştırın sadece biz değiliz ‘garipçiler’ akımı” dedi. Biz bir araştırdık ooo Zonguldak’ta Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur gibi bir gurup var, birinci yenici dediklerimiz, onlar çok genç yaşta öldüler. Hatta sonra Yılmaz Erdoğan filmini yaptı “Kelebeğin Rüyası”.
Biz onu araştırdık, götürdük. Muzaffer Tayyip’in tefsir kağıtlarında şiirlerini bulduk. Osman Serhat Erkekli yardımcı olmuştu. Melih Cevdet “aferin” dedi, “iyi araştırmışsınız”. Medyadaki bambaşka bir şey. O sırada Müşfik Kenter de Bir Garip Orhan Veli oynuyordu ve gerçekten dediğiniz gibi çok edebi, çok müthiş bir virtüöz tarafından oynanan bir oyundu. Ve o bize bambaşka bir kapı açtı, oyununu seyrederken. Ya Müşfik Hoca tamam da bu seyirciyle daha fazla bir şey olmalı, falan…
2016 yılında Erdal Tosun’u kaybettik. 2019’da ben bu yolculuğa başladım. 2020 de premier yaptık. 02.12.2019’da Murathan Mungan bana oyunu vermiş, gece saat 23:40’da. Ondan sonra provalara başladık 14.02.2020’de premier yaptık ve çok yol aldık. Ben Orhan Veli’nin bu fırlama tarafını seviyorum ve o tarafımı pekiştiriyorum. Onun üzerinden gidiyorum ve nefes aldığım sürece de gitmeyi düşünüyorum.
En az para kazandıran oyunum “Orhan Veli” sanırım, hatta hiç kazandırmıyor diyebilirim. Ama bazı şeyler parayla değil, sorumluluklar var. Geçmişten aldığımız elin sorumluluğu…
R Y:”12 Eylül çocuklarıyız” dediniz. Aslında çok şanslı olduğunuzu düşünüyorum. Öyle bir dönemde bu düşünceye sahip bir babanın evladı olmak… Yaşama, dünyaya bakışınıza çok şey kattığını düşünüyorum. 17 Ocak ölüm yıldönümüydü sanırım, mekânı cennet olsun. Bugünkü Reha Özcan olarak “babam sayesinde” diyebileceğiniz, babanızın size bıraktığı en büyük miras nedir?
R Ö: Bugünkü Reha’nın her şeyinde büyük bir Bahri Özcan var. Zaten baba rolündeki dizilerimi bazen seyredemiyorum. Babama benziyorum, onun gibi davranıyorum, babam da öyleydi, mümkün mertebe adil olmaya çalışırdı. Şüpheci bir felsefi bakış açısı vardı. Çok nüktedan bir adamdı ama baskın bir karakterdi. Dans ederdi, şarkı söylerdi, centilmendi, gerçekten çok centilmen bir adamdı. Keşke birazcık daha fazlasını alabilseymişiz ondan. Tabi ki anne, abi, aile ortamı da çok şey kattı. Mesela bir oyunda çok tıkandım. “Notre Dame’ın Kamburu”nu oynuyoruz. Paris’e gittim, Notre Dame kilisesine çıktım. Kültür Bakanlığından özel izin aldım. Yandı ya, o kulelere çıktım. Oradan bir sürü dokümanla geldim. Yönetmene verdim. Yönetmen dedi ki: Beni hiç ilgilendirmiyor bunlar, kiliseyle arasında bir yolculuk yapacağım falan. Dedim, kendi ritüelimizi oluşturabilirken niye böyle bir şey yapıyoruz. Sen bir defa söyle bakalım ritüel ne, dedi. Bilmiyorum, dedim ve sustum, kilitledim kendimi. Sonra babamla konuşurken rahmetliye dedim, baba, böyle böyle… Peki boş ver, sen ona takılma, sen en iyisini yapmak zorundasın, dedi. Diğer kitaplarını okudun mu? Deniz İşçileri’ni okudun mu, Sefilleri okudun mu, dedi. Sefilleri okudum ama Deniz İşçileri’ni okumadım, dedim. Sen bunları okumadan Notre Dame’ın Kamburu’nu ele alamazsın, bu bir üçleme, dedi. Ben kaldım, böyle bilmiyordum gerçekten. Sana kitap gönderiyorum, dedi. Ertesi hafta -ben Antalya’da yaşıyorum o İstanbul’daydı- bana bir kargo geldi, bir sepet kitap. Hepsi o döneme ait. Hepsini okudum hepsini.
R Y: Sinema, seyircisini önce televizyona, şimdi de dijital platforma kaptırdı gibi. Tiyatronun seyircisini kaybetmemesi, özellikle Z kuşağını, en azından iki saat telefonlarından uzaklaştırıp tiyatro izleyicisi haline getirmek için ne yapılabilir?
R Ö: Tiyatro çağlar boyunca devam ediyor. Bizim tekelimizde değil. Tiyatro bizden sonra da yaşayacak. Bu arada bizde konservatif eğitim var sadece, bu çok yanlış. Konservatif eğitimde maalesef tek bir disiplin üzerinde gidiliyor. Klasik tiyatro. Ama bu 1930’da bitti. Artık 2020’lerdeyiz. Artık başka türlü bir dünya var ve o dünyanın içinde kompakt bir sanat olan tiyatronun bütün lojilerden, bütün izmlerden faydalanıp bir biçim oluşturması, kendi dilini oluşturması gerek.
“Bir Garip Orhan Veli”nin başarısı burada. Bir Garip Orhan Veli, dramatik, epik, pandomim, şarkı, dans tiyatro adına ne varsa hepsinin olduğu bir oyun. Ama evet altmış yaşına yaklaştım çok yoruluyorum, bunun için kondisyon yapmam gerekiyor. Haftada üç gün çalışmam lazım ve çalışamıyorum. Haftada bir gün çalışabiliyorum. Çok yorucu ama bunu yapmak zorundayım. Eğer tiyatro yapacaksam böyle yapmak zorundayım. Evet başka bir şey yapıyorum. Ama tiyatronun böyle bir şey olması gerektiğini düşünüyorum.
Pandemiden sonra da sanatın değiştiğini düşünüyorum. Pandemide üç ay boyunca evinde oturan insanlar artık katılımcı olmak istiyorlar. Pandemiden önce böyle oynamıyordum oyunu, pandemiden sonra böyle oynuyorum. Bundan sonra yeni bir şey olduğu zaman başka bir şekilde oynayacağım. Oynamaya devam edeceğim. Ama tiyatro sanatı bahsetmiş olduğunuz dijital mecralar televizyon ya da başka türlü alanlarla yok olmaz tam tersi pekişir, daha iyiye gider. Çünkü baktığın zaman herhangi bir diziyi al seyret. Breaking Bad’i al seyret. Breaking Bad dön bak biraz önce bahsetmiş olduğunuz Aristophanes’ten faydalanıyor. Hepsi poetikadan faydalanıyor, Aristoteles’in yazdığı. Çünkü biz yeni bir şey yaratmıyoruz. Biz geçmişte söyleneni tekrarlıyoruz ama biçim işi değiştiriyor. Sınırlar meselesi eskiden böyle değildi, para meselesi eskiden böyle değildi, iktidar meselesi böyle değildi, aşk meselesi böyle değildi, sevgi, şefkat, kıskançlık böyle değildi ama başkalaştı. Değişmiyor ki. Evrensel temalar değişmiyor. Biz insanız dokuz ana tema sayabiliriz nihayetinde.
R Y: Fransa eski dışişleri bakanı Lamartine’in “Sanatçıya iki göz yetmez” sözü geldi aklıma. Sanatçıya gerçekten de iki göz yetmiyor, her yönüyle bakıyorsunuz?
R Ö: Bakmak zorunda ama her taraftan bakmaman için öyle bir cendere altına almışlar ki seni. Oradan bakarsan büyük bir tehdit. Türkiye’de -e rağmen tiyatro yapıyorsun zaten.
Şu anda birçok arkadaşım, diziden para kazandın, reklam da yaptın, sinema filmi de yapıyorsun, dünyanın her tarafına gidebiliyorsun, niye tiyatro yapıyorsun ki, diyor. Ama kendimi tanımlarken, birinci sırada tiyatro oyuncusu diye geçiyor. Şimdi ben tiyatroyu nasıl bırakabilirim?
R Y: Üç Kız Kardeş dizisinin 72. bölümünü geride bıraktınız. Sadık karakteri çok sevdiğimiz bir baba. Bununla beraber Mucize Doktor dizisindeki Adil Hoca, Seksenler dizisindeki Metin Öğretmen… Bunların hepsi çok severek izlediğimiz, keşke gerçek hayatımızda da böyle karakterler olsa, diyeceğimiz karakterler. Bize o kadar güzel hissettiriyorsunuz ki. Reha Özcan’ın gerçek karakteriyle benzerliğinden dolayı mı bu kadar güzel hissedebiliyoruz?
R Ö: Aslında bütün bu karakterler hepimizin içinde var. Müşfik Kenter’in söylediği bir söz vardı “Siz sürekli okuyun, onlar bir gün birikip karakter haline gelecek.” Her taraf kitap dolu, sürekli bir şeyler okuyoruz.
Ama aynı zamanda Suskunlar dizisinin Sait’i de var içimde. Bizim Hikâye dizisinin Fikri’si de var içimde. Hepimizin içinde var olan şeyler. Bir de olmasını istediğimiz var. Adil bir masal, Adil yaşamıyor. Ben de bir Adil Hoca olsun isterdim hayatımda ama yok. Olmasını istediğin insanları oynarken bir tedirginlik oluyor, bir şey yaparım da o adamı zedelerim diye. Ali figürünü bize tanıtıyor. Tanıtım sırasında kaybolman lazım. Kayboldukça görünür bazı roller. Adil öyle bir roldü, benim için zordu. Fikri’den hemen sonra onu oynamak. Metin Öğretmen de öyleydi. 12 Eylül’de vardı öyle öğretmenler, ama artık yok, keşke olsa.
Ve şimdi Sadık Baba… Bu ülkede çok sayıda kız çocuğunun çok zor şartlarda yaşadığı ya da yaşayamadığı, katledildiği bir gerçek. Ki dünyanın herhangi bir yerinde kadına vurmayı bırakın, sesinizi yükseltmek bile sizi cezaevine gönderecek bir nedendir.
Anadolu böyle bir yer değildi. Yasa yapıcıların işini yapmamasından kaynaklanan, Araplaştıkça olan bir şey bu. Ceza sistemi kısasa kısas üzerinden gittiği için.
Televizyon gibi her yere ulaşabilen bir araç söz konusu olduğunda, beş işimin arasında bunu kabul ettim. Hatta arkadaşlar bana kızdı, fotoroman gibi işi niye kabul ediyorsun, diye. Sadık Baba’yı taşımak benim için bir onurdur. Üç kızına, karısına sevgi ve şefkatle sarılan bir adam bence ülkenin vicdanı olabilir. Üç kişiyi etkilese o üç kişi nereden baksan üç yüz kişiyi etkileyebilir. Ama üç yüz kişiyi etkilerse üç milyon baba fena bir rakam değil. Bu ülkenin şekliyle oynayabilir diye kabul ettim.
R Y: Son olarak yeni projelerinizden bahsetmek ister misiniz?
R Ö: Tiyatro kariyerimde bazı değişiklikler yapmaya gidiyorum. Bunlardan biri çağdaş meddahlık. Standup demek istemiyorum, çağdaş meddahlığa doğru gitmek istiyorum, anlatmak istiyorum. Derdimi anlatmak istiyorum. İnsanlarla dertleşmek istiyorum. Kendimce ya da ekibimizce yazmış olduğumuz şeyleri anlatmak istiyorum.
Bir diğeri de uluslararası camiada Reha Özcan Kumpanyası olarak her sene bir şairi, bir yazarı tanıtabilmek için onları oyun haline getirmek istiyorum. Şu anda birkaç tanesi üzerinde çalışıyoruz. Ama kesinlikle benim oyunlarımın içinde insanların zekasını zorlayacak sorgulamalar olacak. Sorular soracağız, mutlaka oyunlarımız soru soracak. Doğru sorular bulmaya çalışacağız. Kendi düşüncemiz ya da doktrin haline gelen birtakım insanların yaratmış oldukları filozofyayı manipüle edecek bir şey içine de girmeyeceğiz. Biz gerçek üzerinden yorumlarla sorular soracağız hayata dair. Onu da insanları daha pesimist bir dünyaya götürmek için değil tam tersi daha optimist ve yaşama sevincine yöneltmek için yapacağız. Bu tiyatronun görevi. Geçmişten almış olduğumuz ellerin karşılığını yaşadığım sürece vereceğiz, bu tiyatroda olur başka tiyatroda olur ama olmak zorunda.
Seyirciyi çok önemsiyoruz, seyircinin bizden daha zeki olduğunu düşünüyoruz ekip olarak. Dolayısıyla çok daha fazla çalışmak zorundayız. Çok daha fazla çalışıp çok daha rafine bir şeyi seyirciye sunmak zorundayız. O bilinçle devam edecek tiyatro. Dizi ve sinema başka türlü seçicilikleri olan, başka türlü bir kariyer yönetimi. Şu anda o özellikle dizi anlamında kariyer yönetiminden memnunum ama sinema kariyer yönetiminden memnun değilim. Her yere yetişemiyorsunuz tabii. Tiyatro ve diziden memnunum, bakalım gelecek ne gösterecek?
Bizim işin emekliliği insanı öldürür. Biz biriktirip boşaltma döngüsüne dayalı bir iş yapıyoruz, bütün pozitif bilimlerde olduğu gibi. Ölürsün, biriktirirsin biriktirirsin o seni delirtir boşaltamazsan.
Ben tiyatronun yanındayım. Ben oyunun, güzel oyunun, yaşama sevincinin yanındayım. Ve hayatım boyunca öyle gitti öyle de devam edecek, son nefesimi verene kadar.