Bohemya’da Bir Düş
Yazılar

Bohemya’da Bir Düş

Şengül Can

Tek başıma ilk yurtdışı yolculuğum için Prag’ı seçtim. Günlük hayatın sıkıntılarını atmak, sadece uzaklaşmak, yaz tatilini daha verimli geçirmek, yeni mekânlar keşfetme isteğinin etkisi olduğu kadar okuduğum romanların da etkisi vardı bu seçimimde. Haritamı açıp şehri deneyimleme halime ilham olan başka okumalar da oldu elbette. Bu anlamda beni en çok etkileyen kitap yıllar önce okuduğum Flanöz’dü.

 

Flanör kavramını Paris pasajlarından, Fransız kuramcılardan, şairlerden biliyordum. Onların yazdıklarına sızan şehri ve sanatçı olmayı bir çeşit deneyimleme haliydi. Başı boş, avare, amaçsızca gezinme. Fakat bu deneyim erkekler üzerinden anlatılmıştı. Flanöz’de bu duruma dair detayları da bulabilirsiniz. Kitabın yazarı Lauren Elkin Paris’te bir kadın, bir kadın sanatçı olarak şehri deneyimleme halinin bir erkekten farklı olduğunu hisseder. Kadın olarak şehirde görünmez olma, sokaklara sızma, rahatça istediğin yerde boş boş zaman geçirme, aylaklık yapma halini kadınlık deneyimini de düşünerek Flanöz kavramıyla ifade eder. Bu durum birçok tartışmayı da beraberinde getirir. Bunun sadece bir erkek işi olabileceğini savunanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bu itirazların arasında kadınların böyle bir konfora sahip olamayacaklarını savunan görüş dikkatimi çekti. Oldukça kafa karıştırıcı bir tartışma bence. Bu durum sanatın sadece erkeklerin tek elinde olabileceği düşüncesine de çıkabilir. Netice tartışmanın beni ikna eden kısmında sözü Lauren Elkin’e bırakıyorum.

 

“Gelenekler ve toplumsal kısıtlamalarla ilgili konuşabiliriz ancak kadınların mevcudiyetini yadsıyamayız: onlar için şehirde yürümenin ne anlama geldiğini anlamaya çalışmalıyız. Muhtemelen cevap kadını eril bir anlayışa hapsetmeye çalışmaktansa o anlayışı yeniden tanımlamak olacaktır.

 

 

Zaman tünelinden geçmişe gittiğimizde, sokaktaki Baudelaire’nin yanından geçip giden bir flanözün daima var olduğunu göreceğiz.”(s.23)

 

Bir kadın ve bir yazar olarak şehirleri keşfetmem konusunda beni harekete geçirmişti. Ben bunu ne kadar becerebildim bilmiyorum. Yaşadığım ülke, belleğim, ilişkilerim, bilinçdışı korkularım, bütün bunlar o boşluk haline ne kadar izin verdi. Ama denedim. Kimi zaman maceracı kimi zaman korkak tarafımla karşılaştım. Bu yolculuklar bana içimdeki kadınları tanıyıp kabul etmeyi öğretti. Prag’da kaldığım otel bir striptiz kulübünün karşısındaydı. Kapısından gece gündüz çoğunluğu Ortadoğulu erkeklerden oluşan kalabalık bir turist topluluğu bekliyordu. Otelin alt katı masaj salonuydu ve kırmızı halıyla giriş yapıp sonra merdivenleri çıkınca masaj salonu ayrılıyordu. Eski püskü bir asansörle otele çıkıyordum. İlk akşam panikle dönüp resepsiyondaki kadına “bu sokak güvenli mi?” diye sormuştum. Oysa gelmeden önce epey araştırma yapıp güvenli bir yer tuttuğumu biliyordum. Sokak kendini eğlenceye bırakmışken ben otele yalnız vardığımda neler yaşarım diye düşünüyordum. Bunu Avrupalı bir kadın sormuş mudur, bilmiyorum. Resepsiyondaki kadın gülümsedi ve “evet güvenli,” dedi. Sonra içimdeki kadın beni yatıştırdı ve kendimi Prag’ın büyüsüne bıraktım.

 

Prag her şeyiyle beni cezbetti diyebilirim. İlk defa gittiğim için her yer yeni ve her yer görülmeye değerdi. Birkaç gün bu cazibeye kapıldım. Birçok yeri gezdim. Letna Park, Prag Kalesi, National Museum, Old Town gibi beni etkileyen birçok yer vardı. Defalarca gitmek isteyebileceğim bir şehir olacağını daha uçaktan indiğim anda hissetmiştim. Bu yazıyı yazarken de Jazz Republic diye bir mekânda içtiğim siyah biranın kokusu burnumdaydı. Ama ben gezdiğim mekânlardan çok Prag’daki beşinci günümde gördüğüm bir düşten bahsetmek istiyorum.

 

Elkin kitabını yolların ve yolculukların Tanrıçası Hekate’ye adamıştır. Kitap flanözlük üzerinden aslında kadınların sokakta rahatça yürüyebilme hallerini anlatır. Tanrıça Hekate de yazar da buna dahildir. Bu durumu kolektif bilinçaltı açısından yorumladım. Carl Gustav Jung’un ortaya attığı bu kavram rüyalar yoluyla da açığa çıkıyordu. Jung Rüyalar kitabında rüyaların hem toplumsal hem de bireysel anlamlar barındırdığından bahseder. Rüya görmenin ise bir çeşit dengeleme olabileceğinden. Toplu görülen rüyalar dönemden döneme değişebilir. Zamanın ruhu bize hangi rüyaları gördürüyor acaba? Savaş, deprem, göçmenlik, kapitalizm, teknoloji, küreselleşme, iklim krizi ve dahası.

Rüyalarımın şehri Prag’da rüyalarımla baş başaydım.

Peki bu rüyalar kimin rüyasıydı?

 

Bu yaz Prag’a gitme bahanesiyle Kundera’yı yeniden okumaya karar verdim. Kundera geç keşfettiğim bir yazar benim için. Okuduğum dönemde hem çok etkilendim hem de erkek karakterleri için ona sinirlendiğim de oldu. Öyle ya da böyle çığır açıcı, kışkırtıcı bir yazar. Yazdığım karakterlere onun roman karakterlerine yaklaştığı kadar yakından bakmayı çok isterdim. Müthiş bir birikim, deneyim. Gitmeden birkaç gün önce de. Ölüm haberi geldi. İçim buruk gittim Prag’a. Hüzün ve heyecan karıştı.

 

Kundera romanlarında tesadüfler üzerine çok düşünür. Tesadüfi görünen olayları alır büker, sorgular. Çoğunlukla da yaşananların bir tesadüften ibaret olması düşüncesiyle baş etmek  zorunda bırakır, hem roman karakterlerini hem okurlarını. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Tomas ve Tereza’nın tanışmasını bir tesadüf ile açıklar. Tomas, bir doktor arkadaşının yerine bakmak için bir kasabaya gider. Ve orada kaldığı sırada gittiği barda garsonluk yapan Tereza ile karşılaşır. Tomas bu durumu yıllar sonra Tereza’nın evden ayrıldığı bir dönemde daha çok sorgulamaya başlar. Bütün bu tesadüfler olmasa tanışamayacaklardı. Peki nasıl oluyor da bir tesadüf sonucu tanıştığın birini böyle hayatının merkezine alabiliyorsun? Tomas’ı bu soru çileden çıkartır. Diyelim bu hikâye bir tesadüf eseri. Peki ya gerçek hayat? Bu yaz ne oldu da yola çıkmak için Prag’ı seçtim. İlk sırada tabii ki, yazmaya olan ilgim, Kafka’nın şehri, Kundera’nın romanlarının başkenti ve görkemli yapıları. Bütün bunlar etkili olmuştu. Belki de daha fazlası. Evet romanda tesadüf yoktur. Peki gerçek hayatta var mıdır? Prag yolculuğum da kurmaca-gerçekliğin bir parçasıdır kim bilir?

 

Bir yerlere göç etme arzumuz, aidiyet sorunlarımız, yaşadığımız kentlerdeki mutsuzluklarımız. Yazdıklarına baktığımızda Kundera bunları en derinden yaşayan yazarlardan biri. “Sığınmacılık rüyası 20. Yüzyılın en tuhaf olgularından biridir.” der anlatıcı yazar Bilmemek’te. Kundera da Prag’ı siyasi baskılar sonucu terk eder. Fransa’ya yerleşir ama hemen her yazdığı romana Prag sızar adeta. Bazıları yine mekân olarak Prag’da geçer. Prag’ın görkemini düşününce bu durum makul görülebilir. Romanlarında bir şekilde Prag’a geri dönen, ayrılan kişilere rastlarız. Bilmemek’in İrena’sı gibi. Sovyet işgalinden sonra Fransa’ya iltica eden İrena, soğuk savaş bitiminde Prag’a doğru bir yolculuğa çıkar.

 

Gitme ve dönme arzusu. İstanbul’dan uzakta, evimi, belki bütün sorunlarımı orada bırakmışken, Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanındaki gibi bir hafiflik duygusuyla gezinirken Prag’da ondan bir iz aradım ama bulamadım. Kundera gündelik siyasetin kesin kılıcından geçmiş. İpin ucunda sallanırken o ilmeği kim bilir ne kadar boynunda hissetti. Hakkında birçok haber çıktı. Sevenleri olduğu kadar sevmeyenleri de vardı. Peki bedenlerimiz yer değiştirdiğinde bellek de siliniyor muydu? Bilmemek bununla ilgiliydi.

 

Yaşadığım şehir, İstanbul’da herkes bir yerlere gitmekten bahsederken İstanbul yılda yüzlerce sığınmacıya da ev sahipliği yapmayı sürdürüyordu. Gitmekten bahsedenler ve kalıp yerleşmek isteyenlerin şehri İstanbul.

 

Kundera’nın “Bilmemek” romanında Prag Baharı sonucunda kocasıyla birlikte Paris’e sığınmacı olarak yerleşen İrena bir süre aynı düşü görür. Daha sonra kocasının da aynı düşü gördüğünü hatta sığınmacı birçok kişinin de aynı düşü gördüğünü fark eder. Yani bütün göçmenlerin gördüğü kolektif bir rüyadır bu.

 

“İrena bütün sığınmacıların, istisnasız hepsinin aynı düşleri gördüğünü anladı. Önce, birbirini tanımayan insanların bu gece kardeşliği karşısında duygulandı, daha sonra ise sinirlendi: Nasıl olur da bir düşteki mahrem deneyim kolektif olarak yaşanabilirdi? Öyleyse, ruhun tekliği neredeydi? Acaba cevabı olmayan sorular neye yarar. Bir şey kesindi: Binlerce sığınmacı aynı gece boyunca, sayılmayacak kadar çok çeşitlemeleriyle hep birden aynı düşü görüyordu. Sığınmacılık rüyası: 20. Yüzyılın ikinci yarısının en tuhaf olgularından biriydi.”(s.17)

 

 

Ben de Prag’da kaldığım otel odasında bir düş gördüm. Rüyamda Prag’dayım ve bir kahveciden kahve alıyorum. Sıradayım. Garson Praglı bir kadın ile konuşuyor, kahve siparişini alıyor. Belli ki tanıdığı biri, kısa sohbette ediyorlar. Sonra sıra bana geliyor. Filtre kahve istiyorum ama sesim çıkmıyor. Garson daha çok bağırmamı istiyor. Ben tekrarladıkça o anlamıyor. Kendimi İngilizce ifade etmeye çalışıyorum. Fakat o bana Çekçe bir şeyler söylüyor. El hareketleri gittikçe agresifleştiğini gösteriyor. Ama tüm gücümle bağırsam da kimse beni duymuyor.

 

Dil tabii ki bir yazar için önemli, anadilimi konuşamadığım, yarım yamalak İngilizceyle anlaşmaya çalıştığım, Çekçe yer isimlerinin dahi karmaşık geldiği bir şehirdeyim. Kundera’nın sürüldüğü, Kafka’nın da yaşayıp türlü bunalımlar çektiği, ölümler görüp, hastalıklarla boğuştuğu bu şehirdeyim. Kafka Çekya’da Almanca konuşan, yazan bir yazardı. Kendisini Almanca’ya ait hissetmiş anladığım kadarıyla. Tüm görkemi ve güzelliğine rağmen Prag Almanlar ve Ruslar tarafından işgal edilmiş, yaşayan her bir Praglı belki de aile geçmişinde bu kolektif acının, yasın yükünü kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Benim de böyle bir düş görmem şaşırtıcı değildi.

 

Prag’ın başka bir yüzü diyelim buna.

 

Elkin, Lauren, Flanöz- Şehirde Yürüyen Kadınlar, 2018, Nebula Yayınları

Kundera, Milan, Bilmemek (Çev. Aysel Bora) , 2010, Can Yayınları