Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Eli, sağ kaburgasının ucunda iyice belirginleşmiş bezeye istemsizce gitti. İnce, uzun ve düzgün hatlı bu yeni parçayı tanımak istercesine bezede parmaklarını gezdirdi. Becerebilse, dayanabilse bir an bile düşünmeden mutfağa gidip en keskin bıçağı alacak ve içinden bu parçayı çıkaracaktı. Elini geri çekti Damla.
“Söyle bakalım, ne düşünüyordun,” dedi Ali, gülümsedi. Damla şaşırdı.
“Efendim.”
“Kafandan yine ne geçiyor bilmiyorum ama ifaden değişiyor o anlarda, en güzel yanı da farkında olmaman.”
Güneş doğmak üzereydi. Henüz kendisi ortalarda olmasa da turuncu fırçasını dallara, otlara, camlara çoktan daldırmıştı. Damla cevap vermedi. Ali, ellerini iyice bollaşmış eşofmanının ceplerine sokup sırtını esnetti.
“Kaşın, gözün, kaz ayaklarınla sessiz bir konuşma yapıyorsun sanki,” dedi sonra. Koltuktaki ince battaniyeyle Damla’nın omuzlarını örttü. Kaygan kadife battaniyenin altından olmayan kolun eksikliği daha net beliriyordu. Yavaşça yükselen güneş Damla’nın uykusuzluktan çökmüş gözaltlarını yaladı önce, sonra yüzüne çöreklendi.
“Ben çay koyayım. Prenses börek ister mi bakalım?”
Ali eğildi, Damla’yı yanağından öptü. Kadının battaniyeyle sarılı sırtını güçlü kollarıyla arkadan kavradı, Damla’yı boynun-dan öptü. “Buradayım ben, her zaman da burada olacağım,” deyip mutfağa gitti.
Damla, içindeki her şey yepyeni olan bu eve henüz alışamamıştı. Sol eliyle hafiften kaymış battaniyeyi düzeltmeye çalıştı. Yakalamaya çalışsa da battaniyenin işini kolaylaştıran boşluk yüzünden yağ gibi aktı omuzlarından ağır kadife. Sağ kolu varlığını ispat edemeyeceği ama inandığı her şey gibi bas-bayağı, kanlı canlı oradaydı. Hatta bazı geceler yıkımın olduğu gece dev kolonun sağ koluna yığıldığı o andaki gibi ağrıyordu. O anlarda eliyle sıkıp sıvazlamak, azıcık rahatlatmak istiyordu kolunu ama yerinde bulamıyordu. Güneşin ışıldayan inadından nefret etti bir an. Bir an bu yeni olan evden, yeni çöp kovasın-dan, jilet gibi mutfak eşyalarından, daha giymeye fırsat bulamadığı yeni kıyafetlerden, daha önce defalarca okuduğu, üzerlerine notlar aldığı, altını çizdiği kitaplarının yerine arsızca dizilmiş kitaplardan, deforme bedeninden ve yeni gelip bedenine yerleşmiş kistten nefret etti.
Metalin şıkırtısıyla kafasını çevirdi. Sağ elindeki poşeti neşeyle havaya kaldıran Ali, “Sevdiğin börekten aldım,” dedi. Ali’nin güçlü, kaslı, tişörtün altından beliren damarlarıyla iştah açıcı ve yaşam dolu sağ koluna baktı. Kendi sağ kolu boşluğu delercesine sızladı. O geceki gibi…
“Ben biraz uzansam, sonra yesem olur mu,” dedi Damla. Ali’nin cevabını beklemeden yerde bir su birikintisi gibi sessiz duran battaniyenin üzerinden geçerek karanlık yatak odasına gitti. O çok sevdiği nevresim takımını özlüyordu. Bulabilmek için belki iki üç senedir uğraştığı sert yastığı, annesinin her birini geceler boyu sabırdan kaleler inşa ederek uç uca ekleyerek işlediği kırkyama yatak örtüsünü, Kütahya’dan aldığı el yapımı gece lambasını, yıllar önce görev yaptığı iş yerindeki arkadaşının annesinden hediye gelen gül desenli beyaz patikleri… Be-tondan bir canavar hepsini yutup gitmişti. Sol kolunu göğüslerinden aşırıp sağ kolunu aradı eliyle. Kolu önemli değildi, kolu olmasa da başarabilirdi ama ev… Ev artık bir ev değildi. Evin iki kolu, bacakları, gözleri, kulakları hepsi gitmişti. Canı alınmış bir hayvanın içi boşaltılıp geri doldurulmuş ve sürekli göz göze gelmek için duvara asılmış bir kafa gibiydi ev artık. Gözlerinin içine biraz uzun baksan sanki canlanıp sana nefretini sunacak donuk bir kafa.
Bir çatı, dört duvar, yatak, banyo… İçinde var olan her şeyden ve her yerden kaybedilenin, yitenin çığlık çığlığa fışkırdığı bir plastik oyuncaktı sanki ev artık. Yıllarca tuttuğu günlükler, kullanmaya kıyamadığı kalemler, eskiciden aldığı gümüş kül tablaları, anneannesinden kalma gaz lambası, el örgüsü bebeklik hırkası ve arkalarına tarih attığı yüzlerce fotoğraf… Şimdi telefonunda yakın geçmişini sonsuza sabitleyen yüzlerce fotoğraf yanıp kül olsa çektiği koca bir nefesle üfleyip hepsini boşluğa şutlardı düşünmeden belki ama… Hani şu iki halasının yan yana oturduğu, kendisinin de ikisinin ortasına kurulduğu, elindeki plastik tarağı ağzına soktuğu siyah beyaz fotoğrafın enkazda yitip gitmesini kabullenemiyordu. Üzerinde ne vardı hiç dikkat etmemişti. Fotoğrafa her bakışında halalarının gençliklerine, güzelliklerine, kendi tombul yanaklarına bakıp dur-muştu. Mesela halalarından birisi belinden sarmıştı Damla’yı ama hangisiydi hatırlamıyordu. Kıyafetinde çizgiler mi vardı yoksa desen yok muydu, bilmiyordu. Bebekliğinden kalan bu tek fotoğraf artık sonsuza kadar yok olmuştu.
Gözlerini tavana dikti. Loşlukta bunca betonun ne kadar ağır olabileceğini eğdi, tarttı, düşündü. Aklı da almadı. Bir kez daha üzerine yığılsa tüm bunlar sanki bu kez hiçbir şey hissetmeyecekmiş gibi geldi bir an Damla’ya. Yatağın sağ tarafı Ali’nin, sol tarafı Damla’nındı. Ali’den mutfağı aşıp gelen tıkırtıları dinledi. Olmayan sağ elini sağ yanağının altına yerleştirdi, sağa onun tarafına döndü. Ali’nin başının yastıkta oluşturduğu boşluğu inceledi. Gözünden bir damla yaş süzüldü, boşluktan sızıp yastığına indi.
“Ali,” diye seslendi. Sesini duyuramadı. Derin bir nefes alıp tekrar bağırdı. Ali mutfaktan koşup geldi.
“Uyuyamayacağın belliydi zaten,” dedi. Güçlüydü Ali, güneş gibi umursamadan devam ederdi yola. Yeniden ve yeniden doğardı. Doğmakla kalmaz etrafına da bulaştırırdı aydın-lığı. Belki bu yüzden Ali’nin sağ kolu hala yerindeydi. “Gel, biraz yanıma uzansana,” dedi Damla. İkiletmeden Damla’nın yanına, kendi yerine uzandı Ali. Damla bedenini düzeltti, ikisi de sırt üstü yatmış tavana bakıyorlardı. Tavan onlara bakabilseydi dört bacaklı, üç kollu bir canavar olduklarını düşünebilirdi karanlıkta. “Özür dilerim,” dedi Ali. “Damla, gerçekten özür dilerim.”
Damla, bebeklik fotoğrafında üzerinde ne olduğunu düşünüyordu. Ali, yatağın üzerinde pelte gibi uzanan sol eliyle Damla’nın sağ elini tutmak istedi. Aradığını bulamayınca Damla’ya fark ettirmeden sol elini yumruk yapıp sıktı. O da alışamamıştı bu eksikliğe.
“O gece evden gitmeseydim,” dedi Ali, “keşke kapıyı çırpıp gitmeseydim de yanında olsaydım.”
Damla, elini kaburgasındaki bu yepyeni kiste götürdü yine istemsizce. Çok kavga etmişlerdi o gece, dünya tepelerine inmişti sonra. Ali, öfkeyle kapıyı çarpıp sakın arkamdan gelme diye bağırdıktan sonra çekip gitmişti. Damla, yatakta kendi tarafına değil Ali’nin tarafına yatmıştı. Yorgun başını, Ali’nin yastığındaki boşluğa yerleştirip ağlayarak uykuya dalmıştı. Ali’nin tarafındaki kolon inmişti üzerine.
“Hani eski evde buzdolabına yapıştırdığım bebekli fotoğrafım vardı ya,” dedi Damla. “Halalarımın kucağında oturduğum.”
“Evet,” dedi Ali. “Biliyorum canım, bilmez miyim?”
“Üzerimdeki kıyafeti hatırlayamıyorum Ali. Keşke cep telefonumla tüm eski fotoğraflarımızın da fotoğrafını çekseymişiz.”
“Nasıl hatırlamıyorsun,” dedi Ali, yatakta doğruldu. “Üzerinde yatay çizgili bir uzun kollu badi var. Altında da o badinin beyaz pantolonu var çünkü pantolonun paçalarında da üstteki çizgilerden var.”
“Evet, evet sen deyince hatırladım,” dedi Damla. “Ne zamandır bunu düşünüyordum biliyor musun?”
Ali, Damla’ya sarıldı. Bir süre konuşmadan durdular.
“Ben ağzımdaki tarağı hatırlıyorum sadece,” dedi Damla, uzun zaman sonra cılız bir kahkaha bile attı.
“Açlığa dayanamazsın sen,” dedi Ali, güldü. “Hadi kalk, börek ısıtayım sana.”
“Sanırım bu kisti aldırmaya artık hazırım,” dedi Damla. Kalkıp yeni evinin, yeni yatak odasının, yeni perdelerini ilk kez sonuna kadar açıp mutfağa gitti.