Halamın kaçıp bize saklanmasının üzerinden altı gün geçti. Akşamüzeri bir vakitte palas pandıras dalıvermişti konduya. Üçümüze de öfkeyle bakıyordu. Ne oldu sana desem, bilmez gibi konuşma deyip saldıracaktı sanki. Koşarak arka bahçeye çıktı. Etrafı kerpiç duvarlarla çevrili bahçenin en uzak köşesinde durdu. Sonra dizlerini büküp ayakları kalçalarının her iki tarafında dışa doğru gelecek şekilde toprağa oturdu. Zayıf kollarını göğsüne yapıştırıp ellerini dizlerinin arasındaki boşluğa koydu. Orada öylece kaldı halam. Kondunun bahçeye açılan kapısında sakinleşmesini bekledim bir süre. Solukları yavaşlayınca yanına gittim. Elimdeki tası kapmasıyla kafasına dikti. Suyun büyük kısmı ağzının kenarlarından döküldü. Boğuk, tırtıklı bir sesle mırıldandı.
“Su getir, daha çok su.”
Teninin olağan haliymişçesine benimsediğimiz eski morluklarına yenileri de karışıp vücuduna yayılınca, dalga dalga bir renk cümbüşüne dönüştü halam. Elbisesinin kapatamadığı etler mavi, mor, yeşil, yer yer kırmızı. Kendi sarışınlığı eser miktarda. Bakması zordu cümbüşe. Zaten o da bunu biliyormuşçasına gözlerini kapıya yakın bir noktaya sabitleyip sustu. Aklındakilere ulaşabilmek için suratındaki zamansız çizgileri takip ettim. Her biri başka bir yerde bitti.
Halam benden iki yaş küçük. Sayısız düşükten sonra zor bela babamı doğurup da büyüten ninemin eceli sayılıyor. Boşboğaz komşulardan duyduklarıma göre, annem eve gelin getirildiğinde babamın toy fantezileri dedemi de azdırmış. Ninem bebek karnından çıktığı an ölmüş. Koşa koşa gitti hakiki dünyaya demişti ya biri, kimdi acaba…
“Gözetleyip durma şunu. Ne halt yiyorsa yesin o pis bahçede.”
Kapı aralığından halamı yoklarken gene sinsice yaklaşmış yanıma Hacer. İrkilip sıçrasam da sırtımı ona, başımı bahçeye çevirdim hızlıca. Soğan kokulu nefesi ensemde gezinirken fısır fısır konuşmasını sürdürüyordu.
“Bugün de girmedi içeriye. Girmesin de geberesice.”
Konduya geldi geleli sinsiydi ya geldi geleli de sevmedi halamı. İçine şeytan kaçmış diye bütün mahalleyi ayaklandırdığı günler oldu. Üfürükçülerden umduğu medetler de ayrı. Ona yıktığı işleri bitirdikten sonra ortalarda görünsün, konuşsun istemezdi. Öyle de olurdu ama, bazı geceler halam inleyip ağlamaya başladığında Hacer de zıvanadan çıkar ya döverdi onu ya da bas bas bağırırdı. Bilseymiş kızın bu deliliklerini, mis gibi kondusunu bırakıp gelmezmiş. Onun tepkileri dedemi de soğuttu halamdan. Bir süre geveleyip dursa da kendi kendine, patlayıverdi sonunda.
“Ben bu ecinniyle aynı odada kalmam, can güvenliliğim yok. Vallahi de yok, billahi de yok.”
Ne geceydi. Hacer’in arkasına geçip saydıkça saydı, sövdükçe sövdü.
“Gelin haklı, içine şeytan kaçmış bunun. Boğazlayacak, doğrayacak dersin az sonra. Gördün mü, bak bak bak, şu nankörün bakışlarına bak.”
Bir babanın on iki yaşındaki kızından korkması ilginçti. Dedemin yatağı birkaç ay boyunca sofaya kuruldu, ölür ölmez de satıldı. Karşı kondunun duvarını gören penceresiyle karanlık odaysa halama kaldı. Hacer ilkin bu işe de epeyce bozuldu ya halam artık geceleri ağlayıp onu uyandırmayınca sustu. Üstüne bir de evlendirilince tamamen rahatladı. Şimdi, yılların rahatlığını unutup şuncağızın bahçede kapladığı minnacık yerin derdine düştü. Halbuki bizim bahçe atılacak ya da bir enayi bulunduğu takdirde satılacak çer çöple doludur. Eskiden tenekelere dikilmiş onlarca bitki vardı. Kimisi yenen, kimisi koklanan. Bitkilerle ilgilenmemi hayranlıkla izlerdi halam. Suratındaki hınzır gülüşten kim bilir yine hangi hayalin koynunda diye düşünürdüm.
“Hey. İt yerine koyma da cevap ver.”
Yüzümü Hacer’e çevirdim bu kez. Zıtlaşmaya gelmez.
“Yemek yedi mi peki?”
“Yiyecek karı kalkar mutfakta yer. Çok üzülüyorsan koy tabağa götür de zıkkımlansın.”
Hacer benden de hoşlanmazdı fakat bir açığımı yakalayamadığından sataşmazdı. Günün yarısında okuldaydım, diğer yarısında da amcasının ustabaşı olduğu konfeksiyonda. Tatillerde bütün gün. Haftalığımı onun cebine koyardı amcası. Annem kaçtıktan hemen sonra getirildi Hacer. Derimi yüze yüze beni yıkadığı ilk gün fısıldadıklarını hiç unutmadım.
“Uykuda yatağa işersen çanına ot tıkarım, anladın mı?”
Anlamıştım. Hiç altıma kaçırmadım. Kâbus da görmedim. Ezberlediğim birkaç duayı yatmadan önce onar yirmişer okuyarak korudum kendimi. Halamı da tembihlemiştim mutlaka oku diye, oralı bile olmadı.
Mutfağa geçtim. Yiyecek bir şeyler hazırladım. Tepsiyle bahçeye geçeceğim sıra divana kurulmuş Hacer’le göz göze geldik. Söyleyecekleri var belli.
“Haber salmış Veli. Akşama kadar kendi ayağıyla dönmezse, tepemize yıkacakmış konduyu.”
“Kim dedi.”
“Komşular dedi, kim diyecek.”
“Sen ne dedin?”
“Gelsin alsın dedim, alsın da götürsün. Sanki meraklıyız deliye.”
Halam da bize meraklı değil. Geldiyse, sırf ben buradayım diye geldi. Bir keresinde, gene renk cümbüşü içindeyken ziyaretine gittiğimde, birbirimizin yüzüne bakmadan konuştuklarımız halen kulaklarımda.
“Neden boşanmıyorsun?”
“Boşanmak için evlenmek gerekir.”
“Peki neden kaçmıyorsun? Bize gelebilirsin.”
“İnsan kaçınca kurtuluyor mu? Hem de Veli’den. Hem de sizin eve.”
“Buradan iyidir.”
“Değil.”
“Hiç mi güzel bir anın yok bizim evde?”
“Var tabii. Sen varsın. Bir gün gelirsem, sen oradasın diye gelirim. Bana göz kulak olacağını biliyorum.”
Halama yeteri kadar göz kulak olabilmiş miydim? O ve ben, iki küçük insan, günışığında kondurulmuş evlerin duvarları arasında sıkışıp kaldık. Döndük dolaştık da her seferinde o duvarlara yeniden tosladık. Hacer’in sesiyle toparlandım. Elimdeki tepsiyle dalmışım meğer.
“Söyle ona, defolsun gitsin. Elin azmantısını da düşman etmesin bize.”
“Giderse olabilecekleri biliyor…”
“Bana ne ki.”
Cümlemi tamamlayamadım. Hacer işte. Dinlemez ki. Tülün arkasından sokağı kolaçan etmesini fırsat bilip ayrıldım oradan. Biraz daha dursam, iyice canımı sıkacak.
Kapının gıcırtısıyla başını kaldıran halam gözlerini kıstı. Yaklaşmakta olan alelade bir yabancıyı tanımaya çalışır gibiydi. Takındığım o uyduruk coşkunluğa da kanmadığı ortada.
“Bak sana ne getirdim. En sevdiğin çorba. İçine ekmek de doğrayacağım.”
Gelişime sevinmemişti. Oysa eskiden dedem kahvehanede, Hacer dışarılarda bir yerde, babam da uykudayken yalnız kaldık diye nasıl sevinirdik. Oyalanmadan sohbete, oyuna girişirdik. Ben ona okulda öğrendiklerimi anlatırdım, o bana evdeki işleri. Sonra, konfeksiyondan arakladığım kâğıdı çıkarırdım çantamdan.
“Hadi gel resim yapalım. Boya kalemleri son ütücü abinin hediyesi, Hacer duymasın ha.”
Hoplaya zıplaya damlardı halının ortasına.
“Bu tarafına ben, bu tarafına da sen çizeceksin. Tek kağıdımız var.”
Kafasını sallar, beklerdi. Sıra ona gelince de iştahla çizmeye başlardı.
“Burası neresi?”
“Köy.”
“Köy mü? Bizim köyümüz yok ki.”
“Benim var. Hayalimde yani.”
“Beni de götürsene o köye.”
“Dalga geçme.”
“Geçmiyorum.”
“Gülüyorsun.”
“Peki, peki gülmeyeceğim.”
“Yine de götüremem. Hayaller tek kişilikmiş.”
“Pışık, kim diyor onu.”
“Rüyamda duydum galiba.”
“Sen ağaçları çok mu seviyorsun?”
“Evet.”
“Niye ki?”
“Çünkü onlar gökyüzüne kadar uzayabiliyorlar. Güzel kokuyorlar. İstedikleri kadar da uyuyorlar. Dallarına sürüsüyle kuş konsa da uyanmıyorlar. Ne şanslılar değil mi?”
“İyi ki bir kere ormana pikniğe götürdük seni. Ağaç aşığı kesildin başımıza.”
“Hacer’e benzedin.”
“Iy, iğrenç.”
“Bence de.”
“Hem bu ne biçim ağaç, bir sürü farklı çiçek var dallarında.”
“Özel bir ağaç.”
“Köyde mi yetişiyor sadece.”
“Evet, benim köyümde.”
“Meyve ağacı falan mı?”
“Cinsi yok, ağaç işte. Çiçek ağacı diyebiliriz belki.”
Hep aynı çiçek ağacını çizerdi halam. Her çizişinde daha da uzardı ağacın boyu. Dalları daha da çiçeklenir, kökleri kalınlaşırdı. Keşke herkes öldükten sonra ağaç olsaydı. İstediğinin gövdesine tırmanıp boynuna sarılır, yapraklarının arasında saklanırdı. Halamın hayalleri gözümüzde canlandıkça gülerdik. Babam uyanmasın diye sessizce. Gerçi babam kolay kolay uyanmaz. Hacer bağırır o uyur, evde yiyecek bir lokma ekmek bulunmaz, dam akar, odun biter o gene uyur. Beni de defalarca uyumaya teşvik etmişti. Kimi geceler, dedem de henüz yaşarken, halamın derinlerden gelen inlemelerini duyduğumda odasına gitmeye yeltenirdim. Babam ensemden yakalayıverirdi. Suratımın ortasına patlattığı şamarla küfürleri yarışırdı doğrusu.
“Yat da zıbar orospu çocuğu. Elli kere söyledim kâbus görüyor diye. Öğrenemedin gitti.”
Çaresiz yatağa girerdim. Ertesi gün halama neden bu kadar sık rüya gördüğünü sorduğumda susardı. Tıpkı şimdiki gibi küser de günlerce, haftalarca konuşmazdı.
Tiksinç bir koku almışçasına yüzünü buruşturdu halam. Gözlerini de dudaklarını da sımsıkı kapadı. Gözlerini kapamasıyla bir nebze rahatladım. Öyle acıyordum ki haline, yakınına gelince doğru düzgün bakamıyordum ona. Uzaktan izlemek kolaydı. Yine de bir tuhaflık sezdim. Havanın yavaş yavaş kararmasından mı bilmem, o da kararmış gözüktü bir an bana. Tenindeki alacalı renkler birleşip tek bir renge dönüşmüş. Bakışlarımı yere çevirdim.
“Hatırım için de yemez misin?”
Cevap vermese de açlığa dayanamaz yer ümidiyle tepsiyi önüne bıraktım. Aslında her seferinde bırakırdım da yemek kokularından midesi bulanıyormuş. Yerden doğrulurken ansızın ilgimi çeken şeyle afalladım. Dizlerimin üstünde emekleyerek usulca yaklaştım göremediğim ayaklarına doğru. Halamın iki bacağı da dizkapaklarının üstüne kadar gömülüydü. Mahallenin toprağı yumuşaktı ya yiyip yuttuğu konduların sayısı da epeyceydi. Onu da kurnazlıkla yutmaya kalkışmasından şüphelendim. Toprağı eşeleyeceğim sıra, halamdan ilk kez işittiğim tiz bir çığlıkla ürperdim. Geri çekileyim derken yalpalayıp düştüm. Kulaklarımdaki çınlama sürerken, yeşil gözlerini üzerime dikti. Ne zaman yeşillenmiş gözleri. Aynı anda kondudan da bağırtılar yükseldi. Hacer feryat figan. İçeriye koşmakla orada kalmak arasında ikirciklendim. Dedikleri doğru muydu, ecinni miydi gerçekten halam. Omuzlarını yükseltip başını eğdi. Yüzünde yalnızca onu tanıyanın sezebileceği bir tebessüm belirdi. Ani tepkisinden pişmandı. Kollarını yanlara doğru açarken, koltukaltlarından parmak uçlarına değin uzanan lifleri fark ettim. Kabuklaşarak etleri sarıyorlar. Ben de mi kâbus görmeye başlıyordum?
Halamın saçları yağdan pasaktan büsbütün keçeleşip katılaşmıştı. Her bir lülesi incecik bir ağacın incecik dalları misali sertçe iniyordu sırtından. Bir mızrağın ucu kadar sivri hepsi. Boynu çenesinin altına doğru uzayan çatlaklarla kurumaya yüz tutan bir gövde. Yoğun fındıki renkte. İrinli yaraların öbek öbek kabuklaşıp kabarması benzeri pütürlü. Kabukların çevresi ipince beyaz. Pul pul, toz toz. Çatlakların aralarında saklanan binlerce kurtçuğun uğultusu doldu adeta kulaklarıma. Kafam karmakarışıktı. Bağrı da boynuna, kollarına uyumla sertleşip kabuklaşmış. Bir iki yerden de sürgün vermiş. Sürgünlerin ucundaki tomurcuklara dokunacakken durdum. Doğrusu korktum. Halamın, Veli’nin sesinden korkması kadar belki de. Derince bir inleme tutturdu yine. Altı gündür bedenindeki morluklar dışında hiçbir değişikliği fark edememişim. Geldiğinde de mi böyleydi? Hatırlayamıyordum. Yanına her gidişimde konuşup da dertlendiğim şeylerden utandım birden. Sağı solu kolaçan eder gözükerek anlattıklarımdan.
“Bugün konfeksiyonda canımı çıkardılar.”
“Haftaya mezun oluyorum biliyor musun?”
“Buradan çok uzaklara gitmeyi umuyorum.”
“Kimseyi çekecek halim kalmadı.”
“Bir gün bir evim olursa, asla bu eve benzemeyecek.”
Veli’nin bağırtısı arttıkça, konduda bir şeyler kırılıp döküldükçe daha da çok utandım. Yapamadıklarımdan, yapmak istediklerimden. Halamın rengi gittikçe koyulaşıyor, Veli’nin ta içerden bahçeye taşan emirlerini işittikçe lüleleri yukarı doğru kalkıyordu.
“Gir lan içeri, getirtme beni oraya.”
Gövdesi titriyordu. Fırtınanın ortasında sahipsiz kalmış körpecik bir fidanı andırdı gözümde. Hissettiği korkuyu sezmemek imkânsız. Tebessümü kaybolmuştu. Ağlıyor görünse de tek damla gözyaşı yoktu kabuklarda. Konduya gitmeliyim. Gidip bahçeye çıkmalarını engellemeliyim. Onu bu halde görmesinler. Hemen geleceğim, sakın korkma dediğimi duyup anladı mı bilemeden fırladım yerimden.
Kapıyı açmamla Veli’yle karşılaştım. Aceleyle girip tülü çeksem de benden atikti, tülü kornişinden yırtıp attı. Yine de becerip kapatabildiğim kapının önünden çekilmedim. Veli’yle bir süre yol kesmece oynadık. Bahçeye çıkmak istedikçe izin vermedim ona. Küfretti, yumruğunu kaldırdı, dimdik durdum. Camdan halamı görmeye uğraşırken araları sararmış dişlerini sergilemekten çekinmedi. Babamla Hacer birkaç adım gerideydiler. Babam duvara sırtını yaslarken mayışık sesiyle mırıldanıyordu.
“Bırak da çıksın.”
Şaşırmamıştım da madem gönderecekti halamı onca hengâme neyin nesiydi. Hacer telaşla koşup Veli’yle aramıza daldı.
“Çekil kapıdan. Halanı alamazsa verdiği parayı geri alacakmış. Para mı kaldı bizde.”
Veli’nin yüzündeki pişkin sırıtış iyice belirginleşti. Göğsünü gerdikçe gerdi. Ellerini kıçının arkasında bağlarken Hacer’i de babamı da küçümseyerek süzdü.
“Defolu malı çaktığınız yetmedi, parasını da afiyetle yiyip bitirdiniz demek. Vay, vay, vay. Aç köpekler sizi.”
Babam yatağına girmeden uykuya geçmişti. Esnerken gözleri kapanıyor, ağzından çıkanları anlamak zorlaşıyordu.
“Uzatma işte oğlum. Çiçek’i al da git. Konuştuk anlaştık nihayetinde.”
Hacer dudaklarının kenarında biriken tükürükleri parmak uçlarıyla sildi. Diliyle üst dudağını şişirdi. Bir şapırtı patlattı ki öyle yayvan, öyle berbat. Veli kolumdan tutup itti beni. Tekmeleyip açtığı kapıdan bahçeye çıktı. Ben de arkasından tabii. Ancak çıkar çıkmaz ikimizde donakaldık. O benden de şaşkındı. Sonra halama doğru birkaç adım daha ilerledik, usulca. Veli pörtlek gözlerini onun üzerinden çekip bana dikti. Ağzı bir karış açıktı. Muhtemel o ya, bir açıklama bekliyordu ama hiçbir açıklamanın da görüneni aydınlatamayacağını bilircesine kafa sallıyor, suratını astıkça asıyor, belki de kaybettiği parasına hayıflanıyordu. Veli’yi geçip daha da yaklaştım halama. Vaziyetine baktıkça bahçeye sığınmasının nedenini çözüyor, tıpkı onun gibi benimde o bahçeye kök salmaya başlayacağımı seziyordum. Bile isteye duvarlarımdan biri olmuştu artık. En yenisiydi. En kaçılamayacak, atlanıp da aşılamayacak olanı. Hacer var gücüyle bağırıp babamı çağırıyordu. Sesinde bir bayram havası, piyango çıkmış edası.
“Koş ulan koş. Üç beş çaput falan bul. Komşulara da haber sal. Bahçede yatır çıktı de.”