- Sivas hüznü
Zaman görecelidir: Kimine göre göz açıp kapayıncaya dek ansızın gelip geçer zaman, kimine göre sanki hiç geçmeyecekmiş gibidir günler, aylar, yıllar.
Demek otuz yıl olmuş Sivas’ta öleli. Yandık mı yoksa o yangında dumandan mı boğulduk bilemedik. Yıkık bir imparatorluktan Cumhuriyete uzanan yolda “irade-i milliye”ye ev sahipliği yapmış kongre şehri Sivas’ta bir otele kıstırılıp, saatler boyunca kuşatılacağımız, sonra da göz göre göre yakılacağımız doğrusu hiç aklımıza gelmezdi…
“Acılara tutunarak” yaşayışımız yeni değil; çetelesini tutmak neye yarar, böylesi derin acıları daha önce de yaşamadık mı? Hep direnmedik mi? Her seferinde o derin acılarımızı içimize gömmedik mi? Hiçbirini unutmadık ama. O acıları kültürle, sanatla, edebiyatla, müzikle, dansla, tiyatroyla, resimle, fotoğrafla, en silinmez harflerle önce belleğimize kazıdık sonra da bilincimize. Geleceğe yazılmış yazılarımızla “ötekilere bıraktık” o günlerin acısını. Her acıda “kendimizi yıkıp yeniden kurduk”. “Acıyı bal eyleyip” geldik bugüne…
Acıyı da sevinci de hüznü de mutluluğu da kalıcı kılan sanattır. Tarih olayları kaydeder, sanat ise duygu ve düşünceleri.
- “Yanık kokusu”ndan geriye kalan
2 Temmuz 1993 Cuma akşamı “dışarıda” höykürüşler, bağırışlar, “içeride” ise umarsızca atılan çığlıklar arasında Sivas’ta Madımak Oteli’nden yayılan “yanık kokusu” o günden bugüne burnumuzun ucundan, belleğimizden, yüreğimizin derinliklerinden bir an bile gitmedi. Bu dayanılmaz acının hemen ertesinde, “sıcağı sıcağına”, Edebiyatçılar Derneği kolları sıvayıp bugün belge niteliğindeki Sivas Kitabı–Bir Topluöldürümün Öyküsü (1994) kitabını yayımladı. Tanıklıklar, haber ve yorumlar, dergi yazıları, demeçler, gazete kupürleri, ölenler, öldürülenler, içlerindeki en derin sızıyla, “Sivas acısı”yla hayata tutunmaya çalışanlar… O yangın yerinde hayatını kaybedenler arasında müzisyenlerin, semah dönen genç kızların, delikanlıların yanı sıra Edebiyatçılar Derneği’nin üyeleri de vardı. Şair Behçet Aysan vardı, şair Metin Altıok vardı, şair Uğur Kaynar vardı, karikatürist Asaf Koçak vardı, edebiyat tarihçisi Asım Bezirci vardı. O yangından kurtulsa da sonrasında kalbi bu derin acıya dayanamayıp Sivas Acısı’yla (1995) aramızdan ayrılan Aziz Nesin vardı. Yıllar yılı o onulmaz acıyla aramızda yaralı bir ceylan gibi dolaşanlar vardı. Şair Zerrin Taşpınar vardı. Öykücü Lütfiye Aydın vardı…
O yangından bedenini zar zor kurtaranlardan şair Zerrin Taşpınar Tavra (1995) adlı uzun bir “nehir şiir” yazdı o günlerin sıcağında. Tavra, Sivas’ın içinden geçen, şehri ikiye bölen derenin adıdır. Zaman zaman kurumaya yüz tutsa da, şehrin atıklarıyla kirlense de yüzyıllardır öylece akar durur… Şu dizeler o şiirden:
“şiddeti kutsayan dünya hoşça kal
kendi kanında boğul kendi alevinle yan
dilini tut, ayağını zincirle
yüreğini çıkarıp göm en eskil mağaralara”
O yangından bedenini zar zor kurtaran ama dostlarının arkadaşlarının cansız bedenlerini orada bırakan bir şairin derin hüznüdür baştan sona Tavra’da anlatılan. Bu yanık kokusundan şair Zerrin Taşpınar’ın payına “acısı ve alkışı bol bir ülkede” her şeye rağmen yaşamak düştü:
Bir salkım güneş düşüyor dallardan
küskün, susuyor kalbimin mavi ötüşlü güvercini
soruyor, gökkuşağıyla çevrelenmiş boynunu ölüme uzatarak
“Nedir ağıtı ve alkışı bol bir ülkede yaşamak…?”
O yangından bedenini de ruhunu da ağır yaralı olarak kurtarabilen edebiyatçılardan biri de Lütfiye Aydın’dı. Daha sonra o gün yaşadıklarını anlatırken “Dünyanın gözü önünde aslanın ağzına atıldık” diyecekti.
O hiç eksilmeyen yanık kokusunu Kül Tablet’te, (1997), Tsunami’de (1998), Gri Gül’de (2005) anlattı.
Fatih Atila, katliamın 10. yılı anısına Ölü Canlar’ı (2003) yazdı. Gogol’ün ünlü romanı ile aynı adı taşıyor Fatih Atila’nın romanı. Gogol’ün romanındaki “canlar”; toprağa bağlı, onunla alınıp satılan, ölü ya da diri kayıtlarda birer sayıdan ibaret olan köylülerdir. Fatih Atila’nın romanındaki “canlar” ise, Anadolu kültürünün “can” diye tabir ettiği “insan”dır. Ölü de olsa yine de “can”dır. “Ölü Canlar”dır… Fatih Atila’nın bu romanına birkaç ay önce Kayseri’de bir sahafta rastladım. Sanırım bir ev kütüphanesinden toplanmış. Elime alıp kitabı şöyle bir karıştırdım. Özenle okunmuş, neredeyse hiç yıpranmamış. Kitabın sayfaları arasındaki ayraç dikkatimi çekti. Kartondan makasla kesilmiş bir kitap ayracıydı. Dik durması için gömleklerin yakasına sarılan beyaz kartondan kesilmiş bir karton parçasıydı sanırım. Ayracın üzerinde siyah çini mürekkebiyle ve inci gibi düzgün bir el yazısıyla şu cümle yazılıydı: “Türk Ulusu tarihte geçirdiği en zor dönemlerde bile böyle vahim bir olay görmemiştir.” Bir yüksek yargı mensubunun dava dosyasına giren bir sözüdür bu. Fatih Atila bu sözü dava dosyasından alıp romanının girişine taşımış. Romanın “öz”ünü oluşturan önemli bir söz.
Burhan Günel, Ateş ve Kuğu’yu yazdı 2004’te. Ateşin yakıcılığının, isin, dumanın, karanlığın karşısına kuğunun zarifliğini, aklığını, doğallığını koydu; ölümün karşısına yaşamı…
Bir de iki kızın, Eren Aysan (Behçet Aysan’ın kızı) ile Zeynep Altıok’un (Metin Altıok’ın kızı), babalarının ardından yazdıkları 25 Yıllık Ağıt, UnutMADIMAKlımda (2018) var. Şu satırlar o kitaptan: “Ne acılar çektik zaten vardılar… Bu sızı yirmi beş yıllık değil. Babalarımız göz göre göre yandılar!”
Orhan Tüleylioğlu, Merdivende Üç Şair’i (2012) yazdı. Merdivendeki o üç şair: Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar… Kitaba adını veren fotoğraf, Battal Pehlivan’ın 2 Temmuz 1993 günü Madımak Oteli’nin içinde çektiği o ünlü fotoğraf… Tüleylioğlu, bu kitabın ardından Yüreklerimiz Hâlâ Yangın Yeri: 2 Temmuz 1993’ü (2013) yazdı.
Hidayet Karakuş, “koca ülkenin yüreğini yakan” o “yanık kokusu”nu anlatmak için Şeytanminareleri’ni yazdı (2010).
Genco Erkal, Sivas 93 adlı oyunuyla (2008) “Sivas katliamı”nı sahneye taşıdı.
Kişisel ve toplumsal belleğimizde derin izler bırakan Sivas katliamı üzerine çok sayıda araştırma ve inceleme kitabı yayımlandı. Romanlar, öyküler, şiirler yazıldı. Daha da yazılacak…
- “Sizin için ölüyorum”
Sivas’taki katliamdan birkaç gün sonra Memet Fuat Cumhuriyet’te Asım Bezirci’nin ardından “sizin için ölüyorum” başlıklı bir yazı yazmıştı. Şu satırlar o yazıdan:
“Bütün yaşamı memleketini, memleketindeki yoksul kesim insanlarını düşünerek geçmiş bir aydının, çağrılı olarak gittiği bir memleket toprağında, beyinleri yıkanmış yoksul kesim insanlarının yaktığı bir ateşin dumanından boğulması ne kadar acı bir son.” (Cumhuriyet, 8 Temmuz 1993)
Ruhi Su’nun 1978’de Sanat Emeği dergisinde yayımlanmış Irmak adlı bir şiiri vardır. Memet Fuat’ın o günlerde Asım Bezirci’nin ardından yazdığı yazıyı okurken aklıma gelmişti. Şimdi bu yazıyı yazarken yine aklıma geldi:
Irmak
Ağaç demiş ki baltaya
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden
Bunca analar ağlayıp durur da
Akıp gider gelinciklerden
Kör müdür sağır mıdır bu ırmak
Ölen ben, öldüren benden
Her yerde böyle olmuş bu
Önce dağa, taşa, ağaca söyletmiş halk
Sonunda sabahın bir yerinden
Uyanıp kalmış ayağa ırmak
Ölen ben, öldüren benden