Doğu Öyküleri
Kitap İncelemeleri

Doğu Öyküleri

Toprak Aras

WANG-FO NASIL KURTULDU: HAYATA DOĞRU PENCEREDEN BAKMAK

 

Günümüzde nitelikli edebiyat denince akıllara postmodern estetik kaygısıyla yazılmış eserler gelir. Metinlerarasılık, üst kurmaca, çoklu anlatım, iç monolog, parodi, pastiş, kolaj, bilinç akışı gibi tekniklerin kullanıldığı bu eserler okuyucuya koltuğuna oturup rahat rahat okuma imkânı vermez. Belirsizliğin, anlaşılmazlığın bir anlama kavuşması için okuyucu postmodernizmi de onun tekniklerini de az-çok bilmek zorundadır. Rüzgâr, bu tür estetik kaygılarla yazılmış eserlerin lehine eserken, okuyucu olarak bizler de modaya uyup bu tür eserleri masamızdan, kitaplığımızdan eksik etmeyiz. Elbette farklı olanın, sıradışı olanın peşinden koşmamız okuma hevesimizden kaynaklanır. Fakat ne kadar farklı olsa da bir süre sonra anlatının tek, düz, hep aynı çizgide aktığı hissine kapılırız. Bu banallık okuma şevkimizi kırarken, bir yandan da “Günümüzde nitelikli edebiyat algısının vasat, hatta vasat altı olduğu şu dönemde…” diye başlayan beylik cümlelerin kurulduğuna da şahit oluruz. İşte hâletiruhiyemiz böyleyken, bazen bir kitap çıkar karşımıza ve nedense birden sarıverir bizi, içine alıverir, bir renk olur monotonluğumuza.

 

Doğu Öyküleri böyle kitaplardan. Sıradışı, leziz bir tat sunar okuyucuya. Derin bir nefes aldırır. İçten bir ohhh, çektirir. Yıllar önce benzer bir havayı Juan Rulfo’nun Ova Alev Alev adlı öykü kitabını okurken de hissetmiştim. O günlerde de anlatının aynılaştığı, kepirleştiği algısına kapılıyor, anlatının olası sınırlarına ulaşılmış olunabileceğinidüşünüyordum. Ova Alev Alev bu düşüncemi çürütmüş ve çaba sarf edildiği sürece anlatının imkânlarının belki de hiç bitmeyeceğini hatırlatmıştı bana.

 

Doğu Öyküleri’nin ilki olan Wang-Fo Nasıl Kurtuldu-bu yazıda sadece bu öyküyü ele alacağım-büyüleyiciliğini, elbette okuyucuda bıraktığı tesirden alır. Günümüzde yazılan öykülerin birbirlerinin ayak izlerini sık sık takip ettiğini kabul edersek, kitabın ilk öyküsü WangFo Nasıl Kurtuldu bırakın önündekinin ayak izini takip etmeyi, yolunu bile değiştirmiş farklı bir anlatıdır. Bu yüzden kitaptaki on öykünün en lezizidir. Hatta kitabı okuduktan sonra, acaba yazar kitaptaki diğer dokuz öyküyü, bu üç beş sayfalık öykü kitap olarak yayınlanabilsin diye mi yazmış, diye düşünmeden de edemeyiz.

 

Wang-Fo hayata görülenin değil, görülmeyenin, maddenin değil, mananın, paranın değil sanatın penceresinden bakan yaşlı bir ressam, bir bilgedir. Tüm bilgeler gibi de sıradışıdır. Dünyasında gümüş paraların yeri yoktur, çünkü gümüş para görünenin değerini biçer; oysa o kimsenin bakıp da göremediği, dokunup da hissedemediği, duyup da algılayamadığı benzersiz seslerin, renklerin, hislerin, güzelliklerin peşindedir. Wang-Foeşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünyada fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang-Fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi.(DÖ, sy.11)

 

Yaptığı seyahatlerde kendisine çırağı Ling eşlik etmektedir. Ling Wang-Fo içinservetini, genç ve güzel karısını ve hatta canını bile feda etmekte tereddüt etmeyen sadık bir yoldaştır. Ling’in, yaşlı ressama böylesine sadık olmasının elbette haklı nedenleri vardır. Ling, zengin bir ailenin tek çocuğudur, pamuk kozasında yaşadığı zengin hayat onu çekingen yapmış, böceklerden, gökyüzünden, ölülerden korkar hale getirmiştir. İşte Wang-Fo onu böyle bir dünyadan alır, görülmeyenlerin, fark edilmeyenlerin dünyasına götürür. Onun sayesinde Ling, sıcak içkilerin dumanlarıyla tütsülenen ayyaşların yüz güzelliğini, ateşin koca diliylebinbir türlü yaladığı etlerin parlak kızıllığını, örtülerin üzerine solgun taç yaprakları gibi serpilmiş şarap lekelerinin benzersiz pembeliğini gördü. (…) Wang-Fo, Ling’e şimşeğin parlak harelerini,  göstermek için eğilmiş ve Ling harelerin göz kamaştırıcı güzelliğini görerek fırtınadan korkmaz olmuştu. (DÖ, sy.12)

 

Hayata Wang-Fo’nun gösterdiği penceren bakmayı öğrenen Ling’in algısı değişmiştir artık. Burnunun dibinde olmasına rağmen o güne kadar göremediği renkleri, canlıları fark etmiş, bu da onu yepyeni bir ruha kavuşmuştur. Böylece Ling, bakmakla görmenin aynı şey olmadığını öğrendiği gibi; önemsiz sanılan, bu yüzden görmezden gelinen bir çalının bile her şeyin parayla ölçüldüğü dünyada dikeniyle, çiçeğiyle insana mutluluk sunduğunun da farkına varmıştır.

 

Ling, yaşlı ressama öyle bir bağlanır ki Wang-Fo daha iyi resim yapsın diye genç, güzel karısına modellik yaptırır. Genç kadın, Ling’in kendisini Wang-Fo’nunresimlerine tercih ettiğini düşünerek intihar eder. Ling, Wang-Fo’ya batıdan gelen mürekkeplerden almak için satılacak her şeyini satar, artık ne karısı vardır, ne de serveti. Geriye çekip gitmek kalır.

 

Öyle de yaparlar. Ustayla çırağı, Han Krallığı’nın geniş topraklarında uzun gezintilere çıkarlar. Artık herkes onları tanıyor; kimileri yaşlı ressamın son bir fırça darbesiyle resimleri canlandırdığı söylerken, kimileri de onun büyücü olduğuna inanıyordur. Elbette ona saygı duyanlar da vardır. Geze geze sonunda imparatorluğun merkezine varırlar. Bir handan dinleniyorlarken imparatorun askerleri hanı basar, ressamla çırağını tutuklar. Sarayda, Göğün Oğlu’nun karşısına çıkarılan Wang-Fo ağlayarak genç imparatora, kendisine bir kötülüğü dokunmadığı halde niçin ellerinin bağlandığını sorar. Genç imparator o kadar dolmuştur ki yine de her şeyi anlatır: Babasının sarayında Wang-Fo’nun tablolarıyla dolu gizli bir odada yalnız büyüdüğünü, insan ruhunun çamurunun saflığına bulaşmasın diye halktan uzak tutulduğunu, böylesine yalıtılmış bir ortamda on yıl boyunca geceleri uyku tutmadığında yaşlı ressamın tablolarını seyrettiğini, gördüklerine inandığını, ama on altı yaşına gelip dışarı çıkma özgürlüğüne kavuştuğunda tüm imparatorluğu gezdiğini, fakat gördüğü gerçeklerle resimlerdeki dünyanın aynı olmadığını, her şeyin, kötü, çirkin, iğrenç, mide bulandırıcı olduğunu, bu yüzden ressamın kendisine yalan söylediğini anlatır. Dünya, çılgın bir ressamın boşluğa fırlattığı birtakım karmaşık lekeler yığınından, durmadan bizim gözyaşlarımızla silinen lekeler yığınından başka bir şey değil. (DÖ, sy.18)

 

Yaşlı ressamın büyücülükle kendisini kandırdığına inanan imparator, Wang-Fo’ya vereceği cezayı da bulmuştur: Yaşlı adamın gözleri kör edilecek, elleri kesilecektir. Böylece Wang-Fo hayatının anlamı olan iki şeyden mahrum bırakılacaktır. Görmek, resim yapmak. Böyle bir cezanın ustasının ölümü demek olduğu anlayan Ling bıçağını çektiği gibiimparatora saldırır, fakat askerler Ling’i yakalayıp boynunu vururlar. İmparator cezayı vermeden önce Wang-Fo’dan gençliğinde yaptığı, ama yarım bıraktığı bir resmini tamamlamasını buyurur. Yaşlı ressamdan bir ömür biriktirdiği sırlarını da bu son resmine aktarmasını ister, böylece imparator eşsiz bir resme sahip olup koleksiyonunu tamamlayacağı gibi Wang-Fô’nun erimesi imkânsız karların, ölümsüz nergis tarlalarının bulunduğu, boyalardan, renklerden oluşan ve hüküm sürmeye değer tek yer olan imparatorluğunu da elinden almış olacaktır. Wang-Fo resme bakar, resim gerçekten de yarımdır, çünkü o zamanlar henüz dağları yeterince seyretmemiştir, kayalıkları yeterince görmemiştir, günbatımının hüznünü henüz yeterince sindirememiştir. Yaşlı ressam fırçayı eline alır, önce bir bulutu tamamlar, sonra denize küçücük kırışıklıklar ekler, öyle kaptırır ki kendini, deniz resimden taşar, sarayı su basar. Çizdiği kayığın da kürek sesleri duyulur. Gelen Ling’tir. Yaşlı ressam resim yapmayı sürdürür.

 

–Seni öldü biliyordum, dedi Wang.

-Siz hayattayken ben nasıl ölebilirdim, dedi Ling, saygıyla. (DÖ, sy.21)

 

Sonra ustasını kayığa bindirir. Fakat bilge ressam, kendisini öldürmekisteyenlerin boğulmasını istemez, Ling’e, ne yapmalı, diye sorar. Ling’in cevabı mükemmeldir, ustasından tasalanmamasını ister. Bunlar bir resmin içinde yitecek cinsten insanlar değil. Sonra ekler: Suların ötesindeki ülkeye gidelim üstadım. (DÖ, sy.21)Biten resmin karşısına geçen imparator, elini siper edip gitgide uzaklaşan kayığa bakar. Yaşlı ressamla çırağı, Wang-Fo’nun yarattığı yeşim taşı rengi denizde bir daha görünmemek üzere kaybolurlar.

 

Yazarından öğrendiğimize göre bir Çin kıssasına dayanıyor öykü. Her kıssa gibi de dinleyene/okura-bu amaçla yazılmamış olsa da-ders veriyor. Wang-Fo Nasıl Kurtuldu bu bağlamda bir buzdağı anlatısıdır. Okyanusun yüzeyinde görülenin katbekat daha fazlasının suyun derinliklerinde olduğunu okur olarak biliriz. Elbette bilmek yeterli değildir. Suya girip, derinlere dalıp buzdağının görünmeyen, ama kesinlikle görmeye değer kısımlarını keşfetmeliyiz ki okuma eylemi tamamlansın, okuduklarımız bize bir şey katsın, böylece edebiyat/sanat da değerini bulsun.

 

Aslında öykü ilk insanların çağından bu yana sorulan, cevabı da çağların akışına göre sürekli değişen, insanlık tarihinin en kadim sorusunun peşindedir. Hayata hangi pencereden bakmalıyız? Evet, bakacağımız bu pencereye göre anlam bulur hayatımız. Bu pencerenden gördüklerimiz bizi mutluk kılar ya da zindan hayatı yaşatır. Huzurumuzun ya da huzursuzluğumuzun kaynağıdır pencere. WangFo’nun-elbette Ling’indepenceresi; görünenlerin değil görülmeyenlerinin, maddenin değil mananın, paranın değil sanatın penceresidir. Gümüşün alamayacağı benzersiz seslerin, renklerin, hislerin, güzelliklerin peşindedir yaşlı bilge. En trajik, en zor anlarda bile bu pencereden bakmasını bilir, kimselerin göremediği güzellikleri de görür. Ling’in intihar eden karısının ölü yüzündeki yeşil rengi görür mesela. Mesela kendisini tutuklamak için boynuna çullanan askerlerin kol yenlerinin renginin giysilerin rengine uymadığını görür. Mesela, az sonra kendisini ölüme mahkûmedecek imparatorun sağ elinin ince, uzun parmaklarının güzelliğini görür. Mesela başı vurulan çırağı/yoldaşı Ling’in yeşil taşlıkta bıraktığı kan lekelerine hayranlıkla bakmasını da bilir.Eşyayla neredeyse hiç ilişkisi olmayan-fırçalar, boyalar hariç- Wang-Fo’nun doğayla kurduğu ilişki ise tam bir uyum ilişkisidir. Bize, doğada olanlarla doğal olanların korkunç olmadığını, bilakis onların kendine has işleyişleri, güzellikleri olduğunu, dolayısıyla korkuya da gerek olmadığını söyler. Eğer karıncaya bakıp iğreniyor, şimşek ya da ölülerden korkuyorsak bu iğrenmenin, korkuların sebebi karınca, şimşek ya da ölü değildir. Dünyaya, doğaya, eşyaya bu bağlamda bakan Wang-Fo’nun hayatının merkezinde resmin/sanatın olması elbette beklenen bir durumdur. Çünkü ona, kimsenin görmediğini gösteren, duymadığını duyuran, hissetmediğini hissettiren resimdir/sanattır. Hayata baktığımız pencereden gördüklerimize mana katan, göremediklerimizi anlaşılır kılan sanatın yaratıcılığıdır. Öyle ki hayat bile kurtarır resim/sanat. Nitekim Wang-Fo da yaptığı resim sayesinde imparatorun elinden kurtulup suların ötesindeki ülkeye gitmemiş midir?

 

İmparatorun hayata baktığı pencere ise varlığı her an görülenin, parayla alınıp satılanın, ihtişamın, gösterişin, gücün, iktidarın penceresidir. Bir şey parayla alınıp satılabiliyorsa insan o eşyayı saklama, koruma refleksi geliştirir. Elbette bu korkuyu da artırır. Korkunun olduğu yerde sevgi, mutluluk, huzur tam anlamıyla yaşanamaz. Çünkü aklı olan herkes maddi olanın bir gün tükeneceğini, kaybolacağını, elden çıkacağını bilir. İmparator, koca bir imparatorluğun, devasa sarayın sahibiyken bile mutlu değildir. On altı yaşına kadar sarayın bir odasından her şeyden, herkesten soyutlanmış bir yaşam sürmüştür. Dünyayı ancak yaşlı ressamın resimlerinden tanıyordur. Ancak günü gelip de gerçek dünyayla tanışınca bunalıma girer. Gördükleriyle resimler aynı şeyi anlatmıyordur. Şeylerin imgesiyle şeyler aynı değildir. Dünyaya görülenin penceresinde bakanlar elbette sanatın ne olduğunu anlayamazlar. Onların dünyasında yaprak yapraktır. İmparator bu yüzden yaşlı ressamın kendini kandırdığını söyleyip hiddetlenirken, aslında cahilliğini, körlüğünü ilan ettiğinin, dolayısıyla gülünç, aptal duruma düştüğünün farkında değildir. Çünkü güç ve iktidar sanat karşısında çaresiz kalmaya mahkûmdur. Yasaklarsınız ama asla durdurmazsınız sanatı. O kendine her zaman bir yol bulur ve yeri gelince sizi sarayınızın içinde bile küçük düşürür. Nitekim imparator biten resmin karşısında elini siper edip içinde Wang-Fo ile Ling’in bulunduğu ve gitgide uzaklaşan kayığa bakarken aptal duruma düşmemiş midir?

 

Özetle bize hayata doğru pencereden bakmamızı öğütleyen bu güzel öykü ve kitaptaki diğer öykülerin tamamı okur olarak bize öykü kavramını da sorgulatmaktadır. Anlatının böylesine öykü demek ne kadar doğru bilmiyorum, ama her şeyi bir tanıma sokmayı da doğru bulmuyorum. Maalesef hayatın keşmekeşliği bazen istemesek de buna bizi zorluyor. Masallardan, efsanelerden, mitlerden, kıssalardan, söylencelerden beslenen bu anlatılara; mitsel öykü, masalsı öykü desek olur mu? Ölü Kadının Sütü adlı öyküde Philip, bana bir öykü daha anlat dostumGüzel ve gerçekle ilintisi mümkünse az olan… derkenaslında öykünün illa gerçekle bir bağ kurmasının gerekmediğini de ilan etmiş olur. Bu da okur olarak, aslında öykünün şeylerin kendileriyle değil, imgeleriyle yazılabileceğini düşündürür bize. Böylece mitsel öykü, masalsı öykü anlatının sınırlarını zorlayarak yazara farklı bir imkân sunar.

 

Merguerite Yourcenar’ın kitabına Doğu Öyküleri adını vermiş olması, ister istemez doğu kavramını da tartışmaya açmıştır. Öykülerin bazılarının mekânı Balkanlar, hatta birinin Amsterdam olması, ister istemez doğu neresidir sorunu sordurur. Bir batılı için Balkanlar bile doğu oluyorsa doğu kavramından ne anlamalıyız? Mekân olarak mı algılamalıyız kavramı, yoksa mekândan bağımsız, o yerin-doğunun-neyi temsil ettiğine mibakmalıyız? Yazara göre doğu temsille alakalı bir kavram olsa gerek. Çünkü doğuyla kastedilen gizemdir, egzotizmdir, yasaktır, çatışmadır, totaliterliktir, korkudur ki bunların hepsi öykülerde var.

 

Bitirirken kitabın çevirmeni Hür Yumer’i de saygıyla anmak isterim.

 

​​​​​​​​​18 Aralık 2023

​​​​​​​​​Korucuk

Not: Bu yazıda Helikopter Yayınevi tarafından basılan kitap kullanılmıştır.