Klasik deyince aklımıza çoğunca eskide kalmış, değerli ama biraz demode, sandığın dibindeki elişi örtüler gibi göz nuru ancak nerede nasıl kullanacağımızı pek bilemediğimiz şeyler gelir. Oysa yazıldığı andan itibaren çağına damga vurup geleceğe de göz kırpan, nesiller boyu okunacağı ve düşünce hayatımızı besleyeceği aşikâr, çağdaş klasikler de vardır ve hatta bu tür metinler, günceli yakalamaları, taze fikirleri, geçmişle gelecek arasında köprü kurmak gibi özellikleriyle oldukça ilgi görürler. Bu hafta, görece yakın zamanda yazılmış olmakla birlikte etkisi milyonlarca okura ulaşmış bu türde dört metni ele alacağız.
Yazarlarımız arasında olağanüstü Gabriel Garcia Marquez, kuramcı ve akademisyen kimliğini romanlarıyla kat be kat aşan Umberto Eco, kaotik dünyaların ironik ve aykırı anlatıcısı Jose Saramago ve bir de bizden bir isim, Orhan Pamuk var. Romanlara geçmeden önce birkaç satır ile, bu dört isim üzerinden edebiyatın bugününü ve coğrafi eksenini, Orhan Pamuk üzerinden de bizim edebiyatımızın dünyadaki yeri hakkında birkaç söz etmek istiyorum.
Hangi coğrafyaların edebiyatını okuduğumuz, dünyadaki satış rakamlarının yazarların ülkelerine göre dağılımı gibi durumlar, dönemin siyasi yapısı ve ülkelerin kültür ve dil açısından baskın konumlarıyla da doğru orantılı oluyor genelde. 19. yüzyıldan daha çok Fransız, Rus klasiği okurken, 20. yüzyıl İngiliz ve Amerikalıların egemenliğinde geçiyor. Ancak kritik soru şu; baskın kültür her zaman iyi edebiyat mı üretir?
Bu hafta üstüne konuşacağımız yazarlar, Kolombiya, İtalya, Portekiz ve Türkiye’den. Bu listeye Japon, Hint, Bulgar veya Çinli yazarlar da dahil olabilirdi. Elbette benim seçimim nihai kriter değildir ama yine de yukarıdaki soruya yanıt niteliği taşıyor olabilir. Gözümüze sokulan Anglosakson kitapları (ve hatta film, dizi ve müzikleri) yerine, dünyanın geri kalanından çok daha sağlam edebiyat çıkıyor son yarım yüzyılda.
Bunun nedenine kafa yormak gerek. Amerikan edebiyatında basmakalıp teknikler sunan “Yaratıcı Yazarlık” kavramının ve toplumun geneline sirayet eden tek tip düşünce sistemlerinin olumsuz etkisinden bahsetmek mümkün. Çeviriye ve dışa kapalılığın olumsuz etkisi muhakkak. İngiltere’de Amerika’da kaleme alınan metinlere baktığınızda konuların benzeştiğini (fantastik, köpeğim, aile kötü ve yalnızlığım, kedim ve ormandaki inzivam, kimse beni anlamıyor, aile belki de iyidir vb.) ve yaratıcılığın köreldiğini görüyoruz. Benzer durum çok daha vahim haliyle Hollywood sinemasında söz konusu.
Oysa daha zor zamanlar yaşayan toplumlardan, daha sıkı edebiyat çıkıyor sanki. Sadece sosyoekonomik güçle ilgili değil durum. Ortak refah düzeyinin kıtası Avrupa’ya baktığımızda Çağdaş Alman, İspanyol ve İtalyan edebiyatının, İngiliz veya İrlanda edebiyatına kıyasla daha sağlam yazarlarla geldiğini görüyoruz. Broch, Böll, Grass, Bachmann gibi bir dizi ismin karşısına konacak ağır oturaklı isimler yok. Çünkü kültür ve edebiyat aslında bir karşılıklı alışveriş ve beslenme işidir aynı zamanda. Ve kültürel emperyalizm bu konuda, baskın ülkelerin ayağına çelme takıyor. Bir nevi ilahi adalet.
Bizim durumumuza gelince, Türk edebiyatının üretkenliği harika. Listelerde yok ama Oğuz Atay, Leyla Erbil, Ahmet Hamdi, Yaşar Kemal gibi isimler edebi kıstasla ele alındığında Dünya ölçeğinde. Orhan Pamuk’un yanına konacak harika isimlerimiz var. Fakat biz bile önceliği çoğu zaman dayatılan yazarlara veriyor, ne yaptığını anlamak üzere hiç kafa yormaksızın Orhan Pamuk’u eleştirmeye, Yaşar Kemal’i uzun tasvirlerin romancısı sanmaya bayılırken, çok daha kof bazı yazarların peşine koştura koştura takılabiliyoruz. İşte bu nedenle bu makaleye özellikle Orhan Pamuk kitabı dahil etmek istedim. Çünkü çağımız krizlerini ancak çeşitliliğe saygı ile aşabilir. O nedenle dünyanın tüm renklerini anlamaya, evrenseli ve yereli bir arada örmeye çalışmalıyız.