Dünyayı Güzellik Kurtaracak
Öykü

Dünyayı Güzellik Kurtaracak

Burak Eskiasmacı

Kimseler fehmetmedi manasını davamızın

Biz dahi hayranıyız davayı bi-manamızın 

Yenişehirli Avni

Mahir’in otobüsün camına yansıyan suratına bakıyorum. Canı sıkkın. Yazar olmaya heves etti ve oturdu tam iki yüz kırk sayfalık bir roman yazdı. Romanı elinde kapı kapı yayınevlerini dolaşıyor. Yakın arkadaşım hatta biraz abartarak söylüyorum can dostum olmasa ve bu yayınevi ziyaretlerinde illa yanında olmamı istemese ortada beni ilgilendiren bir mesele yok. Ha bir de romanının baş karakterini yaratırken benden esinlendiğini iddia ediyorum. O, bunu kabul etmiyor. “Ben”, diyor, “dehadan ve iyi sanattan anlamayan zavallı insanların romanını yazdım.”

 

Mahir’le bugün gittiğimiz, daha çok yeraltı edebiyatı (ne menem bir şeyse) basan küçük bir yayınevinde, Antik Yunan’da yapılanlara benzeyen bir ‘sempozyum’un ortasında kaldık. Bilirsiniz bu toplantılarda erkekler içki içip büyük meseleler hakkında atıp tutarlarmış. Yayınevinin sahibi, editörler ve birkaç yazar bir masanın etrafına oturmuş, votka ve bira içip edebiyat ve siyaset konuşuyorlar. Sarhoşluk arttıkça sesler yükseliyor, kimse kimseyi dinlemez hale geliyor, herkes kendi düşüncelerini bağıra çağıra anlatıyor, o sırada bizim Mahir de daha önceden tanışık olduğu (arkadaşı diyemeyiz) yayınevi sahibine dosyasının durumunu soruyor. Yayınevi sahibi sakallarını kaşıyor, gözlüğünü düzeltiyor, Mahir’e bakıp dağınık kafasını toparlamaya çalışıyor, eliyle masanın öbür ucunda oturan editörü işaret ediyor, “dosyanı o okudu” diyor, içki kokan ağzı Mahir’in ağzında, “git bir sor bakalım neymiş son durum?”

 

Ben, Mahir ve editör yayınevinin koridorunda ayakta dikiliyoruz. Editör sanki konuşmuyor da vızıldıyor. Mahir’e yetenekli bir yazar olduğunu, ancak kendisini biraz daha geliştirmesi gerektiğini, yayınevi olarak genç yazarları desteklediklerini ve onlar için usta yazarların katılımıyla atölye düzenlediklerini, bu atölyeye (tabii belli bir ücret karşılığında) gelmesinin onun için iyi olacağını söylüyor. Mahir’in suratı ekşiyor, yumruğunu sıkıyor, istiyor ki şöyle sağlam bir yumruk atsın karşısında dikilen editöre ama okumuş yazmış adam, sözün silahtan daha etkili olduğunu biliyor ve editöre yaklaşıp şöyle diyor: “Siz hiç yazı atölyesine katılmış büyük bir yazar gördünüz mü?”

 

Otobüsten iniyoruz. Yağmur başlıyor. Islanmamak için hemen ilerdeki bir kitabevine atıyoruz kendimizi. Cam kenarındaki masaya oturup iki çay istiyoruz. Mahir’in ağzını bıçak açmıyor. “Yazmayı bırakmaya karar verdim” diyor uzun bir sessizlikten sonra. Teselli olsun diye değil gerçekten öyle düşündüğüm için “Bu doğru bir karar değil. Sen iyi bir yazarsın” diyorum. Biz öylece pek konuşmadan kös kös otururken kitabevi kalabalıklaşıyor. Bir şairin şiir dinletisi olduğunu, okurlarına birkaç şiirini okuduktan sonra onlarla söyleşi yapacağını öğreniyoruz.

 

Mahir insanların bir kişiye hayran olmasından tiksiniyor. Belki de o ilgiye kendi ulaşamadığı için kıskanıyor. Bir süre şairi ve insanların konuşmalarını dinliyor, sonra bana dönüp “insanları sevmiyorum. Şunlara bak! Kapıyı üzerlerine kilitleyip, burayı ateşe veresim var” diyor. Karşı çıkıyorum, “insanları sevmekten başka çaremiz var mı?” diyorum “ne yapacaksak bu insanlarla yapacağız.” Yüzünü buruşturuyor, çayından bir yudum alıyor. Tekrar şair ve okurlarının sergilediği gösteriyi izlemek için o tarafa doğru dönüyor.

 

Hafif tombulca, orta boylu, kısa saçlı bir kadın, şairin şiirlerinin uzunluğunu eleştiren bir konuşma yapıyor. Kadına göre bu kadar uzun şiirler yazmak çağın ruhuna uygun değilmiş. Şair bu yoruma katılmadığını belirtiyor, çektiği uzun söylevin kadını bir türlü ikna etmediğini görünce oturduğu sandalyeden kalkıyor, yavaş adımlarla yaklaşıyor ve kadına bir tokat atıyor. Kadının yanında oturan, sonradan kocası olduğunu öğreneceğimiz adam “ne vuruyorsun lan! Kısa şiir yazacaksın” diye bağırıp şaire bir yumruk atıyor. Şair tökezleyip kendini düşmekten son anda kurtarıyor. Şairin yumruklanmasına sinirlenen genç bir hayranı, şairi yumruklayan adamın boğazına sarılıyor. Ortalık bir anda karışıyor, şairin daha uzun şiirler yazmasını isteyenlerle (daha sonra edebiyat kitaplarında ‘uzuncular’ diye anılacaklar), daha kısa şiirler yazmasını isteyenler (bunlara da ‘kısacılar’ denecek) birbirlerine giriyor.

 

Mahir’le ben kavganın neden çıktığını bile tam olarak anlamadığımız halde bu şölene dahil oluyoruz. Önümüze gelene tekme yumruk Allah ne verdiyse sallıyoruz. Mahir insan nefretinden, ben insan sevgimden olacak coştukça coşuyoruz. Bir ara Mahir’le göz göze geliyoruz, şairi tekmelediğimizi fark ediyoruz. Şair ikimizin arasında yerde, ağzı burnu kan içinde eliyle kafasını korumaya çalışıyor. Dayanamıyorum “İnsanları seveceksin Mahir” diye bağırıyorum şairi tekmelemeye devam ederken, “Dünyayı güzellik kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey!”