Ejderham Birazcık Bana Benziyor
Yazılar

Ejderham Birazcık Bana Benziyor

Şengül Can

Yazarlık dersi verdiğim sınıflardan birinde kahraman yaratma konusunu işliyoruz. Yazarı olabildiğince kahramandan ayırmaya, kurmaca ile gerçeğin sınırları üzerine düşünmeye çalışırken dokuz yaşındaki öğrencim söz aldı. Ayrık, iki ön dişinin arasındaki boşluktan adeta tıslar gibi “benim kahramanım birazcık bana benziyor.” dedi. Sonra önündeki küçük kâğıtta beliren dev ejderhasına çevirdi bakışlarını. Kafamda dönüp dolaşan milyonlarca sorudan ve bir sürü kuramsal tartışmadan sonra doğru cevabı bulmuş gibi hissettim. Cevap içimde öyle bir yere karşılık geldi ki. O gedik doldu. Gülümseyerek döndüm. “Evet, kahramanlar birazcık yazarına benzer.” dedim.

 

Öykü yazmaya yeni başladığım dönemlerdi. Öyküleri bitip heyecanla dergilere gönderiyor, yayımlanmasını merakla bekliyordum. O dönem yayın hayatına devam eden Sıcak Nal dergisinde bir öyküm yayımlanmıştı. “Yalnızlık Senfonisi”.  Bu öyküyü çok sevmeme rağmen ilk kitabım Sarkaç’ta bu öyküye yer vermemiştim. Yaptığım bir çeşit otosansür müydü? Evet, öyleydi. Anlattığım kadın kahraman bana ve benim o dönemdeki ruh halime çok yakındı. Taşrada, sistemin içinde sıkışmış bir kadın. Bu öykü ve yaptığım başka otosansürler de mutlaka vardır. Temel soru? Kendini ne kadar açmak istiyorsun? Ben nerede bitiyor? Kurmaca nerede başlıyor? Gerçekten yazarlar yazdıklarının bir nesnesi midir? Kendimizi yazıya böyle açık, hatta savunmasızca bırakabilir miyiz?

 

Pedro Almodovar’ın 2019 yapımı Acı ve Zafer filmini hatırladım. O sahneyi ne zaman hatırlasam bir tebessüm oluşuyor. Senaryosunu da kendisinin yazdığı bu film için çokça otobiyografik unsurlar barındırdığı söylenir. Film ana karakter, yönetmen Salvador’un yaşlık dönemlerinde kendi hikâyesiyle yüzleşmesini konu edinir. Salvador’un annesiyle geçen bir sahnede annesi filmlerinde komşularına yer verilmesinden hoşlanmadığını, komşularını kullanmamasını söyler. Otokurguyu sevmediğini ve anlatılanların komşularını dar görüşlü gösterdiğinden yakınır. Salvador şaşkınlıkla sorar, anne sen otokurgu hakkında ne biliyorsun?

 

Bu noktada Annie Ernaux, yani doğum soyadıyla Annie Duchesne’e değinmemek olmaz. 2022 yılında Nobel Ödülü’nü aldı. Ödülün gerekçesinde “kişisel hafızanın köklerini, yabancılaşmalarını ve kolektif kısıtlamalarını ortaya çıkarmadaki cesareti ve objektif duyarlılığı” ifadeleri yer aldı. Otobiyografik roman üzerine birçok kitabı olan yazar genelde yazdıklarında kendi ismini kullanmayı tercih ediyor. Kendini bu derece başkalarına açma, edebiyatın malzemesi haline getirme, nesneleştirme hem de başkaları okusun, baksın, hikâyeyi bilsin diye. Bir yandan didikleyen, dikizleyen, yargılayan bir sürü bakış, binlerce göz. Bir taraftan da anlayan, onaylayan, bunu ben de hissettim, bunu ben de yaşadım diyen başka bir okur. Bir çeşit derttaşlık, yoldaşlık, anlama hali. Çünkü seçtiği konular kürtaj, ilk cinsel deneyim, bekaret, aşk, saplantı, evlilik gibi anlatılması zor deneyimler. Bütün bu konuların edebiyatta kadın bakışıyla anlatıldığı örnekler sayılıdır. Ayrıca bunları yakınlarımızla dahi konuşamazken.

 

Annie Ernaux’un birçok romanı kadın bedenine ve duygularına dair yazılmış. Ben burada Kızın Hikâyesi’nden bahsetmek istiyorum. Annie Duchesne’in 58 yazında eğitmen olarak yaz kampına katılması ve orada başeğitmen ile yaşadığı ilk cinsel deneyim ve sonrasında geçen dört yıldan parça parça bahseder. Kamptaki deneyimi izleyen yıllarda işçi ailesi, kenar mahallesinden sıyrılıp yeni ortamlara girmesi, entelektüel bir sınıfta var olma çabaları da yer alır romanda. Dünyada bedenini, varlığını, arzularını, aşkı, ötekini sorgulama çabasına giriştiği bir dönemdir 58 yazı. Ne hissedeceğini dahi bilemeyecek toyluktaki kız adamın arzusuna teslim olur.

 

Bu aşk üzerinden ben ve ötekini sorgular. Ötekine kapılma, sürüklenme ve ötekinin iradesine teslimiyet. Bu sorgulamalar okur olarak bizi de o kimseye anlatamayacağımız, terk edilmişliğimize, aldatıldığımız bir döneme ya da sadece yok sayıldığımız bir ilişkimize götürür. Unutmak isteyip unutamadığımız bir utanç anına. Yazar anlatıcı bu kitap için romanda “hep eksik, hep ertelenen. Tarifsiz gedik.” ifadesini kullanır. Yazmakta zorlandığı bu kitaba 2003 senesinde başlar. Kırk beş senelik bir zaman aralığı vardır anlatmak istediği kızla arasında. 16 Ağustos 2003’te yazmaya başlar. 16 Ağustos 1958’dir kitapta anlattığı tarih. Elli sayfa yazıp bırakır, araya on yıl girer. Bütün bunları yine otobiyografik romanından öğreniyoruz. Bu hikâyeyi hatırlayan tek kişi olması ve zamanın git gide daralması duygusuyla yeniden yazmaya başlar.

 

58 yazındaki o kızı 3. tekil kişi olarak anlatır. Yazar da adeta bir tanık gibidir. Bir yandan hatırlıyor, bir yandan anlatıyor. 58 yazındaki o kızı anlamaya çalışırken diğer taraftan o kızı yazmak isteyen yazar tarafını da anlamaya çalışır. Hangisi gerçek Annie? Geçmişe baktığında o kıza benziyor mu? Kız ona benziyor mu? 58 yazından geriye neler kalmış? Yaşadığı o deneyim Annie’de nasıl izler bırakmış? Bildiği ve bilmek istediği, aradığı izler. Geçmişin izini sürerken aslında bedeninde de bir tür kazıya gider. Oraya o kıza bakabilmek. O zamana kadar belleğinde gerilere attığı ama bilinçdışında izlerini taşıdığı o genç kız. Kendini defalarca yargıladığı, küçük düşürülmüş hissettiği, utandığı o 58 yazı. Deneyimli, yaşanmışlıkları olan, kendini büyütmüş olan Annie geçmişe kendi hikâyesinden uzaklaşarak bakmaya çalışır. Geri döndüremediği o âna bir şekilde zihninde gider. Yeni detaylar hatırlar. Fakat bu durumda bile sorması gereken birçok soru vardır. Başöğretmene âşık mı olmuştur? Genç ve deneyimsiz olmanın verdiği heyecan, bir çeşit nasıl yaşayacağını bilmeme hali. Daha birçok hal sonrasında ona yazıp çöpe attığı mektubun görevli tarafından bulunup panoya asılması ve bütün kampın mektubu okuması.  58 yazındaki Annie için tam bir hayal kırıklığıdır, utançtır. 58’deki o kızı “bir tür gerçek mevcudiyet” olarak tanımlar yazar anlatıcı.

 

“Fotoğraftaki kıza gözümü ayırmadan baktıkça o da bana bakıyormuş gibi geliyor. O kız ben miyim? Ben o muyum?” (19)

 

Ceyda Akaş Kabadayı’nın Annie Ernaux ile yaptığı bir söyleşi de yazar utancı yenmenin yegâne yolunun yazmak olduğunu söyler. [1]

 

Burada Pelin Özer’in Latife Tekin ile yaptığı söyleşi kitabına değinmek istiyorum. Latife Tekin Kitabı. Pelin Özer’in nefis bir sorusu vardır. “Kendini Nesneleştirebilecek Cesaretin Var Mı?” diye sorar Latife Tekin’e. Cevap da oldukça etkileyicidir. Latife Tekin Gece Dersleri’nin böyle bir roman olduğunu söyler. Otobiyografik bir roman. Gece Dersleri, Latife Tekin’in kendime fark attığım ve beni yazar yapan kitap dediği yazarın üçüncü kitabıdır. Latife Tekin Kitabı’nda kitabın çıkışı hikâyesinden bahseder. Kendini açan bir yazarın kaleminden dönemin politik ortamının eleştirisidir. Romandaki Gülfidan karakteri yazara çok yakındır. Bağını kopartamadığı örgütü ve dönemin politik ilişkilerini kendi hikâyesi üzerinden tartışmaya açar. Bir yandan dönemi anlatırken diğer taraftan kendi kadınlığını keşfettiği, annesiyle olan tarihlerine bakarak da annesini anlama, onun hikayesiyle de yüzleşmesi denilebilecek kesitlerle ilerliyor roman. Fakat politik ortam böylesi bir eleştiriyi kaldıramaz. Bir şeyleri eleştirmek için ne gücü ne de mevkisi vardır aslında yazarın. Kalemi vardır sadece. Latife Tekin o dönem tehditler aldığını, kitabın çıkmasının engellenmeye çalışıldığını, kendisinin de bir şekilde denetlenmek istendiğinden bahseder. Latife Tekin kuşkusuz birçok şeyi göz almıştı böyle bir romanı yazabilmek için. Yine söyleşi sırasında kitabı yazmaktaki ısrarı ve kararlılığından da bahseder. Acaba bunca zorluğu neden göze aldı? Genç, kadın yazar olarak bu kadar güçlü müydü? Gücü mü, yoksa sezgileri miydi ona bu kitabı yazdıran? Bir yazar ve bir kadın olarak bütün bu yaşadıklarına geri dönüp bakabilmek yüzleşebilmek aslından bir çeşit güç kazanma biçimiydi. Belki de sadece güçlü hissetmek için yazmıştır bu kitabı? Çoğu zaman güçlü olmak için yara almak, mücadele etmek de gerekiyor. Latife Tekin çok sezgisel bir yerden yazdığı bu romanı yazma gerekçesi şöyle açıklar:

 

“Bir yazar büyük bir çaresizlik ve saflıkla yaşadığı bir şeyi yazmazsa ne yazar.” (101)

 

Patriyarkal bu sistemde özgürleşmeye, kendini bulmaya çalışan kadınlar olarak defalarca yargılandık, varlığımızla, kadınlığımızla, güçlü olup olmadığımızla, yeterince iyi, yeterince entelektüel olup olmadığımızla, şefkatimizle, popülaritemizle, bedenimizle, anneliğimizle, bekarlığımızla, ahlakımızla, ilişkilerimizle, başarılarımızla, feministliğimizle, neşemizle, histerimizle, renklerimizle. Kişisel tarihimize dönüp o kızın gözlerinin içine bakıp onu görmeye, ona sarılmaya, onu olduğu gibi anlamaya çalışmaya ne çok ihtiyacımız var. Bu nedenle kendini bu derece yazıya açan iki kadın yazar. Bize yaşama, yazma gücü ve devam etme cesareti veriyor. Bizden önce bunu yapan yazarlara çok şey borçluyuz. Teşekkürle.

 

Ernaux,Annie, Kızın Hikâyesi( çev. Siren İdemen), 2023, Can Yayınları

Özer, Pelin, Latife Tekin Kitabı, 2020, Can Yayınları

Tekin, Latife, Gece Dersleri, 2022, Can Yayınları

[1] https://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/annie-ernaux-utanci-yazarak-alt-ettim-42258389