Engin Kükrer Söyleşisi
Söyleşi

Engin Kükrer Söyleşisi

Armağan Can

Armağan Can Babamın Kalbini Kim Çaldı? Engin Kükrer’in okuyucuyla buluşan ilk kitabı. Günce Yayınları ile Menteşe Belediyesinin 2023’te düzenledikleri yarışmada “Jüri Özel Ödülü” nü almış ve kitaplaştırılmış. On bir öyküden oluşuyor. 2021 yılından bu yana öykü, şiir ve denemeleri edebiyat dergilerinde ve edebiyat sitelerinde yayımlanan yazar aynı zamanda aldığı pek çok ödülle biliniyor. Bilmediklerimizi de kendisinden öğrenelim.

 

Arka kapak yazısında “Öykülerin sonunda okur, rahatsız edici bir sessizlikle baş başa kalıyor. Metin ise konuşmaya devam ediyor,” cümlesi gözüme çarptı. O zaman yazar da metinleriyle birlikte konuşsun ve kendisiyle ilgili neler söylemek ister? Buyursun.

 

Engin Kükrer: O kadar güzel bir üslupla sordunuz ki kendimle ilgili ne söyleyeyim, bilemedim. Doğumumla başlamak sanırım en iyisi… 1980 yılında, Eskişehir’de doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Eskişehir’de tamamlamayı müteakip 1994’te yatılı bir lise kazanarak, henüz on dört yaşında, gurbete ilk adımımı attım. Ardından Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde nefes tükettikten sonra 2016 yılında yeniden memleketime döndüm. Şu an Eskişehir’de bir kamu kurumunda çalışıyorum. Okumayı ve yazmayı çok seviyorum. Ömrümden uzun hayallerim var ve bunların tamamına yakını edebiyatla ilgili. Çocukluğumdan beri şiir yazarım. Öyküyse hayatıma pandemiyle birlikte girdi. İyi ki de girdi. Şimdi onsuz bir hayat düşünemiyorum.

 

İnsanları seviyorum. Her insanın içinde saklı kalmış iyi bir cevher olduğuna inanıyorum. Bir elimde mısralarım, diğerinde cümlelerimle gönüller kazıp bu cevheri aramaktayım. Fakat Cemil Meriç’in dediği gibi, kitaplar bir liman benim için. Ben de kitaplardaki insanları, sokaktakilerden daha çok seviyorum.

 

Yazarın sözün devamında dediği gibi bu limandan ayrılmazsak kasırgalardan da uzak kalırız. Öykülere geçmeden önce sizin hakkınızda yazılanları okuyunca pek çok ödül aldığınızı gördüm. Engin Kükrer edebiyat yarışmaları hakkında ne düşünüyor? Bu yarışmalar başlangıç mı, bitiş mi?

 

Yazın geçmişim lise yıllarıma dayansa da yazdıklarımı açıkçası, dostlarım hariç, başkalarıyla paylaşmaktan pek hoşlanmıyordum. Geçmişime gidildiğinde lise yıllıkları dışında eserlerime rastlayamazsınız. Fakat seneler geçtikçe yakın arkadaşlarımla ailemin teşviki ve isteğiyle yazdıklarımı paylaşmaya karar verdim. Bu kararı verdiğimde kırk yaşındaydım ve Cahit Sıtkı’yı esas alacak olursam yolun yarısını da geçmiştim. Bu noktada yolda kaybettiğim süreyi telafi etmek adına yarışmalar bana cazip geldi.

 

Diğer taraftan “Yazdıklarımı yakın çevrem beğeniyor ama yazın dünyasında eserlerimin bir karşılığı var mı?” sorusuna da bir cevap bulmam lazımdı. Bu sebeple pandemi döneminde Eskişehir Odunpazarı Belediyesinin düzenlediği Git Artık 2020 Mizahi Düz Yazı Yarışmasına “Yılın Röportajı” adlı bir öykümle katıldım. Öyküm burada birinci olunca bu bana büyük bir cesaret verdi. Diğer yarışmaları araştırmaya başladım. O günlerde sanıyordum ki her yarışmada birinci olacağım. Ancak öyle bir şey olmadı tabii. Yine de yarışmalardan dişe dokunur sayıda ödül ve derece almayı başardım. Yarışmalara katıldığım ilk sene, iş yerimde ödüllerim için ayırdığım bir raf vardı. Şimdi ise bir dolabın tüm raflarını ödül ve plaketlere ayırmak durumunda kaldım ve bundan hiç şikâyetçi değilim.

 

Bunca yarışmaya katıldığım halde yarışma mantığına bir türlü alışamadım. Birçok insanın emeğinin yarış atları gibi bir kulvarda koşuşturması ve verilen puanlara göre alt alta dizilmesi bana rahatsız edici geliyor. Ölü Ozanlar Derneği’ndeki Profesör Keating’in yaptığı gibi, eserleri kalıplara sokup onun değerini puanlayan kitaplardaki o sayfayı ben de yırtıp atmak istiyorum. Zaten bu düşünceyle kırk yıl herhangi bir yarışmaya katılmadım. Ancak katıldıkça gördüm ki yarışmaların, her ne kadar sevimsiz bir yüzü olsa da, faydaları oldukça fazla.

 

Bu faydaların en önemlisi edebiyatla ilgilenen başarılı insanlar tanımak ve sıcacık dostluklar edinmek. Bunu göz ardı edemem. Yarışmalar sayesinde sosyal medyada, ödül törenlerinde veya edebiyat buluşmalarında benimle aynı kulvarda olan harika insanlarla tanıştım. Mesela bu özel insanlardan biri de sizsiniz. Hatırlarsanız Güncel Sanat Dergisi’nin ödül töreninde sizinle tanışmıştık. Yarışmalar olmasaydı başarılı öykücü Armağan Can’la nasıl tanışabilirdim değil mi?

 

Bunun dışında çocukluğumdan beri edebiyatın içindeydim ama edebiyat camiasının dışındaydım. Bu yarışmalar camianın içinde kendimi kabul ettirebilmek adına bana önemli bir dayanak oldu. Kısa zamanda önemli mesafe kat ettiğime inanıyorum. Aynı zamanda yarışmacı ruh; insana araştırma, gelişim ve yenilenme kapılarını açarak onun yaratıcılığını besliyor. Daha iyisini yazmanız için sizi tetikliyor adeta.

 

Fakat bana göre yarışmalar ne bir başlangıç ne de bir bitiş… Hele ki bir amaç asla değil. Yarışmalar sadece, çıkılan edebiyat yolculuğunda süratli gidebilmenizi sağlayan bir araçtan ibaret, yolun kendisi değil. Dileyen kullanır bu aracı, dileyen kullanmaz. Ben yola koyulduğum için zaman kazanmak amacıyla bu aracı kullanmak zorunda kaldım diyelim.

 

Engin Hocam sizi tanımak benim içinde büyük bir onurdur. Kitabınıza ismini de veren “Babamın Kalbimi Kim Çaldı?” öyküsünü bir çocuğun anlatımıyla okuruz. Yakın çevrenizdeki kişiler sizin babanızla olan tatlı diyaloglarınızı bilir, okuyucular ne bilsin? Yazar kendini mi anlatıyor? Olanı, korkularını, güldüğü şeyleri, acılarını mı saklıyor satırlara? Siz nereden besleniyorsunuz yazdıklarınızda?

 

Aslında her yazar özünde kendisini anlatır. Sahip olmadığınız ya da inanmadığınız bir duyguyu ve düşünceyi karşı tarafa sağlıklı geçiremezsiniz ki. Ben de bana acı veren, rahatsız olduğum konulara öncelik vererek öykülerimi kaleme alıyorum. Belki canımı acıtan konularda birileri yazdıklarımı okursa zamanla bir farkındalık oluşur hayaliyle yazıyorum. Okurlarım, şu meşhur hikâyedeki sahile vuran milyonlarca denizyıldızlarından okyanusa geri fırlatılanlardan biri olsun istiyorum.

 

Babama gelince, kendisi yazın dünyamda önemli bir yere sahip. Zaten Babamın Kalbini Kim Çaldı? öykü kitabımın teşekkür bölümünde minnettarlığımı belirttiğim insanların başında o geliyor. Yazdığım çoğu öyküde babamın görüşünü alırım. Olaylara farklı bakan ve sözünü sakınmayan bir yapısı olduğu için öykümün şekillenmesinde söylediklerini önemsiyorum. Yine de ısrarcı ve alıngan yapısından dolayı aramızda bazen ilginç diyaloglar yaşanabiliyor.

 

Birini burada anlatayım. Son öykü kitabımda da olan “Akbaba, Horoz ve Küçük Şeytan” öyküsünde geçen “Rıfkı ceplerini yoklayarak sümüklü mendilini buldu. Mendilin kenarıyla yüzünden tombul yanaklarına doğru süzülen terleri sildi. Aynı mendille buğulanan yuvarlak gözlüklerini dikkatlice kuruladı.” metnindeki sümüklü mendille ter ve gözlük silinmesi anlatımına babam kafayı taktı. Öyle bir şey olmaz diyor da başka şey demiyor. Anlatıyorum, baba diyorum, Rıfkı’nın pasaklı bir karakter olduğunu okuyucuya göstermek için böyle yazdım. Yok “Sümüklü mendile gözlük buğusu ve ter silinmez.” diye ısrar ediyor. Neyse bu öykümü mevcut şekliyle Samsun Tabip Odasının Öykü Yarışması’na gönderdim. Öykü orada ikinci oldu. Keyifliyim tabii.  Durum böyle olunca gerine gerine gidip eleştirdiği öykümün ikinci olduğunu babama söyledim. O ise hiç istifini bozmadan “Sümüklü mendil kısmını çıkarsaydın o öykün birinci olurdu.” deyiverdi. Babamla ilgili yazarlık anım çok. Görüşünü sormak için ona verdiğim öyküyü, içine de bir karakter ekleyip yeniden yazmışlığı bile var. Hatta bu yüzden ortaya iki öykü birden çıkınca, babam ikisinin de aile üyelerince oylanmasını önermişti. Anlayacağınız yarışma ortamım daha baba evinde başladı.

 

Babanıza sağlıklı ve uzun bir ömür dilerim ki böyle tatlı diyaloglarınızı hep dinleyelim. Özellikle bazı öyküleri okurken Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Asiye Nasıl Kurtulur?” filmi zihnimde döndü durdu. Öykülerdeki kahramanların ismi Gülsüm, Şirin, Asiye, İmera olsun satırları okurken içimde hep bir mutlu son arayışı oldu. Farklı kadın sorunlarına samimiyetle yaklaşmışsınız. Nedir bu konudaki düşünceleriniz? Hep aynı konuların etrafında dönüp duruyor gibi mi hissediyorsunuz yoksa anlatıldıkça, yazıldıkça farkındalık olacağını mı? Nasıl bir etki olsun istediniz?

 

Okuyucularımdan karakterlerime karşı çok acımasız olduğum yönünde fazla yorum alıyorum. Haklılar da. Fakat onlara kurmacada acırsam gerçek hayatın insafsızlığını insanlara nasıl aktarabilirim? Hayat dediğimiz şey mutlu sonla bitmesi garanti olan bir masaldan ibaret değil ki. Mesela kitaptaki ilk öykümdeki tacize uğrayıp çatıya çıkan Gülsüm, aşağıya atlasın ve ben bunu tüm dramatikliğiyle anlatabileyim ki gerçek hayattaki Gülsümleri kurtarabilmek için bir algımız ve farkındalığımız oluşsun.

 

Evet; öykülerimde öldürülen, tacize uğrayan, aldatılan, ev işlerine hapsedilen kadınlara sıkça yer veriyorum. Doğrudur, bu konular günümüzde başka yazarlarca da sıklıkla işleniyor. Böyle de olmalı zaten. Gerek yazında, gerekse sanatın diğer dallarında bu konular yeterince işlenir ve zülfü yâre dokunan eserler üretilebilirse insanlar bilinçlenip harekete geçebilir. Geçmişe gidildiğinde sanatın gücüyle nasıl ki krallıklar yıkıldı, ırk ayrımı gibi bazı hassas konularda toplumsal bilinç oluşturulduysa, günümüzün sorunlarına da sanat el uzatarak bunları çözüme doğru yaklaştırabilir.

 

Mizahi ve ironik bir diliniz var. Hangi toplumsal olaya değinirseniz değinin güçlü bir ironi ve kelime oyunları biz okuyucuları karşılıyor. Ağladıklarımızın ortak, güldüklerimizinse çok öznel olduğunu düşünürüm. Bu yüzden yakaladığınız bu dili özellikle “Akbaba, Horoz ve Küçük Şeytan” öyküsüyle “Babamın Kalbini Kim Çaldı?” öyküsünde çok gördüm. Nasıl anlatmayı seviyorsunuz? Bir olayı kaleme alacağınız zaman dram mı, mizah mı, şiir mi, öykü mü nasıl karar veriyorsunuz?

 

Kelime oyunları ve ironi sanırım şiirimden öykülerime ithal ettiğim bir huy olsa gerek. Sözcükleri eğip büküp onları alışılmadık kullanımlarla okuyucunun önüne getirmeyi seviyorum. Hatta yaptığım kelime oyunlarına bazen kendim bile şaşırıyorum. Aslında anlatım tarzı olarak ironik dile bayılıyorum. Eğer yazacağım öykünün yapısı mizaha uyuyorsa bu fırsatı hayatta kaçırmam. “İzahı olmayan şeyin mizahı olur.” sözünden de hareketle mizahın toplumsal sorunları ele almanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum.

 

Soruda bahsettiğiniz “Akbaba, Horoz ve Küçük Şeytan” ile “Babamın Kalbini Kim Çaldı?” öykülerini bilerek kitabın en sonuna koydum. Bunun iki nedeni var. Birincisi dramatik öykülerle başlayan kitabımı insanların yüzünde bir tebessüm bırakarak bitirme isteği. İkincisi de kitabın sonunda mizahın ve ironinin gücüne faydalanma düşüncem. İyi bir Eskişehirspor taraftarı olarak futbolla da yakından ilgiliyim. Maç kadrosu belirleyen teknik direktör mantığıyla, kitaba girecek ilk on birimi belirledim. Okuyucu yakalamak için kalede ve defansta bireysel ve toplumsal sorunlardan yararlandım. Orta sahaya kitabın beyni olarak tarih, bilim kurgu ve distopya öykülerini yerleştirdim. Kanatlara kitaba dinamizm katmak için bol aksiyonlu mitolojik öykülerimi koydum. Forvet hattına ise bilerek mizahı koydum ki mizahın gücünden faydalanarak bol gol atıp okurun gönlünden üç puanla ayrılabileyim. Öyküleri kitaba yerleştirirken kararımı bu mantıkla verdim. Okuyucu hep aynı tadı alsın istemedim. Kaleme alacağım eserin ise meselesine göre bir anlatım türü ve dili seçiyorum. Öykü fikri ortaya çıkınca o zaten bana sormadan kendi dilini ve anlatım tarzını buluyor.

 

“Ceketinin içinde bir çiçeğin inlemesini duyuyorum doktor! Sesin cılızlığına bakılırsa bu, can çekişen bir gül olmalı,” diyor Ağaçların Fısıldadığı Adam. Engin Kükrer, öykülerdeki doğa betimlemelerinin gerçekliği ve küresel ısınma, ağaç katliamı gibi konuları merkeze alarak yazdığı öykülerle duyarlılığını satırlara taşımış. Aslında çözümsüzlüğü ile sıradanlaşan bu konuları absürt bir dil ile ilgi çekici kılmış. Başka neler anlatmak isterdiniz?

 

Tarih öncesi çağlardan bu yana insanların medeniyet karnesi ne yazık ki hep zayıflarla dolu. Savaşlar, sömürü, işkence, soykırım… Kendi türüne bile bu kadar acımasız bir varlık olan insandan dünyadaki diğer canlılarına karşı merhamet ya da duyarlılık beklemek sanırım beyhude bir bekleyiş olur. Bu noktada hışmımızdan kaçmaya çalışan hayvanların sesini kısmen de olsa duyabiliyoruz. Hayvan haklarına ilişkin yazılmış hatırı sayıda eser mevcut. Ancak seslerini duyamayıp tepkilerini gözle ölçemediğimiz için bitkilere karşı daha acımasızız. Ben de “Eğer bitkilerin sesini bir insan duyabilseydi ne olurdu?” düşüncesinden hareketle bu öyküyü yazdım. Sanırım yazarken de en çok kendimi etkiledim. Şu anda, bahçede duran bir çiçeği koparamıyorum. Zaten gerek de yok. Hani sanatçı İlhan Şeşen “koparmadan çiçek koklar gibi…” diyerek gerçek sevgiyi harika biçimde tarif etmiş ya! İşte ben de öykülerimde bu duyarlılığı zaman zaman okuyucularıma hatırlatmak istiyorum. Bunu yaparken de, sıradan gözüken bu tür konuları soruda belirttiğiniz gibi öykü vasıtasıyla ilgi çekici kılabiliyorsam ne mutlu bana.

 

Mitolojiden, tarihten karakterler de öykülerinizde yerlerini almış. Bu öncelikle bana yazarın okumayı sevdiğini çağrıştırdı. Engin Kükrer neler okur? Bu soruyu da iletip sözü size bırakayım. Engin Kükrer, yazın hayatının ilerleyişini nasıl planlıyor, siz anlatınız. Ben ise size samimi cevaplarınız için gönülden teşekkür edeyim. Sağ olun, var olun.

 

Evet çocukluğumdan beri tarihi hep sevmişimdir. Tarihi belgeselleri topladığım bir harici diskim bile var. Başta Kurtuluş Savaşımız ve yakın tarihimiz olmak üzere tarih, yakın ilgi alanımdır. Mitolojiye ise öykü yazmaya başladığımdan beri hayal gücümü arttırmak için ilgi duyuyorum. Şu anda R.G Wilkinson’un Efsaneler ve Mitler kitabını okuyorum mesela. Bunun dışında okumayı elbette çok seviyorum. Hatta, Eskişehir Toplum ve Sanat Derneği (ETOS) tarafından kurulan kitap kulübünde Necla Ayaz hocamla moderatörlük görevi yürütüyorum. Burada seçtiğimiz romanları enine boyuna konuşup tartışıyoruz. Örneğin ocakta Gogol’un Palto’su, şubatta Turgenyev’in İlk Aşk romanı konuğumuzdu. Mart ayında da Dostoyevski’den Kumarbaz’la bu yılki Rus yazarlara son noktayı koyacağız. Sonrasında Sabahattin Ali ve Orhan Kemal konuğumuz olacak. Böyle uzayıp gidiyor işte okuma listemiz. Şunu özellikle belirteyim ki kitap kulübünde yaptığımız incelemeler yazarlığımı inanılmaz besliyor. En önemlisi bir okur kitabı nasıl görür, nelere dikkat eder ve ondan ne bekler görmüş oluyorum.

 

Edebiyatla ilgili planlarıma gelince o kadar çok planım var ki hayallerimin hızına bedenim yetişebilir mi şüpheliyim. Bir kere beş yüzün üzerinde şiirim var. Onların bir kısmını kitaplaştırıp bastırmak öncelikli hedefim. Ayrıca Mersin’de ödül alıp basılmaya hazır bir öykü dosyam var. Bunun dışında şu an büyük çoğunluğunu bitirdiğim ve yeni kuşak olarak adlandırdığım öykülerimden oluşan üçüncü bir dosya hazırlığım devam ediyor.

 

Ek olarak “Yeme Zevki”, “Askerlik” ve “Kadın-Erkek” ilişkilerini konu alan üç ayrı mizah türünde bir seri çıkarma hayalim var. Zehirli Kalem Polisiye Öykü Yarışması’nın son ikisinde derece alan öykülerimi romana çevirmek gibi bir projem mevcut. Bu liste uzar da gider. Bakalım kaçını tamamlayabileceğim, zaman gösterecek.

 

Sorularınızı keyifle cevapladım. Beni iyi tanıyan ve kitabı detaylı incelemiş başarılı bir yazarın sorularını kim cevaplamaktan keyif almaz ki? Yürekten teşekkür ediyorum. Öykülerin büyülü dünyasında yeniden buluşmak dileğiyle…