Eylül, her birimizin omuzlarına farklı anlamlar yüklediği, yeşilin turuncuya döndüğü ay. Elimizde olmadan ruhen ve fiziken değişime uğradığımız zaman dilimi. Kimisi için yazlıklardan metropole dönüşün telaşı, kimisi için sahilde bulduğu yaz aşkına veda etmenin üzüntüsü, kimisi için bavul dolusu eşyayla aile evinden üniversiteye gitmenin yoruculuğu, kimisi için ince ince yağan yağmur altında yürümenin romantizmi, kimisi için ayrıldığı sevgilinin depreşen özlemi, kimisi için satın alınması gereken mont-bot-şemsiye üçgeni. Ne çok anlamı var, hepimiz için farklı farklı…
Bu ayın bana en çok hatırlattığı, İstanbul’da küçük bir kafenin cam kenarında oturduğum bir saatlik zaman dilimi. Kadıköy sahilde, beni şehirlerarası otobüse götürecek servis saatinin gelmesini beklerken geçirdiğim zaman. Belki de uzun zaman bu şehre geri dönemeyeceğimi bildiğim için herşey hafızama işlenmiş. Sahilde yürürken kendi halinde, çok müşterisi olmayan bu kafeyi keşfedişim. Usulca kapıyı açtığımda cam kenarındaki masayı boş görmenin verdiği keyif. Garsonun getirdiği demli çayı içerken kafamdan geçen bin bir düşünce. Oysaki kafenin müdavimi siyah kedi tam karşıdaki sandalyede, her şeyden uzak yedinci uykusunu uyuyor. İnsanın iliklerine kadar huzur veren kısık bir mırıldanma sesi çıkarıyor. Kafede demlenen ıhlamurun kokusuna, fırından yeni çıkmış tarçınlı kurabiye eşlik ediyor.
Zaman, öğleden sonradan yavaşça akşama doğru akıyor. Vapur az önce iskeleye yanaştı. Tahta iskeleler vapura dayanınca inen kalabalık çil yavrusu gibi etrafa dağılmaya başlıyor. Gündüz, geceye dönmenin telaşında. Saatlerdir kapalı olan havanın direnci sonunda kırılıyor ve önce çisil çisil, ardından da incecik sicim halinde yağmur başlıyor. Dışarıda kaldırımda yürüyen kalabalıktaki hafif telaş, yerini daha hızlı adımlara bırakıyor. Akşama kalmadan eve ulaşma çabası her şeyin önüne geçiyor.
Bazıları otobüs durağının altına girip ıslanmamak için uğraşıyor. Onların adımları daha hızlı. Daha genç olanlardan kızıl saçlı ince kız, incecik yağan yağmura pek aldırmıyor. Gökyüzüne bakıp hafifçe gülümsüyor. Belli ki aklından romantik bir anı geçiyor. Kısa süre sonra cadde üzerinde yürüdüğünü hatırlayıp toparlanıyor ve yürümeye devam ediyor. Yüz ifadesi her adımında biraz ciddiye bürünüyor. Yağmura alışık sokak köpeği ise ağır ağır yürüyerek kalabalığa eşlik ediyor. Hiç kimsenin onu umursamadığını düşünerek yürüyor, yüz ifadesindeki bıkkınlıktan öyle anlaşılıyor.
Biraz uzakta, annesinin kolundan tutarak çekelediği oğlan çocuğunun şemsiye ile arası yok gibi. Tüm ısrarlara rağmen şemsiyesinin altına girmek istemiyor. Annesi ani bir hareketle onu korunaklı şemsiye alanına sokuyor ama en ufak bir dalgınlığında oğlan kendini özgür alanına atıyor. Şemsiye dışındaki her yer onun için özgür alanı. Gökyüzüne her baktığında yüzünü ıslatan damlacıklara hiç aldırmıyor. Ağzını kocaman açıp içine giren yağmur damlalarıyla mutlu oluyor. Annesinin ne kadar kızdığı yüzüne yansıyor ama anaç rolüne uygun şekilde, daha fazla ıslanmadan eve gidebilmenin yollarını düşünüyor.
Karşıdaki otobüs durağının altında boş yer kalmadı. Islanmak istemeyenlerin çoğu oraya koştular. Gerçekten otobüs bekleyenlerin bu durumdan memnuniyetsiz ifadeleri yüzlerinden okunuyor. Yağmurdan kaçanlar bunun farkında ama yüzünü ekşitenlere arkalarını dönerek veya başka yerlere bakmaya çalışarak tepkisiz kalıyorlar. Otobüs bekleyenlerin arada dudaklarının kıpırdadığı görülüyor. Belki kısık sesle geç kalan otobüse veryansın ediyorlar. Belki de ıslanmamak için kendini otobüs durağının altına sokmaya çalışan biri yanlışlıkla ayağına bastı. Aceleden fark etmemiş bile olabilir. Ama ayağına basılan çektiği acıyla birlikte mırıldanmaya başlıyor. Bunlar tahmin ama genelde yağmurlu havalarda hep böyle olur.
Sağdaki otel girişi de oldukça kalabalık. Görünüşlerine ve giyinişlerine bakılırsa, İstanbul havasına yabancı Avrupalı turist kafilesi otele yerleşmeye gelmiş. Yola çıkmadan önce meteorolojinin hava tahminlerine bakmadıkları ortada. Anlaşılan tur şirketi birden bastıran sağanak yağmura da hazırlıklı değildi. Talihsiz turistlerin ne üzerlerinde yağmurluk ne de ellerinde şemsiye, hiçbiri yok. En önde yaşlı teyzeler olmak üzere, kafile otele giriş yapıyor. Turistlerin çoğu kadın. Bir anda aklıma bu otelin Ayasofya’ya çok uzak olduğu geliyor. Eminim düşünmüşlerdir. O sırada otel görevlilerinin abartılı şekilde herkesi memnun etme çabası dışarıya yansıyor. Neyse, kafile içeri girdi. Onları getiren şoför otobüsten inip otel görevlisini yakalıyor ve ellerini kollarını sallayarak, nasıl yağmura yakalandıklarını ve o trafikten nasıl kaçtıklarını yüksek sesle anlatıyor. İlgilenirmiş gibi görünen otel görevlisinin aklı başka yerde. Belli ki tek geç kalan turist kafilesi bunlar değildi. Diğerleri de trafiğe takıldı.
Bir şemsiyeyi paylaşan genç sevgililer de hızlı adımlarla köşeyi dönmek üzereler. Aynı şemsiyeye sığmak için bellerine ellerini dolamışlar. Sırt çantaları olduğu için şanslılar. Eğer çanta kumaşı yağmura dayanıklıysa ders kitapları ıslanmamıştır. Keyifleri fena sayılmaz, birinin söylediğine diğeri kahkaha atarak karşılık veriyor. Birilerinin keyfinin yerinde olduğunu görmek güzel. Yağmurlu günlerde yaygın haliyet-i ruhiye karamsarlıktan ibaret.
Servisin gelmesine yarım saat kaldı. Yağmurun hafiflemesiyle birlikte dışarının temposu yavaşladı. Uykum geldiği için de öyle hissediyor olabilirim. Bir vapur daha kıyıya yanaşmak üzere. Akşamın habercisi sokak lambaları sarı ışıklarıyla caddeyi aydınlatıyor. Yağmurun dindiğini sarı ışıklara dikkatlice bakarak anlıyorum. Kafenin önünden tekerlekli valizlerini yürüterek geçen iki kişiyle büyük ihtimal aynı otobüste gideceğiz. Yavaş yavaş gitme vakti geliyor. Yağmurlu bir Eylül gününde, İstanbul’a kendimce sade bir veda ediyorum.