Kahraman Ferdinand’ın kurtuluş haberi, radyonun paslı hoparlöründen yükselip geminin katları arasında yankılandığında, bu sevindirici gelişme -kargo bölümündeki yolcular hariç- tüm mürettebat tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Ki o zaman henüz Ferdinand, Ferdinand adını almış değildi. Haberde, “Genç bir boğa” olarak anılıyordu.
Gösterilen yiğitliğin ada ulandığı zamanlarda olsa neler, neler yakıştırılmazdı ki Ferdinand’a? Hangi adlar layık görülmezdi? Onca engeli aşıp denizi bulması, üç koca gün azgın dalgalarla boğuşup hayatta kalması az şey miydi? Cesaretse cesaret, güçse güç…
“Siz o habere kulak asmayın,” dedi, ağzındaki gevişi diliyle dişleri arasında götürüp getirirken, “Bu ara pek bir moda oldu bu kaçmalar. Sonuç her zaman bıçağın ağzıdır, unutmayın.”
“Mesela, Bay Lukasz, değil mi efendim? Sahibinin elinden kurtulup Nyskie Gölü’ndeki adalardan birine sığınan o aptal boğa. Şimdi kim bilir hangi sucuğun içinde huzur bulmuştur?”
Ortaya atılan lafa karşılık veren, başı, gövdesine gömülü, boyunsuz Norveç Kızılı’ndan başkası değildi. Sonuna kadar damızlık olarak görülmesinin rahatlığıyla konuşuyordu kuşkusuz. O nedenle, az sayıdaki, en az kendisi kadar ayrıcalıklı boğayla özel bir bölümde tutuluyordu ya; kesimliklerle aralarına çekilmiş tahta perdenin ardında.
Herkesin gözü önünde, onca ağırlıkta üç zavallı hayvancığı geminin güvertesinden limana fırlatarak -ki bunun için kafasını üç kez hareket ettirmesi yetmişti- “Efendim” denilmeyi çoktan hak eden İngiliz Şarolesi, “Haa şu Polonyalı boğa, evet,” dedi, aşağılayan bir sesle, “Tam bir komedi!”
Ferdinand’a gelince, o, tam da bu sırada, çiftlik hayvanları barınağında -dünyanın dört bir tarafında, hatta okyanuslarda bile namının yürüdüğünden habersiz- solu üzerine devrilmiş, hâlâ sudaymışçasına ayaklarını önden geriye doğru çekip duruyor, düşle hayal arası bir yerde, herkesin anlayamayacağı türden, tuhaf sesler çıkarıyordu.
“u-a a-u-a/ Ururu- şarkımla- o büyüsün/ Ururu- şarkımla- kocaman olsun/ Gel uyku, gel uyku/ Gel oğulumun olduğu yere/ Acele et uyku/ Duraksız gözlerini uyut/ Elini renkli gözlerine koy/ Ve ağulayan dili ile/ Uykusunu bozdurtma”
Bir gülümseme yayıldı Ferdinand’ın yorgun, kahverengi yüzüne; ancak bir anne ninnisiyle yakalanabilecek o sonsuz huzur yerleşti. Sonra birden nasılsa, bedeni kasılmaya, soluk alıp verişi hızlanmaya başladı. Görenler, onun bir düşün içinde yol aldığını bildi o dakikada, bir bilinmezde savrulduğunu.
Bulutlara yakın bir yerde rüzgâra karşı direnir buldu kendini Ferdinand; pamuktan bir denize doğru kulaç attığını gördü. “Oysa kanatlarım olmalıydı benim,” dedi havadaki haline onca şaşırmış, “Ayak yerine, kanatlarımı çırpmalıydım şimdi.” İyi de bir boğa, nasıl…
“Denizatı olur da gökboğası olmaz mı, a şaşkın!” dedi. Sesi gök gürültüsüydü, yüzü karanlık. “Tanrı bilir, senin, Gökyüzü Boğası’ndan da haberin yoktur şimdi.”
Ne tarafa bakacağını bilemeden, önünde uzanan boşluğa doğru konuştu, “Şey…” dedi, çekingen, “Annem masalını anlatmıştı bana. Yine de…”
Gözünden sicim gibi yaş gelene kadar güldü, “Tabii ya, masal diye yalan mı sandın anlatılanı? Mesela, sizin o, sis dediğiniz şey aslında nedir bilir misin?”
“Nedir?” dercesine, merakla açtı gözlerini.
“Gökyüzü Boğası’nın o çok güçlü nefesi elbette, ağzından alıp burnundan verdiği…”
Kuşbakışı gördüğü, dağların tepesindeki yoğun sise çevirdi bakışlarını Ferdinand. “Yenice soluduğuna göre buralarda bir yerde olmalı,” diye geçirdi içinden. Bacaklarının zangır zangır titrediğini hissetti aynı anda; bedeninin kasılmaya başladığını, hızla soluk alıp vermekten kendini alıkoyamadığını.
Norveç Kızılı ile İngiliz Şarolesi’nin konuşmasına kulak kabartan Belçika Mavisi -ki o koca gövdeyi gören biri, onun bir yıl önce dünyaya geldiğine asla inanmazdı- Ferdinand ve diğerlerinin kahramanlığını küçümsemeye kalkan bu ikiliye acımaktan başka yapılabilecek bir şey olmadığını düşündü. “Dur bakalım, benim adımı, kim, nasıl anacak vakti geldiğinde?” diye geçirdi içinden.
Planı gayet açıktı. Madem gemiye bindirilene kadar kaçmayı başaramamıştı, indirilirken deneyecekti şansını. İlginçtir, diğer gemilere kafesle yükleme yapılırken, içinde oldukları geminin sahibi, kafeslerin sağlamlığına güvenmediğinden olmalı, limana sarkıtılan asma köprü üzerinden, tek sıra halinde geçirmişti kendilerini. Bunu bir işaret olarak kabul edebilirdi rahatlıkla; bir uğur olarak görebilirdi. İndirme de aynı koşullarda gerçekleşecekse özgürlüğüne kavuşmasına ne kalmıştı şunun şurasında? On beş gündür yolda oldukları düşünülürse, en fazla bir, iki gün.
“Hey, sen!” diye seslendi İngiliz Şarolesi, Belçika Mavisi’nin aklından geçeni okumuş, az önce küçümsendiğini bilmiş gibi, “Kibirli duruşundan hiç hoşlanmıyorum, bilesin.”
Buram buram bela kokusu sarmıştı ortalığı. Kalabalık sağlı sollu açılmış, her an kavgaya tutuşacak bu iki zorunlu yol arkadaşının birbirlerine ulaşabileceği bir koridor oluşturmuştu.
“Ben de senin, birilerinin gözünü korkutarak iş görmenden hiç hoşlanmıyorum, doğrusunu istersen.”
“Bak sen,” dedi alaycı, “Gemide ağır yaralanmak neye yol açar bilir misin? Balıklara yem olmak ister misin, ha?”
Açık tehditti bu, gereği yerine getirilmezse, ötekilerin gözünde –iki taraf için de- küçük düşme sebebiydi.
“Ölüme yol alırken, ölümle tehdit edilmek, sence de çok aptalca değil mi, Bay Ukala?”
Canına susamış olmalıydı şu yeni yetme. Liderliğini boynuzunun gücüyle hak etmiş biriyle nasıl konuşması gerektiğini geç de olsa biri ona öğretmeliydi.
Gemidekiler, amansız bir kavgaya tutuştuğunda, Ferdinand, kim bilir kaçıncı düşünde, olanca gücüyle kıyıya ulaşmaya çabalıyordu hâlâ. Ayaklarını önden geriye doğru çekip durması, başını yukarıda tutmaya çalışması, arada boğuluyor gibi çırpınması görenlerde buruk bir sevince sebep oluyordu.
Ferdinand’ın kurtuluşunun üzerinden sayılı gün geçmişti ki, açık denizde, yaralı bir boğanın, balıkçılar tarafından bulunup hızla tedavisine başlandığının haberi duyulmuştu bu kez de; hayvan taşımacılığı yapan bir gemiden düşmüş ya da kurtulmak için atlamış olabileceğinin tahmin edildiği…
Bu gelişme -kargo bölümündeki yolcular hariç- tüm mürettebat tarafından büyük bir üzüntüyle karşılandı. İngiliz Şarolesi ağzındaki gevişi diliyle dişleri arasında götürüp getirirken, “Tam bir saçmalık bu,” dedi, “Tam bir komedi…”