Füruzan’ın Kırk Yedi’lileri
Kitap İncelemeleri

Füruzan’ın Kırk Yedi’lileri

Bayram Sarı

“Eğer bu düzeni ahlak düşkünlerinin, insan kanı içicilerin evetlemesiyle değişecek sanıyorsak, kötü yanılıyoruz.”

Füruzan, Kırk Yedi’liler

 

      Füruzan, Cumhuriyet dönemi Türk Edebiyatı içerisinde roman, röportaj, şiir, gezi, oyun türlerinde yapıtlar vermiş olmasına rağmen daha çok öykücü kimliğiyle dikkati çeker. Asıl adı Feruze Çerçi’dir. Füruzan Yerdelen (1956-58) imzasını da kullanan yazarın ilk öykülerine, “Seçilmiş Hikâyeler (1956), Türk Dili, Pazar Postası ve Yenilik” dergilerinde rastlanır. Turhan Selçuk’la evlendikten bir süre sonra Füruzan Selçuk imzasını kullanır (1958). “Papirüs” ve “Yeni Dergi”de öykülerinin yayımlanmasının ardından, Türk edebiyatının kayda değer öykücülerinden biri olarak anılmaya başlanır. Füruzan, ilk öykü kitabı “Parasız Yatılı”yı 1971’de yayımlatır. 1972’de Sait Faik Hikâye Armağanı alan bu yapıtı “Kuşatma, Benim Sinemalarım, Gül Mevsimidir, Gecenin Öteki Yüzü, Sevda Dolu Bir Yaz” izler. Yirmi beş yaşında yazdığı “Kırk Yedi’liler” ise ilk romanıdır.

 

Füruzan, kültürel birikimi, dünya görüşü ve insana yaklaşımıyla kurguladığı metinlerinde, 20. yüzyıl Türk toplumunun sosyokültürel özelliklerini yansıtacak biçemde, Cumhuriyet döneminin sağladığı olanaklardan faydalanarak var olan durumlarını Batılılaşarak iyileştirenler ile alt sınıfın modernizme uyum sağlayamayan, sisteme yabancılaşmış karakterlerini irdeler.

 

12 Mart Askeri Muhtırası öncesi ve sonrasında yaşananlar; öğrencilerdeki sağ-sol ayrımları, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilişi, 2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik sıkıntılar, köyden-kente yaşanan göçler Füruzan’ın metinlerinin odak noktasıdır. Füruzan, yaşadığı toplum içinden seçtiği kahramanları aracılığıyla toplumsal meselelere yönelik eleştirilerine metinlerinde yer verir. Çoğu metinlerinde karakterlerin adları yoktur, bir anda okuyucunun yanında ya da çevresindeki kişilere dönüşürler.

 

1975 yılında “Türk Dil Kurumu” roman ödülünü alan “Kırk Yedi’liler” romanının ana çerçevesi şöyledir: 68 Kuşağı Üniversite gençliğinin geleneksel toplum ve siyasi yapıyla çatışmaları, devrimci harekete katılan Emine’nin gördüğü işkenceler, sağ-sol çatışmalarında ardı ardına gelen ölüm haberleri, her türlü şiddet ve çatışma şekliyle karşılaşan gençlerin hayata bakışları ve anlamlandırmaları, metnin kurgusunu oluşturur. Roman, ezilenlerin, göçmenlerin ve sosyalist gençlerin doğru bildikleri ile sistem, geleneksel yapılar, rejim ve karşıt görüşler ile yaşadıkları çatışmalara dayanmasına rağmen, metnin merkezinde kadın sorunsalı bulunmaktadır.

 

1960’lı yılların sonuna doğru Türkiye’de, toprakla geçinemeyen köylünün büyük şehre göçü yoğunlaşır. Köylü, büyük şehre, özellikle de İstanbul’a kurtuluş umuduyla gelir. Göç edenler arasında siyasi nedenlerle Balkanlar’dan gelen aileler de vardır. Bu insanlar, sırtlarına yüklendikleri bir kat “döşekten” başka bir şeye sahip değildirler ve topraktan başka bir iş ile uğraşamazlar. Dolayısıyla sanayi kuruluşlarının yoğun olduğu büyük şehirde ancak düşük nitelikli iş bulabilirler; kısıtlı olanaklarıyla normal yaşam standartlarının çok altında yaşarlar. Yeterli alt yapı ve iş imkânlarından yoksun olan bu göçmenlerin şehirde barınmaları çok güç olur.

 

Her ne kadar şehirde tutunmayı başaran öykü karakterlerinin çoğu yoksul olsalar da namus kavramını her şeyin üstünde tutarlar. Öykülerindeki orta yaşlı kadınların çoğu, geleneksel kültürle yetişmiş, ağırbaşlı, her türlü güçlüğe dayanabilecek denli sabırlı tiplemelerdir. Fakat kadın karakterlerin eril baskıya karşı durdukları da sıkça görülür.

 

Toplumda eşine ve çocuklarına sevgi duyan, evde yapılacak şeyleri gün içinde tamamlayan ve aile reisinin aldığı kararları sorgulamadan kabul eden bu kadınlar, aile içinde gördükleri baskıyla sessizliğe mahkûm edilmişlerdir. Toplumda kadınların sindirilişlerinin en çarpıcı örneklerinden biri “Kırk Yedi’liler” metninde sıkça dile getirilen “erkek gibi kadın” söyleminin arkasında yatan gerçeklik Emine aracılığıyla şu şekilde iletilir: “Eh… bak en iyi sözü ettin, ‘bir erkek gibi’ lafının alaylı yükünü çocukluğumuzdan beri biliriz. Bir kadın gibi olmak, bir erkek gibi olmak… bunlar iki cinsin sınırlarına çekilmiş çok kurnazca söylemler, Seçil. (…) Kadını sindirip kolay yönetilir kılmanın binlerce yasalarından çıkmadır, ‘erkek gibi kadın’ sözü. Çok çok kadınsı olmak gibi ne idüğü belirsiz pohpohlayıcı bir etikete özendirmektir. Erkeği ise duyarlığındaki olabilir insanca inceliklerden çekindirip, ezici yönetici vasfını geliştirmek için de ‘kadın gibiliğin’ aşağılayıcı umacısını dikmek yasasıdır karşısına. Bunlar kökleşmiş yaşama hileleridir.”

 

Emine, kadınların hayatlarının birtakım kalıplaşmış ifadelerle aynı kılınmasının ne denli yanlış olduğunun farkındadır. Toplumda “Kadın dediğin…” ifadeleriyle başlayan cümleler genellikle eril otoritenin isteklerini daha da yüceltmek amacıyla kurulur. Bu da eril egemenliğine dayalı toplumumuzda bazı değerlerin baskıya dönüşmesinden dolayı kadınların söz hakkına sahip olamamasına neden olur. Ayrıca kadınların salt eşlerine güzel görünmek, makyaj yapmak ya da eşlerinin cinsel isteklerini yerine getirmek dışında görevlerinin olmadığı gibi yanlış bir algıyı da dayatır.

 

Yoğun göç olgusuna bağlı şehir yaşamında, yaşam koşulları oldukça güçtür. İnsanlar, hayata tutunma mücadelesi verirken yeni nesillere manevi değerlerin aktarılmasını ihmal edebilmektedirler.  Okuyamamış kenar mahalle kızlarının anne-babalarıyla aralarındaki kuşak çatışmasının nedeni, evdeki eril düzeni kabullenmemeleridir. Bir nesil öncesi, “aza kanaat ederek” sabırla hayata tutunan kimselerken, henüz ergenlik dönemini yaşamakta olan kendi kızları, hayattan bezecek derecede yorgun düşmüştür. Kızların seçebileceği iki yol vardır: Ya kendi çevrelerinden biriyle baş göz edilmek ya da kıstırıldıkları çemberden çıkabilmek için büyük şehrin girdaplarında kaybolmayı göze almak. Çoğu genç kız ikincisini seçer; çünkü başka türlü hayalini kurdukları refah dolu hayata kavuşamayacaklarını bilirler.

 

Füruzan’ın öykü karakterleri, aşk ve sevgiyi toplumsal gerçekliğe uygun yaşarlar. Öykülerinde toplumca kabul gören anlamda aşkı, sevgiyi yaşayanlar olduğu gibi ulaşmak istedikleri maddi güce sahip kimselerle birlikte olma isteğini aşk zannedenler de vardır. İkinci grupta yer alanların hayal ettikleri aşkı yaşamalarının önünde sınıf farkı aşılması olanaksız bir engeldir.

 

Göç olgusu ve uyum sağlama konusundaki tabular kaçınılmaz olarak kültürel yozlaşmayı da beraberinde getirir. Kültürel yozlaşma: “Bireyin, toplumun değerlerine/kültürüne, çevresine karşı ilgisinin yok olması; kendinden başkalarından ve daha geniş manada dünyadan kopması; toplumda üzerine düşen rolü yerine getirebilme gücüne sahip olamaması; bireyin bağlı bulunduğu gruba ya da topluma adapte olamaması veya karşı gelmesi demektir.” Füruzan’ın, “Kırk Yedi’liler” adlı metninde kendi kültürünü küçümseyip Batı’dan gelen her değere hayranlık duyan insanlarla karşılaşılır. Onlar kültürel değerlerini tamamen yok sayarlar. Kendi özlerinde var olan her şey Batının iyi ya da kötü olan özelliklerinin yanında fazlasıyla küçümsenecek hâldedir.

 

Kırk Yedi’lilerde, Emine’nin ailesinde yaşanan kültürel yozlaşma ve yabancılaşmayı Füruzan şöyle irdeler: Bu aile, Erzurum’daki yaşantılarını Ankara’da sürdüremez. Emine hariç her birinin kültürel değerleri zamanla kaybolur: Seçil Erzurum’dayken ne bulursa üzerine geçirerek sokağa çıkarken; evlendikten sonra eşine hoş gözükmek için modaya uygun giyinmeye başlar. Yaşlanmasını engellemek için vücuduna kremler sürer. İlerleyen yıllarda estetik operasyon yaptırmayı bile düşünür. Seçil, Erzurum’da yaşarken oranın insanını temsil eder. Modaya düşkün olmaması, kendini olduğu gibi göstermesi bunun delilidir. O, Erzurum’dan uzaklaştıktan sonra kız kardeşi Emine ve onun gibileri ötekileştirecek kadar kültür yozlaşması yaşamaktadır: “Saçları elleriyle taranıvermiş, güzelim genç göğüslerini süveterle bastıran sizler başkasınız kızım. Bir erkeğe yaklaşırken ki tutumunuzun yapmacıksızlığına şaşıyorum. Alışılmadık bir şey bu. Kuşku bile verdi bana. Böylesine dümdüz anlatımlı bir kadınlık Erzurum’dayken evet, yüz yıl geçmiş gibi geliyor bana.”

 

Nüveyre Öğretmen, kendisini kuşatan ve oldukça da hoşuna giden duygusuzluğunun kurbanıdır. Onda var olan kendine yabancılaşma eğilimi samimi olmayan yaklaşımların etkisiyle ortaya çıkmıştır. Nüveyre Öğretmen çocuklarını bile yapay tutumlarla önemser, sever ve korur. Hayatta değer verdiği şeylerin öncelikleri son derece farklı olduğu için çocuklarına karşı yaklaşımları da başkadır. O, yaptığı her şeyin farkındadır; fakat Nüveyre Öğretmene göre kendisi; “Onları anlamaktan daha önemlisini yapmıştı: Yoksul, sıradan insanlar olmamaları için gereken güçlerle donatmıştı.” Nüveyre Öğretmenin kendine yabancılaşması anneliğinin de belli sınırlar dâhilinde sürmesine neden olur. O, çağa ayak uydurma isteğiyle hem anne olma hem de kültürel değerleri sürdürme eğilimini kaybetmiştir.

 

Füruzan’ın metinlerinde yabancılaşan karakterler, toplumda kendi benzerlerini de oluşturma çabasına girer. Dışlanma ve tek yaşayamama korkusu,  karakteri yabancılaşmaya iten sebeplerdendir. Karakterler her türlü bağlılığa karşı oldukları için toplumun yaşayacağı olumsuz şeyleri de önemsemezler. Seçil, artık Erzurumlu değildir. O, evlendikten sonra tamamen başkalaşmıştır. Zihin yapısı, davranışları bire bir annesi Nüveyre Öğretmenin kopyası haline gelmiştir. Onlar, değişen dünyanın kültürel bağı olmayan, çürümeye yüz tutmuş kadınlarıdır. Nüveyre öğretmen Erzurum’da kalırken ayakkabıyla eve girmez fakat annesi ölünce, cenaze evine gelen diğer kişilerle birlikte eve ayakkabıyla girer. Yine Nüveyre Öğretmenin, kızı Seçil hastanede yatarken hemşireden akşam yemeği için konsome ya da Beuf strogonof istemesi Erzurum yemeklerinin tamamen aklından silinip gittiğini ortaya çıkarır. Geçmişleriyle barışık olmayan bu kişiler, geleceklerini de Batı’ya olan özentileriyle oluştururlar, fakat kültürel bağlarından uzaklaştıkça da mutluluğu bir türlü tadamazlar.

 

Cemil Meriç, “Hisar Dergisi”nin, Haziran 1975 sayısındaki yorumu, Füruzan’ın edebi biçemini tüm gerçekliği ile ortaya koymaktadır: “Kırk Yedi’liler bir kâbusla başlıyor. Birkaç ay önce yaşadığı bir işkencenin korkunç intibalarını silmek isteyen bir genç kız, hatıralara sığınıyor. Bu bir roman değil, altı yüz elli sayfalık bir kâbus. Arada bir insanca pırıltılar, Erzurum’dan bir iki kartpostal, birkaç sevimli çehre. Sonra işkence, işkence, işkence… Gerekçesi olmayan bir ithamname. Cellatlar korkunç, kurbanlar deli. Kırk Yedi’liler sayıklar gibi konuşuyorlar. Ne söylediklerini anlayamıyoruz. Karşılarında da habis ve kıyıcı hayaletler.  Kitap inandırmıyor, isyan ettiriyor. Her adımda bir bataklığa gömülüyorsunuz. Ve içinizden korkunç şüpheler geçiyor: tımarhanede miyim? Bir roman değil, bir kâbus. Yazar uçurumu derinleştiriyor, insanla insan arasındaki uçurumu.”

 

Kaynak:

Kırk Yedi’liler: Füruzan, Yapı Kredi Yayınları, 2018