Gogol’ün Palto’sundan Melville’in Bartleby’sine: Kuşatılmış İnsanın Kendilik Pratiği Olarak Başkalaşım (3.Bölüm)
Yazılar

Gogol’ün Palto’sundan Melville’in Bartleby’sine: Kuşatılmış İnsanın Kendilik Pratiği Olarak Başkalaşım (3.Bölüm)

Sezgin Taş

Dönüştürücü Özgül Söylem:

Nancy’ye göre var aynı zamanda hem yeri hem de yer almayı kapsar. Yer, yer almayı içine çeker: herhangi bir şey burada var denildiğinde varlık, şey değildir, o şeyin yer almasıdır.[1] Bu, bir uzam ve zamanda çakışmayı kapsar. Bartleby’nin kendiliğinin dönüşüp çözüldüğü, rasyonel akılla çakıştığı yer modern zamanların, Wall Street’in görkemli dünyasıdır.

 

Bartleby’nin işi kelimelerdir dolayısıyla direnişin en büyük silahının dil olduğunu keşfetmiştir. “Yapmamayı tercih ederim.” Bir ret ya da kabul içermez. Düşünme biçimleri ya da stratejilerinin kayağında çelişkiler yaratan bu ifade karşısında avukat afallamıştır. Bu bir bilinmeyenin dokunuşudur; sınıflandırılıp sınırlandırılamaz, patolojik olanla ilişkilendirilemez. Açık ve nettir. Kendisinin bir iletken, emrin yerine getiricisi olmasını yine kendi belirlemek ister.

 

Bartleby beklendik tüm davranışlarından sıyrılmış, benzersiz bir edime yönelmiştir. Bu dilsel direnişin ardında yatan nedir o halde? Gilles Deleuze Bartleby’nin yıkıcı bir formül bulduğunu söyler. Olağan formül, I had rater not yerine neden I would prefer not to kullanılır?[2] Ona göre bu söylem sözdizim açısından doğrudur, ama reddettiği şeyi belirsiz bırakan bir sona sahiptir. Not to söyleme radikal bir karakter, bir tür sınır-işlevi verir. Önerilebilecek her şeyin, sırası gelince yine, kesin olarak ve her defasında varlığını sürdüren büyük belirsiz formül I would prefer not to etkisi altına gireceğini söyler. Deleuze bu söylemin ardında varlığını sürdürecek hiçbir şey bırakmayan bir alan yarattığı kanısındadır.

 

Formül yıkıcıdır çünkü herhangi bir tercih edilmeyen kadar, tercih edileni de aynı acımasızlıkla eler. Yöneldiği ve reddettiği öğeyi ortadan kaldırdığı gibi, koruyor gibi göründüğü ve imkânsız hale gelen diğer öğeyi de ortadan kaldırır. Gerçekte onları ayırt edilemez kılar: Tercih edilmeyen etkinliklerle tercih edilen bir etkinlik arasında durmadan büyüyen bir ayırt edilemezlik, belirlenemezlik bölgesi açar. Formül, bir şeyin tercih edilebileceği ya da edilemeyeceği tek referans olan “kopyalamayı” yok eder.[3]

 

Deleuze bununla Bartleby’nin hayatta kalma hakkını, yani kör bir duvar karşısında ayakta ve hareketsiz kalma hakkını kazandığını söyler. Hayatta kalması herkesi belli bir mesafede tutan belirsizlik içinde mümkündür. Ona göre Bartleby varlıktır ama daha fazlası değil. Bu varlık herhangi bir hayır ya da evet deseydi hemen yenilmiş olacaktı. Kendiliği için bulduğu dahiyane çözüm belki Bartleby’ye zaman kazandırır ancak sonunu da hızlandırır. Kesin olan formülün gücüdür.

 

Bartleby kendini nesne konumuna indirgeyen iktidar pratiklerine sessizce yanıt vermeye hazırlanır. Bu bir başkalaşımın ilk adımıdır. Başkalaşım önce bireyin içinde yerini bulur daha sonra iktidara beyan edilir. Nesnenin özne konumuna yükselmesi, onun yanında ya da içinde yerini alması kendilik kaygısıyla eş güdümlü bir direniş belirleyip bunu eyleme dökmesiyle mümkündür. Çünkü başkalaşımın oluştuğu ilk ana kadar nesne bir iletkendir. Belli bir emir, görev, iş düzleminin aracısı, edilgin failidir. Bu faillik ona karşılığında temel insanlık ihtiyaçlarını görme ayrıcalığı (!) tanır. Tam bu noktada nesne konumuna indirgenen birey yaşamını temellendirecek bir gerekçe, bir hakikat arar, varoluşunu bu nirengi noktasında konumlandırır. Dolayısıyla mutlak iktidarın buyurgan sesi karşında sakin bir tonda kendi iradesiyle boy gösterir Bartleby. Burada basit bir anlaşma vardır. Bartleby bu anlaşmaya sadık kalmış paravanın arkasında kendini kopyalama işine vermiştir ancak avukat oradan çıkmasını isteyerek anlaşmayı bozar. Efendisinin sözleşmeyi tek taraflı ihlali onu dilin içinde bir boşluk yaratarak başkalaşıma iter.

 

Bartleby, Yapmamayı tercih ederim diyerek karşı özneye dönüşür. Burada karşımıza çıkan özne efendinin yüzyıllardır yadsıdığı öznedir. Deleuze’e göre Bartleby’nin icat ettiği tercih mantığı referanssız bir insan olmaya uygun olarak dili her göndermeden koparır. Bir hiç kimseliğe, I am not particular’a işaret eder. Çünkü o, referanssız, iyeliksiz, özgülüksüz, niteliksiz ve özelliksiz insandır.

 

Bartleby bir başkalaşım formülü bulmuştur. Bu formül, çevresindekileri de etkisi altına alır, onların diline sızar. Avukat ya da diğer katipler tercih ederim demekten alıkoyamazlar kendilerini. Bir süre sonra başkalaşım doruk noktasına taşınır. Tümüyle kuşatılma altında olan Bartleby yazmayı da durdurur. Çekildiği köşesinde hayallere dalan eylemsiz birine dönüşmüştür. Bartleby bir işgalci midir? Şimdi bu soruyu yanıtlayalım. Elbette hayır, o sözleşmeye sonuna kadar sadık kalmak istemektedir. Paravanın arkasına geçip yalnızca kopyalamak istemektedir. Bir bakıma Sisyfhus[4] gibi tutunduğu gerçek budur: kopyalamak. Ne ki bu gerçek de elinden alınmıştır, çünkü bir sürü dayatmaya, meraklı sorulara maruz kalmıştır, avukat onun kimliğini didik didik etmeye çalışmıştır. Avukatın odasında ikisi taşlaşmış üç şahıs vardır: Bartleby, Cicero büstü ve kendisi. Cicero’nun söylediklerinden çok büstünün bir dekor görevi görmesi önemlidir bu yüzyılda, o nedenle Bartleby kendini açıklamaya girişmesinin beyhude olduğunu bilir; açıklanamaz, kavranamaz olandır o. Agamben’e göre Bartleby’nin yazma eylemi bir yazma gücünden değil, kendi kendine yönelen bir yazma güçsüzlüğünden (kudretsizliğinden) kaynaklanır ve bu biçimde (Aristotales’in eyleyen anlak, ya da poetik anlak dediği) saf edim olarak kendisinin başına gelir. Bu nedenle, Arap geleneğinde, eyleyen anlak bir melek biçimine sahiptir, adı Kalem’dir ve yeri sırrına erişilemez bir gücüllüktür. Bartleby, yani sadece yazmayı durduran bir kâtip olmakla kalmayan aynı zamanda “hayır demeyi yeğleyen” Bartleby, kendi yazma gücüllüğünden başka bir şey yazmayan bu meleğin en uç figürüdür.[5]

 

Absürtle trajedinin sınırlarında dolaşan bu öykü, yalnızca efendi hizmetkar, sosyoekonomik, ekonomi politik üzerinden okunup insanlık için bir reddiye biçimi çıkarılmaya kalkılırsa maskelediği hakikat tamamen gözden yitmiş olur. Bartleby’nin öyküsünde insanı doğasıyla yüzleştiren bir yapı vardır. Cicero’nun alçı büstünü düşünelim. Avukat, Bartleby’yi dışarı atmakla büstü dışarı atmak arasında bir fark olmadığını söylerken bizi tüm zamanlara dokunabileceğimiz bir yolculuğa çıkarıyor. Öykünün ritmi burada yatıyor işte. Bartleby çağcıllarıyla bir arada olsa da kadim bir varoluşun cisimleşmiş veçhesi olarak beliriyor karşımızda. İşte büyük direnişin tetiklediği başkalaşmış insan, derinliğine nüfuz edilemeyen aşkın bir kendilikle sahnedeki yerini alıyor; yine ele geçirilemeyen, erişilmez, insanın sınırları dışında ama insanlığın sınırına içkin bir her yerdelik kazanıyor. Bu bağlayıcılık bize Foucault’nun, “Soybilim iliklerine kadar tarihle dolu bedeni ve bedeni kemiren tarihi göstermelidir.”[6] sözünü anımsatıyor. Bartleby’nin kuşaktan kuşağa aktarımın gizli kodlarında mayalanmış bir cümleyi –I would prefer not to– doğaçlama, birdenbire edivermesinin bir anlamı olmalı. Bunu soybilime bağlamak yanlış olmayacaktır sanırım.

 

Avukat ondan kurtulmak için çözümler arar durur: Bu adama, daha doğrusu bu hayalete ne yapmam gerekiyor söyle bana ey vicdan! Kendi bürosundan başka bir yere bile taşınır ama Bartleby’nin hayaleti onu bırakmaz. Başka bir avukat gelip ayrıldığı büroda ona ait bir çalışan olduğunu, ondan sorumlu olduğunu söyler. Gazetecilerin diline düşme korkusundan gidip Bartleby’le konuşur. Ona bir sürü seçenek sunar fakat Bartleby kabul etmemeyi tercih eder. Burada yeni bir sözdizimiyle de karşılaşırız. Avukat ona bir konfeksiyonda çalışmayı; barmenlik yapmayı; Avrupa’ya giden bir gence refakat etmeyi teklif eder. Bartleby bunları istemez ve ekler: Bunu istemeyen tek kişi de ben değilim; bu tercihimde tek başıma olmadığımı da belirtmek isterim; Ben sabit kalmayı seviyorum. Bunu seven tek kişi de ben değilim. Bu söylem Agamben’in sözünü ettiği herhangi tekiller’in[7] varlığına işaret eder. Herhangi bir kimliklenme altında toplanmadıkları için tanımlanamayandır onlar. Her türlü kimlik talebini tanıyabilen devlet, tekillerin bir kimlik talebinde bulunmadan oluşturduğu ortaklığa, temsil edilebilir bir aidiyet koşulu olmadan ortak-aidiyet oluşturan insanlara hiçbir şekilde tahammül edemez. Çünkü devlet yasaklayan bir bağ üzerinde temellenir. Bartleby’nin hapse atılıp açlıktan ölmesi cinayeti ya da bu cinayetin failini gizler, Agamben’e göre, sacer (kutsal olan) insanların dünyasından dışlanmış olandır ve tam da bu nedenle kurban edilemediğinden, öldürülmesi hukuka uygundur, onu öldüren cinayetle suçlanmaz.

 

Öyleyse “Yapmamayı tercih ederim!”  ya da “Bırakın beni, neden bana böyle eziyet ediyorsunuz?” aynı düzlemde kesişip yerini buluyor. Her iki öykünün kahramanı da yaşamlarıyla aralarına örülen duvara başkalaşarak yanıt veriyor, bu duvarın çatlaklarından sızıp bir başka yaşam olasılığı arıyor. Ne ki bulamayınca bir çeşit çözülmeyle yaşamın tinine karışıyor. Böylece kendilik durumlarına yeni bir yorum getiriyorlar. Kristal ve nüfuz edilemez olan, görünürdeki karşıtlıklardan (beden, ırk, cinsiyet, toplumsal normlar) soyununca bir’den bütün’e daha kolay geçer.

 

 

Kaynakça:

Gogol, Palto, çev. Aslı Takanay (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017)

Giorgio Agamben, Gelmekte Olan Ortaklık, çev. Betül Parlak (İstanbul: MonoKL Yayınları, 2012)

Herman Melville, Katip Bartleby, çev. Kaya Genç (İstanbul: Helikopter Yayınları, 2010)

Gilles Deleuze, Klinik ve Kritik, çev. İnci Uysal (İstanbul: Norgunk Yayıncılık, 2013)

Jean-Luc Nancy, Tuhaf Yabancı Cisimler (Bedenler), çev. Zeynep Direk, Cogito, sayı: 85, 2016.

Jean-Luc Nancy, Her şey bulunur, çev. Emre Şan, Cogito, sayı: 85, 2016.

Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev. Orhan Koçak, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013)

Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011)

Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, çev. Uğur Canbilen (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017)

[1] Jean-Luc Nancy, Her şey bulunur, çev. Emre Şan, Cogito, sayı: 85, 2016, s. 52.

[2] Gilles Deleuze, Klinik ve Kritik, çev. İnci Uysal (İstanbul: Norgunk Yayıncılık, 2013), 90.

[3] A. g. e., s. 90-94.

[4] “Sisyphus’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de kollarıyla bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, ha bire itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu yeniden baş belası kaya, o da yeniden itiyordu kayayı, kan ter içinde…” Homeros

[5] Agamben, Gelmekte Olan Ortaklık, 54-55.

[6] Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011), 238.

[7] Agamben, Gelmekte Olan Ortaklık, s. 110.