Sitenin otoparkına bıraktığım arabamdan yorgun argın iniyorum. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen hava şimdiden çok sıcak. Başımı kaldırıp beşinci kattaki dairemizin mutfak penceresine bakıyorum. Perdeler açık. Gülümsüyorum, biliyorum ki Can çoktan kahvaltı hazırlıklarına başlamış. Mutfak tezgâhında Youtube’dan açtığı bir türküye eşlik ederek birazdan kızartacağı patatesleri benimkinden farklı olarak elma dilimi şeklinde dilimlediğini hayal ediyorum.
Sessizce açıyorum kapıyı. Kızlar uyuyor. Benim nöbetçi olduğum cumartesi geceleri, babalarıyla keyifli saatler geçirip, geç uyurlar. Kapının tıkırtısını duyan kocam, elinde yarı soyulmuş patatesle yanıma geliyor, yanaktan öpüşüyoruz. Hoş geldin canım, yorgun görünüyorsun. Başlarda iyi gidiyordu nöbet ama gece yarısı Cebeci’deki pavyonların birinde yüzüne asit dökülmüş bir kadın getirdiler, sabaha kadar onunla uğraştık. Gözden Suatlar da geldi, sağ gözün korneası yanmış, nakil gerektirecek dediler.
Başını üzüntüyle sallıyor. Sen geç, geliyorum diyorum. Elimi yüzümü yıkayıp mutfağa Can’ın yanına gidiyorum. Unutmuş olmalı, çünkü Youtube’da babamın söylediği bir türkü var. Üzülmeyeyim diye hiçbir zaman birlikteyken babamı açmaz kocam. Son anda fark ediyor, cep telefonuna uzanıp kapatıyor türküyü. İkimiz de böyle bir şey yaşanmamış gibi davranıyoruz.
Dün gece kızlarla ne yaptınız canım diyorum. Gülüyor. Saat birdi yattığımızda, tabu oynadık saatlerce. Yaren’le mısır patlattık öncesinde, Duru’yla da limonata yaptık. Patatesleri kızgın yağa bırakıyor bir yandan. Benden daha lezzetli bir eli var Can’ın, dokunduğu her şeye lezzet katıyor. Altı kaynayan çaydanlıktan demliğe su koyuyorum, tomurcuk çayın kokusu mutfağı dolduruyor. Patatesleri karıştırırken usulca yaklaşıp arkasından beline sarılıyorum, iyi ki varsın diyorum. Boşta olan eliyle elimi okşuyor, sen de iyi ki varsın.
Yüzüne asit atılan kadına üzüldüm diyor. Kim bilir arkada ne kadar acıklı bir hikâye vardır. Ben domatesleri dilimliyorum. Zeynep iyi ki senin gibi plastik cerrah değilim. Ameliyat aralarında seni görmek için yanık ünitesine her girdiğimde içim kıyılıyor. Bizim işler kolay, ortopedide durum net, protezi ya da implantı koyup çıkıyoruz ve sonuçlarımız yüz güldürücü. Ama sizin hastalar uzun süre yatıyor ve zor iyileşiyorlar. Kimi zaman da hiç iyileşemiyorlar. Cevap vermiyorum, sadece uzunca bir iç çekiyorum.
Patatesler birazdan olur, soğumasın, kızları yavaş yavaş kaldırsak mı diye soruyor. Dur ben kaldırayım, pazar sabahına annelerini görerek başlasınlar.
Kızları kaldırmak için mutfaktan tam çıkarken aklıma geliyor, Can ne olur ekmekleri makineye atıp kızartma olur mu, yanınca kokusuna dayanamıyorum. Anlıyor, merak etme aklımda, derken gözlerini yere indiriyor. Ben salona doğru geçerken arkamdan üzüntüyle baktığını hissediyorum.
Salondan kızların yatak odasına geçerken babamın, koridorun duvarına astığımız, çerçeveletilmiş fotoğrafına bakıyorum. Yıllar geçse de hiçbir zaman bakmadan geçemediğim resmine… Bir konserde çekilmiş. Ne kadar genç duruyor, ben beş altı yaşlarında olmalıyım. Bağlamasını öyle bir sevgiyle tutuşu var ki, her gördüğümde kıskanıyorum. Başını hafif kaldırmış, uzağa bakarak söylüyor türküyü. Belli ki çok kalabalık bir konser. Biz yine Ankara’dayız o zaman, konser İstanbul’da. Yaram kabuk bağlayacağına, her geçen sene daha da fazla kanıyor.
Uykucular uyanın, diyorum yanaklarından öperek. Seviniyorlar. Boynumdan sıkı sıkı sarılıyor Yaren, yarı uykulu, anne gece keşke sen de olsaydın çok eğlendik babamla. Sonra Duru’yu öpüyorum, hadi bakalım kızlar, hemen yüzler yıkansın, baban sizin sevdiğiniz patatesten kızarttı. Duru kıkırdayarak, anne üzgünüm ama babam senden daha iyi patates kızartıyor, diyor. Nankör diyorum çilli burnundan sıkarak.
Döndüğümüzde masa çoktan hazır. Çaydan önce içmek üzere hepimize birer bardak portakal suyu bile sıkmış Can. Ekmeklere dokunuyorum gizlice, soğuk, ısıtmamış. Seviniyorum. Yanık kokusuna dayanamıyorum.
Kahvaltıdan sonra sen biraz uyu, sonra Eymir’e gidelim hep birlikte diyor Can. Kızlar bisiklete biner biz de gölün etrafında yürürüz. Seviniyor kızlar. Gözleme de yiyelim diyor Yaren. Gözlerimle olur diyorum. Babamla her yaz Sivas’a babaannemin yanına giderken Kayseri’de ırmak kenarında bir kasabada durup, keyifle yediğimiz gözlemeler geliyor aklıma.
Can’ın telefonu çalıyor. Pazar sabahı hayrolsun diyor Can. Böyle güzel bir kahvaltıdan hastaneye icaba çağırmasalar bari. Arkadaki sehpadan uzanıp telefonu veriyorum. Konuştukça yüzü düşüyor. Zeynep burada hocam diyor, hemen söylüyorum. Telefonun kapalı mı Zeynep, sana ulaşamamışlar, hocan arıyor. Sincan Kapalı Cezaevinde mahkûmlar isyan çıkarmış, koğuşları yakmışlar, onlarca yaralı varmış. Sedat Hoca bütün plastik cerrahi ekibini hastaneye çağırıyor. Çocuklar kahvaltıdan böyle apar topar kalkacak olmama çok üzülüyor. Kızlar hemen dönmeye çalışacağım merak etmeyin, Eymir planımız geçerli diyorum.
Hemen çıkıyorum evden. Yanıkta dakikalar bile çok önemli. Kaybedilen her dakika ölümle sonuçlanabilir. Hastaneye ulaşmam on dakikayı bulmuyor. Acilin önü ana baba günü. Cezaevi araçları, ambulanslar, gardiyanlar, jandarmalar içeriye ulaşmamı geciktiriyor. Doktor olduğumu söylememe rağmen kimlik görmek için üsteliyor yüzbaşının biri. Tartışmaktansa kimlik göstermenin daha az vakit kaybettireceğini biliyorum. İçeride Sedat Hoca’yı görüyorum, tam yirmi üç yaralı var diyor. Ben ameliyathanede olacağım, yanık ünitesinin yönetimi sende Zeynep, asistanlardan üçünü de al ve hemen oraya geç. İkisi ağır yaralı, eks olmak üzere diyor.
Yanık ünitesine ulaştıktan beş dakika sonra hastalar gelmeye başlıyor. Durumu en ağır olan hastayı ben alıyorum. Sonrakileri kıdemlerine göre asistanlara bırakacağım. Yaşlı hastanın yüzünde hafif, bacaklarında ve gövdesinde ağır yanıklar var. Yanık kokusu burnuma geliyor hemen. Başım dönüyor. Unutmaya çalışıyorum her şeyi. Doktorluk yap sadece Zeynep, unut her şeyi diyorum kendime. Hasta yetmiş yaşları civarında, pantolonunun ve gömleğinin yanan kısımları cildine yapışmış. Sağ yanağındaki uzun beyaz sakalları yanmış. Kemerli burnu soyulmuş. Tanıdıkmış gibi geliyor hasta. Gerçekten o olabilir mi acaba? Yüzünü hafifçe çevirince tanıyorum onu.
Tıp fakültesi yıllarımda çok fazla izlediğim için geceleri kâbus olup rüyalarıma giren o videodan hatırlıyorum yaşlı adamı. O zaman simsiyah olan sakallarıyla, siyah şalvarıyla otelin önündeki grubun en önünde duruyor. Yakın bu kızılbaş kâfirleri, birini bile sağ komayın diye bağırıyor. Gözü dönmüş grubu oteli yakmaya teşvik ediyor. Elindeki benzin bidonunu alevlere saçıyor. İçeride yananların çığlık çığlığa sesleri geliyor. Seslerden birini babamın sesine benzetiyorum yıllar boyu. Ne olur kurtarın bizi diyor o ses. Defalarca dinliyorum ama emin olamıyorum. Ancak şimdi önümde yatan bu yaşlı adamın babamı ve diğer masum insanları diri diri yakan, beni babasız bırakan o katillerden biri olduğundan eminim. O katili nasıl unuturum. Uzun yıllar yargılandıktan sonra bir kısmına ağırlaştırılmış müebbet cezası verilerek Ankara Sincan Cezaevine gönderilmişlerdi.
Zeynep Abla daldınız, iyi misiniz diyor asistanım Caner. İyiyim diyorum. İyiyim Caner. Damar yolları ve gerekirse resüsitasyon için hazırlıklarımızı tamamlayalım. Ama onlardan önce senden bir ricam var. Ellerim steril şu an, önlüğümün cebinden telefonumu alıp Youtube’dan Hasret Gültekin’in Güle Yel Değdi türküsünü açar mısın? Şu önümdeki hastanın başucundaki sehpaya koy. Sesini de sonuna kadar aç. Tüm sorumluluk bende. Boşta olan hemşirelerden birine de söyle, türkü bittikçe yeniden açsın. Ben tamam diyene kadar bu türkü çalacak bu ünitede. Hadi oyalanmayalım, hepsini kurtaralım bu adamların…