Hayat Yanı Başımızdan Akarken…
Söyleşi

Hayat Yanı Başımızdan Akarken…

Hatice Günday Şahman

Uzun yıllardır öykü ve romanlarını (Özgürlükle Ölümün Öpüştüğü An, Savruluş, Şşşşt,      Kar Kokusu, Ruhumun Acelesi Var)  ilgiyle okuduğumuz, oldukça renkli, yaşsız kişiliği ve kimliğiyle özellikle Ankara Edebiyat Camiası’nın yakından tanıdığı, sevdiği sima LEYLÂ SERPİL ile son kitabı Yanı Başımdan Akar Hayat (İzan Yayınları, 2024) ekseninde söyleştik.

 

Kitabın girişinde Sözümün Özü kısmında; “Geriye dönüp baktığımda… kimi zaman bir arpa boyu yol almış, kimi zaman dünyanın çevresini dolanmış gibiyim. Hayat yanı başımdan akıp gidiyor ve ben hâlâ ona bir anlam vermeye çalışıyorum,” yazmışsınız. Bu akışta, anlamlandırma çabasında edebiyatı yaşamın neresinde konumlandırıyorsunuz? Nefes aldığınız bir sığınak, sakin bir liman mıdır edebiyat? Yaşamın zorluklarına, akıntıya karşı çekilen bir çift kürek mi? Düğümleri harflerle örülen veya çözülen hassas bir yürek mi atmaktan vazgeçmeyen? Yoksa yaşam pusulası mı?  

 

Önce bu incelikli, iyi düşünülmüş sorular için teşekkür ediyorum. Umarım yanıtlarım da sorular kadar iyi düşünülmüş olur. Bunu kendime söylüyorum elbette. İyi düşün öyle yanıtla Leylâ diyorum. Ben kendimi bildim bileli hayatı anlamlandırmaya çalışırım. Anlamlı bulduğum zamanlar da olur bir anlam veremediğim zamanlar da. Anlamlı bulmak güzel duygular yükler insana, anlamsızlıkta boşluk, karamsarlık, mutsuzluk vardır. Söze herkese anlamlı yaşamlar dileyerek başlayayım.

 

Bu akışta edebiyat anlamsız zamanların can kurtaran simitidir sizin sorunuzdakilere ek olarak. En karamsar zamanlarınızda evet edebiyat bir kurtarıcıdır.. Okumanın yanı sıra yazmak insanı sağaltır. Okumak sizi anlamsızlığın boğuculuğundan alır yepyeni mekânlara, insanlara taşır. Birlikte uzak denizlere yelken açarsınız. Tadına doyum olmaz. Bu tadı bilmeyenler adına üzülürüm. Yazmak bambaşka. İçinizde ve aklınızda biriktirdiklerinizle klavyenin başına geçtiğinizde kopar gidersiniz çevrenizden. Hele işler yolunda giderse, yazdıklarınızdan hoşnutsanız… siz ve ekran ve klavye harika bir üçlüsünüzdür.

 

Sosyal medyada Üstün Yıldırım’ın “Okuyunca görülüyor ki anılar öykü tadında, öyküler anı gibi. Ve neredeyse tümünde bir ağıt da var,” şeklinde benim de katıldığım bir tespit var. Anı-Öykü-Ağıt alt başlığıyla yayımlanan kitabınızda farklı edebi türleri bir arada görüyoruz. Bu tercihinizin nedenleri ve kitabın oluşum süreci ile ilgili neler söylemek istersiniz? Günümüzde dil ve anlatım tekniği bakımından farklı edebi türlerin etkileşime girmesi, bir arada kullanılması veya diğer türe alan açması ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

 

Kitabımın böyle ortaya karışık olmasının sebebi ellerimdeki sağlık problemidir. Karpal tünel sendromu denilen bir hastalık ellerimi kullanamaz hale getirdi beni. Panikledim tabii… Bir daha hiç klavyeyle sarmaş dolaş olamazsam diye. Yeni bir roman projemi rafa kaldırdım. Zaman içinde yazıp bir kenarda demlenmeye bırakmış olduğum öyküler, anılar, ağıtlar vardı. Onları  gözden ve elden geçirip böyle bir minik kitap hazırladım telaşla. Olmuş mu olmamış mı ona okur karar verecek. Anlatım tekniği açısından farklı türlerin etkileşime girmesi konusunda ben bir şey söyleyemem. Yazarın tercihi olur. Tutar, tutmaz artık o okura kalmış. Denemek bir seçenektir yazar için. Benimki zorunluluktu. Bu kitabı hiç oluşturmamakla ortaya çıkarmak arasındaki gelgitlerimde emeğim ağır bastı ve yokluğa düşmelerine gönlüm razı olmadı. Okurlarımın severek ve duyarak okumaları dileğimdir.

 

Değerli yazarımız Murathan Mungan’ın “Kişinin içinin varmadığı yere kalemi kendinden önce varamaz,” tespiti sizin için de geçerli mi? Yazar olarak yazdıklarınızla nereye/ neye varmak, daha çok neyi anlatmak istiyorsunuz? Kitaplarınızdan geriye okurlara ne kalırsa mutlu olursunuz?

 

Değerli yazara tamamen katılıyorum. İçinizin varmadığı yere kalem varırsa o yapıt okura çok da değmez. Uzak durur. Benim için okuduğum kitap öykü, roman, şiir her ne ise önce beni sarıp sarmalamalı, içine katmalı. Edebi yanı çok güçlü ama yaklaşamadığım bir kitabı beğenerek okuyabilirim severek değil. Önce yazarın duyguları oluşmalı ki kaleme içtenlikle dökülsün. Ben genellikle ayağı yere basan, toplumsal gerçeklere dokunan öyküler yazıyorum. İnsanların acıları benim de acım oluyor. Empati duygum gerçekten çok yüksek. Aslında empati kuramayan yazarın başkalarıyla ilgili ürettikleri sığ kalıyor. Okura değmeden geçip gidiyor. Kahramanınızın duygularını yüreğinizde duyumsamazsanız onu nasıl anlatacaksınız ki! Yazdıklarımın okuru da içine almasını isterim. Edebi kaygıdan çok duygusal kaygıdır yazarken beni yönlendiren. Sanırım bundan dolayıdır ki okuyanlarım, sanki okumuyorum da sen karşımda anlatıyorsun derler. Kolay okunan bir yazar olduğumu söylerler. Artık iyi midir kötü müdür bilemem ama ben buyum, elimden gelen de budur.

 

Kitaptaki öykülere topluca baktığımda, yazar sanki balkonunda oturup dışarıyı gözlemlemiş ve açık pencerelerden, sokaktan yükselen seslere kulak vererek yaşamın içinden usulca çekilmiş fotoğraf karelerini, kesitlerini kurmaca dünyada tekrar var etmiş izlenimine kapıldım. Yarattığınız karakterler de çok tanıdık, çok sahici. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Edebiyat mevzu aramaz, realite bir bıçak gibi insana saplanır,” sözünü doğrularcasına gerçeklik duygusunun çok güçlü yansıtıldığı anların kurmacaya evrilme süreci sizde nasıl işliyor?

 

Öncelikle yazacağım konuyu ve kahramanlarımı yukarıda da değindiğim gibi içimde hissediyorum. Konuyla da kahramanla da bir oluyorum. Ülkem gereği konular daha çok can yakıcı oluyor. Benim de canım yanıyor. Konuyla ve kahramanla bir süre hemhal  oluyorum. Kızıyorum, öfkeleniyorum, ağlıyorum, isyan ediyorum. Sonra bu duygular beni yazmaya zorluyor. Yani dur şunu yazayım diye kuru bir düşünceyle yazmıyorum. Önce duygu. Yazmaya koyulunca bir nevi içimi dökmüş oluyorum ve bu beni rahatlatıyor.  Edebiyatın sağaltıcılığı bir mucize gibi. Tabii yalnızca acılı öyküler değil yazdıklarım. Bu kitabımda yazarken de okurken de hep güldüğüm anılarım, öykülerim de var.

 

Anlatım tarzınıza, dil kullanımınıza değinmek istiyorum. Çok temiz ve oldukça yalın, su gibi akan bir diliniz var. Öykülerinizde dramatize unsurlar söz konusu olsa bile çok da dramatize etmeden anlatmayı tercih ettiğinizi söyleyebilirim. Öykülerin tamamına yayılan ince bir ironi ve mizah unsuru söz konusu. Neler söylemek istersiniz üslubunuzla ilgili?

 

Ben aslında komik bir kadınımdır. Kendimle de dünyayla da dalga geçerim sıkça. Olayları mizah yoluyla dayanılır kılmayı severim.  Dolayısıyla tam da dramatik bir şey yazacakken o komik yanım zihnimin ince bir aralığından süzülüp konuya müdahale ediyor ve acıyı bal eyliyor. Ağır, ağdalı, acılı anlatılar bana göre değil. Umutsuzluk sarmalında çırpınırken çok da can yakmamak, umuda bir kapı aralamak gerekir diye düşünüyorum.Aslında yazmaya başladığımda yakınlarım mizah yazacağımı sanmışlardı. Bir bakıma ben de öyle sanıyordum ama gerçek öyle olmadı. Neden olmadı bilmiyorum. Sanırım acılara sırtımı dönemediğimden.

 

Gerek roman gerek öykülerinizde olsun önceki eserlerinizin merkezinde genellikle kadın karakterler görüyorduk. Bu kitaptaki bazı öykülerinizde ise farklı olarak oldukça güçlü erkek karakterlerle karşılaşıyoruz. Engellerinden dolayı duygusal ve cinsel yönden sorun yaşayan fiziksel engelli Üçgen Cavit ve zihinsel engelli Servet karakterleriniz üzerinde durmak istiyorum. Bu karakterleri seçme ve yaratma süreciniz nasıl şekillendi? Onlara belli özellikleri yüklerken nelere dikkat ettiniz? Ve en önemlisi onların iç dünyasına girmede, duygudaşlık kurmada ve erkek cinselliğini metne yansıtmada zorluk yaşadınız mı?

 

Üçgen Cavit gerçek bir karakter. Ben çocukken karşımızdaki evin giriş katında otururdu. Yakışıklı bir yüz, geniş omuzlar. O kadarını görebilirdik. Bir de pencerenin önünde bedenini zıplata zıplata bir o yana bir bu yana gidip geldiğini. Tabii biz çocukların ilgi odağımızdı. Adını üçgen Cavit takmıştık annelerimizden sıkça azar işitmemize aldırmadan. Gelip geçenlerle sohbet etmeyi severdi. Yaşamının tek anlamı buydu. Bize de bazen camdan şeker uzatırdı. Mahallemizdeki bir kadına aşık olduğu söylenirdi. İşte bu Cavit yıllar yıllar sonra aklıma girip bana kendisini yazdırdı. Aşık olduğu kadını da Yıldız olarak hayalime kattım ve onu da yazdım. Servet’i nereden esinlendiğimi hiç bilmiyorum. Sanırım yeğenimin engelli olmasından kaynaklanan bir engelli duyarlılığım var. Belki bir yerde bir yazı okudum ya da bir film izledim de oradan aklımda kaldı ama dediğim gibi anımsamıyorum. İki kahramanımın da iç dünyasına girmede, duygudaşlık yaşamada, erkek cinselliğini metne yansıtmada zorluk yaşamadım. Çünkü tekrar olacak ama kahramanlarımı önce içime alıyor sonra kaleme bırakıyorum. Sonrası su gibi. Zaten kolay yazan bir yazarım. Benim sancılarım kahramanlarımı kendime tanıtıp özümsetme evresinde. Elbette sözcük seçiminde de ara sıra kıvrandığım oluyor. Bunca kitapta okuyup filmde izledikçe erkek cinselliğini de anlamak ve yazmak zor değil bence. Duygudaşlık cinsiyet ayrımı gözetmez.

 

Bilinç akışı tekniği ile kurguladığınız “Kulakları Küpeli” öykünüzde kadın karakterin deliliğini, zihinsel dağınıklığını, yaşadığı sarsıntıyı gerek içerik gerek kusurlu yazım tarzı ve eksik noktalama işareti kullanımı ile ustalıkla yansıtmışsınız. Karakterin zihninden savrulan cümlelerin dağınıklığına karşın okurun dikkatini dağıtmadan, eksen kayması yaşanmadan metin içi tutarlılığın sağlandığını görüyoruz. Tematik kurguyu dilsel kurguyla uyumlandırma, tutarlığı ve bütünlüğü sağlamada nasıl bir yöntem izlediniz?

 

Ben otuz yılı aşkındır TM (Transandantal Meditasyon) yapıyorum. Meditasyon esnasında siz mantranızı tekrar edip ona odaklanmışken zihninizin arka plânında bir sürü düşünce hoplayıp zıplar. Eğer farkındalığınızı bir süre oraya yöneltirseniz tam bir bilinç akışı yaşadığınızı görürsünüz. Birbiriyle hiç ilgisi olmaya konular tamamlanmadan kopuk kopuk birbiri ardı sıra akıp gider. Şaşar kalırsınız zihninizin bu çılgınlığına. Dolayısıyla bilinç akışıyla sıkı bir dostluğum vardır ve yazdıklarımda ara sıra kullanmayı severim. Fakat Kulakları Küpeli’de çok uzun bir bilinç akışı olacaktı ve okurun konuyu dağıtmaması için kendimce böyle bir izlek buldum. Akışı noktalarla bölerek okuma kolaylığı sağlamaya çalıştım. Tutarlılığı ve  bütünlüğü sağlamak da hiç zor olmadı çünkü o kadın yazıya dökülmeden önce benim zihnime konuk oldu ve kendini bana anlattı. O kendini bana anlatınca kalemim de yazıya döküverdi.

 

Kitapta “Gitme Diyemiyorum” ve “Sana Browni Yapacaktım” isimli iki farklı uğurlama metni var. Neler paylaşmak istersiniz bu metinlerle ilgili?

 

İki sevdiğim kadının birisi gittikten sonra, birisi gitmeye yakın içime işleyen acılarını yazmasam kendimi sağaltamayacaktım. Süreyya kısa sürede derinlemesine tanıdığım bir dostumdu. Onunla ilgili hayallerim vardı. Birlikte güzel günler görecektik ama pat diye ölüverdi kalp krizinden. Daha çok gençti ve açtığı yara derindi. Muallâ benim en büyük ablam. ALS oldu. Beklenmedik bir şeydi çünkü çok sağlıklı bir kadındı. Çok kötü bir hastalık. Günden güne gözümüzün önünde yürüyemez, konuşamaz, yutamaz oluyordu.Onu öyle görmek dayanılmazdı. Gidiyordu ve tutamıyorduk. Sonun iyice beter olduğunu bildiğimiz için tutmak da istemiyorduk açıkçası. Çelişkiler içindeydik. O ağıtı yazdığımda daha hayattaydı, kısa süre sonra da gitti. Ben kendi hesabıma gittiğine sevindim, yokluğuna acındım.

 

Böylece onları bir kez daha sevgiyle anıyorum.

 

Zaman zaman her yazarın yaşadığı yazma tıkanıklık sorununu işlediğiniz “Masamda Tık Yok” öykünüzden hareketle, özellikle yazmaya gönül veren genç arkadaşlarımız için deneyimli bir yazar olarak Leyla Serpil neler önerir?

 

Bazı yazarlar her gün belli bir zamanı yazmaya ayırıyor. Sistemli bir çalışma içinde oluyor.Her gün şu kadar sayfa yazacağım diyor ve uyguluyor. Benim iç sesim kalemimden önce geldiği için öyle programlı plânlı çalışamıyorum. İçim beni dürttüğü anda da elime kalemi, kâğıdı verin ben her koşulda (çevremde birileri olabilir, gürültü olabilir, müzik çalabilir, tv. açık olabilir) oturup çalakalem yazarım. Tamamen doğaçlama, o anki duygulanımıma göre. Sonra metnin üzerinden beş kere, on kere geçilebilir ama o ilk zaman dilimi benim için önemlidir. Planlı yazmaya niyetlendiğimde ise işte “Masamda Tık  Yok” öykümdeki gibi sağa, sola, havaya, toprağa bakar bakar kalkarım masadan. Dolayısıyla gençlere şöyle böyle diyebileceğimi sanmıyorum. Herkesin yazma tarzı farklıdır. Ama okumak, okumak, okumak. Hepimizin bildiği gibi.

 

Yeni kitap projelerinizi öğrenebilir miyim? Öykü mü yoksa yeni bir roman mı bekliyor okurlarınızı? Ya da ortaya karışık şeklinde daha farklı bir sürpriz mi olacak merak ediyorum.

 

Ellerimin sıkıntısı sağaltım sonrası hafifledi. Ancak çok yormadan, dikkatli kullanmak koşuluyla yazabileceğim. Oysa benim dağarcığımda uzun soluklu, katmanlı bir roman var. Bilmem nasıl olacak o iş! Başlamaya bile cesaret edemiyorum kaldı ki sonunu getirmek. Olsun cesaretimi giyinir giyinmez başlayacağım ve sonunu düşünmeyeceğim. Neyin sonu belli ki değil mi?

 

Umarım yanıtlarım doyurucu olmuştur. İlginiz için bin teşekkür.

 

ÖZGEÇMİŞ

1944 yılında Ankara’da doğdum. Bahçelievler Deneme Lisesi’ni bitirdim.

Eşimin görevi nedeniyle aralıklı olarak Paris-Lahey-Kuveyt’de yaşadım.

İki kızım, iki erkek torunum var.

İki öykü kitabım, üç romanım ve ortak kitaplarda öykülerim var.

Özgürlükle Ölümün Öpüştüğü An (Öykü Bilgi Yayınevi 2006,  )

Savruluş (Biyografik Roman, Bilgi Yayınevi  2014,  İkinci baskı İzan Yayınevi 2023)

Şşşşt (Roman, Bilgi Yayınevi  2017)

Kar Kokusu (Öykü, İzan Yayınevi 2021)

Ruhumun Acelesi Var (Roman, İzan Yayınevi 2022)