“Hayattaki Her Önemli Şey Belki De Aslında Sadece Belirsiz Rüyalara Bağlıdır.”
Şiir Üzerine

“Hayattaki Her Önemli Şey Belki De Aslında Sadece Belirsiz Rüyalara Bağlıdır.”

Olga Okay

Koşulsuz sevgi, güven, umut, inanç ve cesaretle…

 

 

 

 

“Yer’in üzerinde tarih boyunca süren her savaş, aynı ‘Yer’in üzerinde avazı çıktığı kadar barış diye bağıran insanla tezat oluşturacak şekilde bir ölme, öldürme, daha fazlasına sahip olma ve çıkar sağlama içgüdüsünün aykırılığını taşır kalbinde.

 

Ben özgürüm diye bağıran insan türü, özgür olduğunu kanıtlamak ve bu özgürlüğün sınırsız sınırlarını deneyimlemek için yerin altını üstüne getirir.

 

Savaş; doğanın ve özelde insan doğasının tüm güzelliğini, içtenliğini, samimiyetini ortadan kaldıran her türlü aşırılığa, istismara izin veren, en ‘yerüstü’ yaşanan ‘yeraltı’ gerçeğidir. Gücün, iktidarın ve bir şekilde meşru kılıf giydirilip halka kabul ettirilerek girişilen kıyımın, açlığın, onay görmüş halidir; ‘savaş’.

 

Sert, aykırı, eleştirel, çoğunlukla gerçekle hayalin ince çizgisinde var olmaya çalışacak ve bunun âlâsını yapacak bir şiir ve şairini bırakıyorum sana sevgili okur! Kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi: “Dünyanın tüm dillerinden yeni bir dille, yepyeni bir şarkı söyleyen kalabalıkların, barış diye haykıranların sesleriyle örülen bu destan…” bırakıyorum!

 

Tasos Livaditis kimdir?

 

Tasos Livaditis, 1922’de Yunanistan’ın başkenti Atina’da dünyaya gelir. Hukuk okur. Fakat edebiyat, özellikle de şiir, kalbini kazanacak ve ömrünün sonuna kadar vazgeçilmezi olacaktır. Kendisi aynı zamanda sol kulvarda yer alan, bu bağlamda politika yapan, siyasetin tavrı-net bir üyesidir. Bunun sonucu olarak 1947-1951 yılları arasında sürgünde yaşayacaktır. Bu dört senede dört farklı yere sürükler hayat onu. Sürgün halinin sona erdiği şehir doğduğu şehir Atina olur. Aşağıda incelemesini yapmaya çalışacağım ‘Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında’ bu dönemin şiiridir ve 1948 -1952 yılları arasında suçlanmış, toplatılmış hatta yargılanmış bir şiirdir. 10 Şubat 1955’te Atina Mahkemeleri tarafından aklanmıştır.

 

Yunan halkı Livaditis ile 1946’da ‘Serbest Yazılar’ dergisindeki bir şiiri ile tanışır. Şiir ‘Hatzidimitri’nin Şarkısı’dır. 1947’de ‘Themelion’ dergisinin yayınlanma sürecinde yer alır. ‘52’de ise ‘Gecenin ucundaki Savaş’ adı ile ilk şiir seçkisi yayımlanır. Aynı zamanda 1954-1980 yılları arasında ‘Avgi’ (Şafak) gazetesinde şiir eleştirmeni olarak çalışacaktır. (1967-1974 yılları hariç çünkü diktatörlük döneminde gazete 7 yıl boyunca kapalı kalacaktır.)

 

Livaditis doğduğu şehirde ölmüştür. Ardından Mikis Theodorakis başta olmak üzere pek çok besteci tarafından da şiirleri bestelenmiştir. Livaditis şiir harici film senaryoları da kaleme almıştır. Şiirleri; Rusça, Sırpça, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Bulgarca hatta Çince’ye bile tercüme edilir. Türkiye’de Tasos Livaditis’in tek şiiri Türkçe’ye kazandırılmıştır. O da ‘Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında’ uzun şiiridir.

 

Yunanistan’daki Yazarlar Derneği’nin kurucu üyelerinden olmakla birlikte 1957’de Atina olmak üzere, 1976 ve 1979’da üç ayrı Devlet ödülü ile onurlandırılmıştır. Birinci Uluslararası Varşova Festivali’nde Şiir ödülüne layık görülen ilk şairdir.

 

Livaditis’in Şiiri

 

Şiirlerinde benzersiz otantik bir hava hakimdir. İnsan doğasını ve kendi iç dünyasını kimi zaman iyimser, kimi zaman da kötümser yanları ile yansıtır. İlk yayımlanan şiir seçkilerinde belirgin şekilde devrimci bir eğilim öne çıkar. Sonraki yıllarda ise bu azalacak yahut değişime uğrayacaktır.

 

Ödenmemiş hesapların, tamamlanmamış tutkuların ağıtı, gerçekleşmeyen hayallere seslenişe dönüşür. Aşk, yalnızlık ve sert hatlarla belirginleşen toplumsal eşitsizliğe mecbur kılan bir sistemle deliliğe sürüklenen bir dünyayı yansıtmaya çalışacaktır. İkinci dünya savaşı ve kendi ülkesinin diktatörlük, iç savaş, işgal dahil pek çok acı olayına tanıklık etmiştir. Bu nedenle tüm çağdaşları gibi yaralıdır.

 

Ölümünden sonra 1990’da yayınlanan bazı şiirlerinde bir anlamda kendi kısa biyografisine yer verdiği görülür. ‘Sonbahar Yazıları’ bir anlamda otobiyografiktir. Şöyle ifade eder kendini; “Şiir büyük bir gerçekliktir. Yarama, yaram dışında kimse yardımcı olamaz. Buradayım. Aranızda ve yapayalnız. Şiir evet en büyük gerçekliktir, seneler sonra keşfedebileceğin… o zamandır ki artık hiçbir işine yaramaz insanın bu keşif. Hayattaki her önemli şey belki de aslında sadece belirsiz rüyalara bağlıdır.”

 

Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında

 

Dondurucu soğuk

bir yel esiyor ülkenin ıssız sokaklarında

rüzgâr tozu dumana katıyor

uçuşuyor sigara izmaritleri bulutlar kağıtlar

sokaklarda koşuşan kimi yayalar

yel esiyor hapishane koridorlarını arşınlayan tutukluların

çıplak bacaklarında

yel esiyor hastane kapılarında doğum yapan kadınların

kanlı göbeklerinde

 

Tasos Livaditis, döneminin hemen hemen tüm şairleri gibi kahramanlığın duygusal bir başa çıkma yöntemi olarak lirizmi kullanır. Günlük konuşmalar, lirik anlatımlarla okuyucuya aktarılır. Sanki görünmeyen biri ile bir monolog halinde sürdürülür. Anlatıcı kendisidir. Ki bu yol serbest vezinin çok daha fazlasını sunar. Bu yöntem sinema tekniği tabiri ile ifade edilir. Ki yukarıda da belirttiğim gibi Tasos Livaditis aynı zamanda sinema senaryoları da yazmış bir şairdir.

 

Şiirin bu ilk dizelerinde, soğuk hem gerçek anlamı ile hem de sembol olarak kullanılmıştır. Mevsim kıştır evet fakat aynı zamanda savaşın içindeki bir milletin zorluk açlık sefalet ve belirsizlik içindeki durumu anlatılmaktadır. Dondurucu soğukla birlikte esen rüzgâr tozu dumana katarak ıssız sokaklar yaratmıştır. İnsanlar bu soğuk ve sert esen rüzgârdan kaçmak için koşuşturmaktadır.

 

Dondurucu soğukla birlikte esen aynı zamanda savaşın rüzgârıdır. Diğer yandan hayatın acı gerçeği; hapishanelerle kısıtlanan özgürlüklerle, hastanelerde her şeye rağmen hayat veren kadınlar tezat oluşturacak şekilde anlatılmaktadır. Hayat bir noktada zor bela devam etmektedir. Şiirde bu örnekler çoğaltılacak; gecekondular, meyhaneler, kirece bulanmış emek işçileri, yetimhaneler, çocuk bakım evleri genelevler, hatta ‘eski kral sarayında’ tabiri ile köhne monarşi dönemine bile gönderme yapılacaktır.

 

Savaşta ölenlerin anısına dua

Kürsüler

Bakanların silindir şapkaları

monokl

eldivenler

değerli kürkler

askerler hazırolda

parıldayan kasaturalar ardında

halk küme küme

Suratlar dörtköşe buruşuk

yüzler soğuktan solgun dumandan solgun

kalın güçlü çeneler çürük dişler

gözler kasketler altında kırışık

kıpkırmızı asık

Huzur ver kullarına Tanrı

aleluia

bir yel esiyor

Bir kadın sıkıca sarılmış çocuğuna

çocuk acıdan kıvranıyor

kes sesini Bakan konuşuyor

 

Livaditis’in, neredeyse tüm şiirlerinde tezat ve ikilem bir arada sunulmuştur. Sistemin eşitsizliği savaşta daha da belirginleşir. Savaşta olan ülkedir. Ama zorda olan halkın -sistemin ezdiği halkın- yükü, kürsüden bakanların ağzından yine halkın ruhuna ağırlaştırılarak işlenmektedir.

 

Bürokratlar gayet iyi giyimli, şapkalar, eldivenler değerli kürkleri ile boy göstermektedir ve askerlerin duvar oluşturduğu bir çemberin ardında halk vardır. Ve o halk ki; umutsuz, beklentisiz, yüzleri asık ve solgun, açlık ve kötü şartlardan bir zamanlar güçlü olan çenelerinin içinde dişleri artık çürüktür.

 

Çürük dişler; dönemin şairlerinde genellikle yıkımın ve ölümün sembolü olarak kullanılır. Livaditis de yarattığı tezat içinde bu sembolü kullanmayı tercih eder. İkinci tezatta ise yaşam şartlarının ve acının kürsüdekilerden çok halkı etkiliyor olmasına rağmen yine de insanların umutlarını o kürsüye bağladıklarını, ağızlarından çıkacak bir umut sözcüğüne tutunduklarını görürüz. Diğer yandan ise belki de savaşın tüm yıkımına kapıyı aralamış ve içeri buyurmuş sorumluların, halkı dua ile ve Tanrı’dan bekledikleri bir huzurla yatıştırmaya çalıştıklarını görürüz. Oysa yel esiyordur ülkenin bütününde.

 

-Ulusun güvenliği korumak durumundayız

-İşçiler işlerinden atılacakmış yarın -şimdi ne olacak

-Yardım elinizi uzatın biz yoksullara

-Mutludur açlar ve susuzlar

-Vatanın özgürlüğü

-Hastaneye götürdüm parasız olmaz dediler

-Silahlanmak zorundayız

-Öldü

 

Burada kürsüden gelecek bir umut kırıntısına kulak kesilen insanların kendi aralarında geçen konuşmalara tanık oluyoruz. Giriş bölümünde bahsettiğim meşrulaştırma da bir anlamda burada devreye giriyor. “Ulusun güvenliği”, “Vatanın özgürlüğü” güzel ideallerdir. Para halk için harcanmaz. “Silahlanmak zorundayız” faturası hep halka kesilir. “İşçiler işlerinden atılacak”, “Yoksullar… Açlar… Susuzlar”, “Vatan için özveri gerek” diyecektir şiirin ilerleyen bölümünde. Tam da “Bakan elini kapkara gökyüzüne sallarken ve elleri ihanetin şeklini çizerken”.

Oysa gerçek bilinmektedir;

 

bulutlar bayraklar birbirine dolanmış

ölüm bir generalin maskesiyle dünya turunda

kara giysilerini yıkıyor kadınlar gözyaşı dökerek

 

Kadınlar, yasın ifadesi olan kara giysilerini gözyaşlarıyla yıkamaktadır. Ve o giysiler daha uzunca bir süre kadınların üzerinde yıkanıp tekrar tekrar giyilecektir. Açlıktan kıvranan halk ölürken yine aç gidecektir bu dünyadan. Çocuklar, kaybettikleri babalarının koltuk değneklerini bebek sayıp oynayacaktır daha…

 

Gerçeğin lirik anlatımını sunar şiirinin her dizesinde Livaditis. Ve gerçek yüzümüze savaşın kanlı yüzü gibi çarpar. Şiirin ilerleyen bölümünde ‘doğurun analar doğurun’ diye bir serzenişte de bulunacaktır şair. “Savaş için yeni ölüler gerek.”

 

Açlıktan kokan nefesimizden

gömülen ölülerimizin ağızları açık

ölülerimiz aç

Eşikte oturan küçük bir kız

babasının koltuk değneğini bir beze sarmış

taşbebek gibi

ninni söylüyor

ninni ninni

 

Çeşitli sembollerle yahut hiç sembol kullanmadan, doğrudan ülkesindeki savaş halinin gündelik hayata, vatanı oluşturan halka nasıl yansıdığını bireyler üzerinden tek tek anlatıyor şair. Sonra, Dünya’ya bakıyor. Batı’ya önce, gözünü çeviriyor sonra; Doğu’ya, Asya’ya… derken Almanya’ya ve son olarak kendi ülkesinin işgalini anlatıyor son dizelerde… Savaşta gencecik insanların -hayatı yaşayacak gülüp eğlenecek, kendi topraklarının nehirlerinde yıkanıp, içkilerini içebilecekken- bilmedikleri başka topraklarda can verdiklerini… Ne için?

 

Yollar tarihler kişiler birbirine dolanıyor rüzgârda

savaş alanlarındaki tozlar sürüklene sürüklene

Avrupa’yı sarıyor giderek

bir yel esiyor tarlalarda limanlarda yollarda

Asya’nın büyük yangınları camlarımıza yansıyor

gecede bir çığlık

….

Alman gençleri yolda giderken

savaş patladı

şimdi yabancı bir ülkede toprağın altında çürüyorlar

oysa Ren’e gitmek

içki içmekti amaçları…

 

Şiirin devamında tekrar kürsüdeki konuşmayı dinleyen halkın bulunduğu alana çeviriyor dikkatimizi Livaditis. Küçük kızdan bir kez daha bahsediyor bize; ninnisine aralıksız devam eden kızdan… Bu defa kızın uyutamadığı koltuk değneğinin ona savaşı anımsatmasını hatırlatıp, değneğin uykuya dalmaması yani huzuru bulamaması metaforu ile savaşın bitmeyişini sunuyor. Batı’yı sarışını savaşın; yer ve göğün ateşin rengine bürünmesini, ortalığın ve dünyanın sessizliğini okuyoruz;

 

bir sessizlik oldu birden

Güneş inmeye başladı. Batının alevleri içine

Ve gökyüzü kıpkırmızı. Toprak kıpkırmızı. Kan gibi.

Ve dünya tümüyle sessiz.

…..

Ölüler yavaşça ayağa kalkıyor

diğer ölüleri çiğneyerek ilerliyorlar

onlarda sürünerek arkadaşlarına tutunuyorlar ve

katılıyorlar yürüyüşe

 

Yeraltı mı, yerüstü mü?

 

Savaşın, savaş halinin, ölümün, bu denli büyük yıkımların, derine yer eden acının kısaca yer üstünün nasıl bir yeraltı dehlizine dönüştüğüne tanık oluyoruz bütün çıplaklığı ile şiirde.

 

Ayağa kalkanlar reelde ölü değiller, ancak öyle bir acı içindeler ki ruhen ve bedenen ölüden farksızlar ve gerçekte kalpleri artık atmayan bedenlerin üzerinden geçerek, çiğneyerek ilerleyip ayakta kalmaya çalışıyorlar. Devam etmeleri gerek. Çünkü savaşta bir noktadan sonra herşey olağan görünmeye başlar insana; ölüm bile.

 

Yerde yatan ölü beden insan değildir artık, vicdan işlemez, duygu denen her şey koparılıp sökülmüştür içinden. Yerde yatan ölünün tutunup ayağa kalkmaya yarayan bir taştan, değnekten hatta sürünerek ilerlediğimiz topraktan bir farkı ve önemi kalmaz artık. Ki ileriki bölümlerde savaşın büyük yıkımının anlatımını; oyulmuş iç organların dahi ellerde taşınmasını betimleyerek kuvvetlendirecek ve derinleştirecektir.

 

Derken bi mucize belki; ayağa kalkan kalabalığı tanımlıyor bize ve “bir çığ gibi nasıl büyüdüğünü”, ‘yol verin açılın’ diyor şair… “barış”!

 

Binlerce insan ilerliyor

asık suratlı

kaba yapılı

kirli

Tanrıya inanmakta güçlük çeken

yeni kocaman bir Tanrı taşıyarak

kendi güçleri

dünyanın her yerinde ağlayan bizler

dünyanın tüm kutsal inançlarını lanetleyen bizler

tüm dünya dillerinde şarkı söyleyen bizler

barış

barış

….

Ve yel geliyor peşlerinden

büyük yel izliyor onları

yel geliyor peşlerinden gürül gürül

barış

barış

b a r ı ş

 

Şiirin son bölümünde, bu uzun şiirin başlığı dahil, defalarca tekrarlanan “bir yel esiyor” cümlesinin aslında başta anlattığı kötümser halinden, kalabalıkları sürüklediği bir umuda dönüşmesini ve o umudun adının da ‘barış’ olduğunu görüyoruz.

 

İnsan hallerini gündelik şeylerle çok iyi anlatan Livaditis, sık kullandığı kötümserlik ve iyimserliği aynı şiir içinde sunuyor bize. Ve en umutsuz durumun bile tek başına değil ama dirilen ayağa kalkan bir kalabalıkla nasıl da umuda dönüşebileceğini, savaşın nasıl barışa evrilebileceğini gösteriyor bize.

 

Barıştan, vazgeçmeyenlere…