Dışarıdan gelen müziğin sesi odayı aydınlattı. Ses büyüdü, odanın kirli, gri duvarlarında yankılandı. Hasan uyandı. Yatağın içinde müziğin azalan sesine kulak verdi. Tanıdık bir türküydü ama çıkaramadı. Ses uzaklaştı, karanlığa karıştı. Ranzasında doğrulup ellerine baktı. Kâğıt gibi bembeyazdı yine elleri. İçinde bir yer titredi. Kalkıp odanın kirli, dar penceresinden dışarı baktı. Gün ağarmak üzereydi. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Dönüp arkadaşlarını izledi. İkisi de derin uykuda. Yasin’i, sırtüstü yatan ince, uzun adamı inceledi şefkatle. Kolunun biri ranzadan aşağı sarkmıştı. Başını uzatıp yüzünü sert kıllara sürdü Hasan. Yasin’i uyandırmadan, ılık ılık gezdirdi yüzünü kolda. Yasin huylandı ama uyanmadı. Kolunu çekip çarşafın altına sakladı.
Uyumaya çalıştı, olmadı, kalkıp tuvaletten bozma banyoya girdi. Yüzüne çarpan lağım kokusu nefesini kesti, içi bulandı. Babasını hatırladı. “Sana bakınca midem bulanıyor, yıkıl karşımdan.” Yutkundu. Aylardır burada yaşıyordu ama hâlâ alışamamıştı. Kırık dökük lavabonun dibine, plastik taburenin üzerine koyduğu saksıyı aldı. Diktiği güller solmuştu. Bu bok çukurunda gül mü yetişirmiş… Koklamaya çalıştı. Bir parça kuru yeşil koku. Musluğu açtı. Soğuk suyun altına girdi. Gres yağından kararmış tırnaklarını ovaladı uzun uzun. Elinden gelse tırnaklarını tek tek sökerdi. Ne yaparsan yap bu karalık çıkmayacak Gül Hasan.
Banyodan çıkmadan tasa su doldurdu. Uzun, dar odaya girdi. İki ranza arasına sıkışmış pencereye yanaştı. Elindeki tası pencerenin önündeki saksıya döktü. Bu saksıdaki de solmuş, yine de suladı. Elimin değdiği her şey kuruyor.
Gün, kirli pencereyi zorluyor; içeri girmeye çalışıyordu. Cılız birkaç ışık parçası, Hasan’ın çıplak göğsünden süzüldü. Beline doladığı havlu gevşemeye başlamıştı. Yavaş hareketlerle belindeki havluyu sıkıladı. Bekir, bir gözü yastığa gömülü; onu izliyordu. Beyaz teninde parlayan damlalar mahmur gözünde karanlığa karışıyordu. Bakışlarını duştan yeni çıkmış adama kilitlemiş havlunun ötesini görüyordu artık. Havlunun ötesinde kendine doğru yoğun bir buhar yükseliyordu. Burnuna, boğazına doluyordu. Nefes alamıyordu Bekir, soluksuz izliyordu.
“Üstünü giysene oğlum, ne dolanıyorsun ortalıkta cıbıl cıbıl.” Yasin’in tok sesi odada dalgalandı. Tuttuğu nefesi huzursuz bıraktı Bekir, bakışlarını ne zamandandır uyanık olduğunu kestirmeye çalıştığı Yasin’e çevirdi. Doğruldu, kulağındaki sesin tehdidini anlayıp koşar adım odadan çıktı.
“Dönüşte çiçekçiye de uğrar mıyız Yasin?”
“Bırak bu sevdayı artık Hasan, beceremiyorsun işte.”
“Hasan değil, Gül Hasan!”
“Mırıldanıp durma. Geç olmadan çıkalım, sıcağa kalmayalım.”
“Ben çantayı hazırladım ama iki tane havlu var. Ben onunla aynı havluyu kullanmam, baştan söyleyeyim.”
“Sen de amma kılsın, tamam aynı havluyu kullanırız.”
Havada asılı kalan sözü alıp koynuna sakladı Hasan. “Aynı havluyu kullanırız.” İçinde bir neşe kaynadı, ortalığa taştı. Kuş cıvıltıları sardı etrafı. Tatlı bir ıslık tutturmuş, önceki gece hazırladığı yiyecekleri tıkıştırıyordu çantasına. Bekir’in sesiyle irkildi. Ses odaya doluşmuş kuşları kaçırdı, Hasan’ın yanağından makas aldı. “Hayırdır, yavuklundan haber mi aldın?” Hasan, yanağını Bekir’in ergenlikten nasırlaşmış elinden kurtardı. İğrenerek baktı yüzüne. Nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz kaşlarının altındaki küçük kara gözlerine. Çiçek bozuğu o yüzde sınırlar yoktu. Burnu o sınırsızlık içinde uzayıp gidiyor, kirli sakalı onu uğursuz göstermekten başka işe yaramıyordu.
“Eğlenme benimle. Giyin de çıkalım.”
“Tamam Hasan’ım, sen iste Fizan’a gidelim.”
İşine döndü Hasan, hırsla söylendi “Hasan değil, Gül Hasan!”
Bayramın ikinci günüydü, tren kalabalıktı. Yasin’in karşısındaki koltuk boşalır boşalmaz oturdu Hasan. Arkasına yaslandı, Yasin’in biçimli yüzünde çiçek bahçesinde gezinir gibi gezindi. Bekir başka yer kalmamış gibi gelip cılız, biçimsiz bedenini yaslamasa, bu yüzde tomurcuklanıp büyüyecekti Hasan, olmadı. Tepesinde bitiverdi Bekir. Bir şey söylemek ister gibi kulağına eğildi. Başını hızla uzaklaştırdı Hasan, yüzüne düşen perçemini taradı ilgisizce. Dönüp Yasin’e baktı. Yasin de ona. Kısa bir an buluştu bakışları. Ortak sırları olan insanlar gibi gülümsediler birbirlerine. Kuru bir gül kızardı Hasan’ın içinde.
Tren ilerledikçe koltuklar teker teker boşalıyor, sonra tekrar doluyordu. Yasin’in yanı boşalınca Hasan geçti bu defa. Ondan yayılan çok iyi bildiği kokuyu almak, aralarındaki belirsiz bölgeyi netleştirmek istiyordu artık. Nereden başlayacağını biliyordu. Defalarca yapmıştı bu konuşmayı hayalinde. “Hatırlıyor musun Yasin?” diye başlayacaktı söze, “Hani lisede bir şiir yazmıştım aşkla ilgili. Hoca çok beğenmişti de şaka yollu…” Boğazını temizledi. Konuşacaktı ki metro aniden durdu, metronun içi arı kovanı gibi kaynamaya, uğuldamaya başladı. Hasan’ın sesi açılmadan soldu. Yasin’in karşısındaki boş koltuğa aceleyle bir kız oturdu. Diyecekleri kursağında kaldı Hasan’ın. “Sahilde söylerim, hem daha romantik olur,” diye kurduğu kumdan kaleler, cırtlak sesli bir kızın “Aa Yasin,” demesiyle yerle bir oldu.
“Aşk olsun, bütün gün haber bekledim.”
“Demiştim ya, aramazsam bil ki bizim çocuklarla…”
“Yine de aramanı bekledim.”
Daha fazla dinleyemedi Hasan. Aralarındaki sohbet derinleştikçe içine gömüldü. Bir salyangoz kafasını sessizce içine çekti. Konuşmaları duymuyordu artık. Önce kendine, sonra kıza lanetler okudu. Bir ara başını kaldırıp kıza baktı. Daha önce görmüş müydü bu kızı? Belli ki tanıyorlardı birbirlerini. Bir korku patladı içinde, dışarı sızdı zehri. Yasin’e bakamıyordu. Ya o kıza kendisine gülümsediği gibi gülümsüyorsa. Hayır, bunu yapamaz. Yasin’e döndü. İçinde yeşillenen ne varsa kuruyup gitti bir anda. Tutunacak bir dal aradı. Titremeye başladı. Bakışları trenin içinde geziniyor ne yapacağını kestiremiyordu. Hareket etmeliydi. Bir şeyler yapmalıydı. Bu kâbusu durdurmanın bir yolu. İmdat frenine takıldı gözleri. Öfkeyle kalktı. İmdat freninin olduğu camı kırdı. Tam çekecekken bir el durdurdu onu.
“Ne yapıyorsun Hasan?” Neredeyse çığlık atarcasına bağırdı Hasan,
“Hasan değil!”
“Biliyorum,” dedi Bekir sesini alçaltıp “Hasan değil, Gül Hasan.”
Bekir’in elini itti, hışımla çekti kolu. Hızla ilerleyen tren acı acı inledi, öksürerek durdu. Bütün kapıları açıldı. Bas bas bağıran alarm sesi doldurdu treni. Ani frenle birbirine giren, yere düşen insanların çığlıkları eşlik etti alarma. Hasan yere kapaklanmış yine de Yasin’i takip ediyordu. Biri elinden tutup bir çırpıda yerden kaldırdı onu. Trenden çıkardı.
“Manyak mısın oğlum? Yakalansaydın, kan alırlardı götünden.” Sığındıkları kahvenin çırağına seslendi Bekir. “Bize iki soğul limonata, buzlu olsun, dilim damağım kurudu.”
Hasan’a baktı. Bir şeyler demesini bekledi. Teşekkür etmesini belki. Hasan sessizliğini koruyordu. Çırak tepside su bardağına doldurulmuş limonataları getirip çınar ağacının altındaki masaya bıraktı. Bekir, bardağı kafasına dikip soluksuz içti. Harareti sönmedi. Bir bardak daha istedi. Hasan’ın önündeki bardak terliyordu. Kafası önünde ellerine bakıyordu. Ellerinin beyazlığı korkutuyordu onu. Elleri ne zaman böyle beyazlayacak olsa yok olmaktan korkardı. Yavaş yavaş beyazlayıp sonra saydamlaşacak, en sonunda da yok olacaktı. Babasının karşısında olduğu gibi.
“İçsene, sidik gibi oldu. Yenisini söyleyeyim istersen.”
“Kalsın.” Gözlerini saydamlaşmaya başlamış ellerinden koparıp Bekir’e döndü.
“Sen nereden biliyorsun Gül…” dili varmadı sırrını saçmaya.
“Bilmeyen mi var oğlum, ne safsın.”
Afalladı, çınarın gölgesi boğdu Hasan’ı. Acıyla birkaç sığ nefes aldı. Sandalyesini geriye itip eğildi, Bekir’in burnuna dikti gözlerini. Çatallaşan sesiyle “Nasıl?” diyebildi.
“Hıh” diye bir ses yükseldi Bekir’den. “Aşkın gözü körmüş. Her şeyi biliyorum oğlum,” dedi. Çürük dişini saklamaya çalışarak yarım yamalak güldü. Bir yandan da Hasan’ın nabzını yokluyordu. Ne kadar anlatması gerektiğini tartıyordu. Üstüne çivili ela gözlerden cesaret alarak, “Yasin söyledi,” dedi. Babanın seni neden evden kovduğunu da anneni dinlemeyip Yasin’in peşine takılıp buralara nasıl geldiğini de biliyorum,” dedi. “O gördüğün kız da sevgilisi.” “Yalan söylüyorsun.” Çılgına dönmüştü Hasan. Sandalyeden doğrulup hırsla masaya vurdu. İçmediği limonata devrilip Bekir’in pantolonundan aşağı aktı. “Yalan söylüyorsun, kıskandığın için yapıyorsun bunu.” Takati kesildi, kendini bıraktı. Bekir konuşmaya devam ediyordu.
Kahvenin içinden bir melodi yayıldı bahçeye. Bekir sesini yitirdi. Melodi usul usul ilerledi, Hasan’ın kulaklarına yuva yaptı. Sabaha karşı duyduğu türküyü hatırladı.
“Anamın babamın acı sözleri / bal oldu gidelim bizim ellere.”