Servisin ani hareketiyle her zamanki yerime yerleştim. Müzik yine son ses, sohbet gürültülü, içeriye bakışlarımı çevirmesem de konuşanların sesiyle yüzü anında eşleşiyor usumda. Liseli gençler, dinledikleri müzik, konuştukları konular hayli uzağımda. Onları anlamıyorum.
“Figen Abla günaydın.” Yine biner binmez gülümseyerek konuştu.
“Günaydın Nazlıcım.” Onu görünce rahatladım biraz. Yanıma oturdu. Şoförle bizden başka hepsi öğrenci. Varlığımızdan hoşlanmıyorlar, onlar okula giderken işe gitmemiz sinirlerini bozuyor olmalı. Rahatsız edici bakışları fark ediyorum. Tekken zor, iki kişiyken daha iyiyiz.
Nazlı ile oradan buradan konuşurken içimi sıkan konuyu açıverdim.
“Nazlı, çayın civarındaki evlerin birinin kapısının önünde köpek vardı, fark etmiş miydin hiç.” Cevap olabilecek iki ihtimal de beni sarsacak.
“Aa, evet abla görmüştüm, mavi kapılı evin önünde sürekli bağlı olan köpeği diyorsun değil mi?” Gözleri kocaman açıldı, nasıl da sevimli, mutlu görünüyor.
“Evet canım, onu diyorum.” Sustum. Devamında ne demeliyim. Çoğu zaman haraketsizdi, hep aynı şekilde yatıyordu, gerçek değil gibiydi. Yol kenarlarında ölü ya da sakat bir hayvan görmemek isterken fazlaca gerildiğimden, ama tersine çoğunu mutlaka fark edip her ihtimalde emin davrandığımdan abartıp bazen yanılabiliyorum. İçi çöp dolu poşeti, ıslanıp asfalta yapışmış karton parçasını ölü bir sarman zannedebiliyorum.
Bir süre bomboş baktım, nasıl anlatsam saçmaladığımı düşünmez. “Bir haftadır orada değil. Sabahları giderken sürekli önünden geçiyorduk, onu orada görmeye öyle alışmışım ki tanıdık birini kaybetmiş gibi hissediyorum.” Yüzü değişti, gülümsemesi kayboldu, bana mı üzüldü köpeğe mi.
“Çoban köpeğiydi, belki koyunlarla, ineklerle falan dağa götürmüşlerdir.” Hâlâ insanlardan yana umudu var.
“Mevsimi değil ki.”
Akla ilk gelen birkaç şeyi daha sıralasa da üzülmemem için beni ikna etmeye çalıştığını biliyordum. Bitirmesini bekledim. Köpeği gördüğüm ilk günü anımsamaya çalıştım. Kıştı, kirli bir kar yığını zannetmiştim. Kuru bir ağaca bağlıydı, yanında dışı isten kararmış eski bir tencere. O günden sonra neredeyse her gün gördüm.
“İyi misin?”
Gülümsedim, “iyiyim, merak etme,” sorsana hadi, bir şey yapamaz mıydın onun için desene.
“Yapabileceğin bir şey yoktu abla, sahibi vardı, bir şey desen sana ne, deyip kestirip atarlardı.”
Buz gibi soğukta çıplak toprakta yattı günlerce, güneş çıktı bazen ama ipi kısaydı. Lanet olası bir ipti işte onu tutan. Ama ben hiçbir şey yapmadım. Haftalarca onu izledim. Korkağın tekiyim, inip de kapıyı çalmadım. Yazık hayvana, bu kadar berbat şartları hak etmiyor, bir yere sokulmasına bile izin vermiyorsunuz, diyemedim.
Düşündüğün gibi değil, demek isterdim fakat haklısın Nazlıcım, deyip konuyu kapattım. Bu sırada yine o evin önünden geçip gitmiştik. İşe gelince kargaşadan, yoğunluktan daha az düşünürüm sandım. Öyle olmadı. İçimde kabaran acı, aklımdan hiç çıkmayan, tekmelenerek katledilen gelen Eros. Gözlerimin dolmasını şuradan kime anlatabilirim. Pislikler.
Acabalar, keşkeler. Hiçbir halta yaramayan konuşma provaları. O kapıyı çalıp yaptıkları haksızlığı, eziyeti yüzlerine savurmuşçasına bir heyecan. Hepsi boş. Eve gitmeden kendimi toparlamalıyım.
Toparlayamadım, neyin var diye sordu Okan, hiç, dedim. Yorgunum. Israr etti, bahsettim.
“Yahu yine mi, sen mi kurtaracaksın hepsini, kendini de beni de yoruyorsun. Her gün farklı bir ölü hayvanın ruhunu ya da hastaysa derdini alıp getirip şu eve koyuyorsun.” Sakince konuşuyor, birazdan yükselecek. Konuşmasam bu kez, sussam. Tamam, deyip geçsem. Yapamıyorum.
“Ben sana yaşadığım üzüntüyü anlatıyorum, beni anlamak için neden ufacık bir çaban yok. Ölüsünün arkasında bir bekleyeni vardır diye içim acıyor, belki sahibi, belki birkaç yavrusu. Düşünsene kuytu bir yere saklı yavrular varsa anne öldüyse onlar da açlıktan ölecek. Bunları gerçekten düşünemiyor musun, yoksa bunları düşünmekten kaçıyor musun.” Tane tane anlattım, bir kıpırtı görsem, beni biraz olsun anladığını hissetsem yüküm azalacak.
“Üzülmek için bir de ayrıntılı senaryo mu çiziyorsun kafanda, bravo,” geçti yine dalgasını. Ah aptal Figen, sen niye saçma sapan bir çabayla konuşuyorsun. Şefkatle bakmaya başladı, yine düşünceli olduğunu gösterecek. “Bak Figen, anneni huzurevine yerleştirdikten sonra böyle oldun sen, eğer istersen,” elimi hızla kaldırıp susturdum. Bu konuyu bir kez daha açmasına dayanamazdım. Sırada çocuk konusu vardı, biliyordum.
“Ben ne geçmişle bir bağım olsun istiyorum, ne de geleceğe dair bir planım. Konuşmanı döndürüp dolaştırıp aynı yere getirmen sadece beni öfkelendiriyor.” İlk kez bu kadar ciddi, net kestirip atabilmiştim. Şaşırdı, ne tepki vereceğini bilemedi. “Anlıyorum,” diyebildi, bütün hayatı rol kesmek, davranışlarının ardı bomboş olan kocam.
Gecenin devamına sessizlik hakimdi, elimde tablet kanepede uyuyakalmışım. Okan üzerimi örterken kısa bir bakışını gördüm. Bana acıyordu. Evet, bana acıyordu ama hayvanlara acımıyordu.
Sabah her yerim taş kesilmiş uyandım, koşur koştur hazırlanıp tam çıkıyorken Okan’ı görme ihtiyacı duydum, uyuyordu. Vedalaşıyor olmak isterdim, o hüznü yaşamak. Uzun uzun baktım, ben de ona, içinde kaybettiği merhameti asla bulamayacağına, acıyordum. Kapıyı bütün gücümle çarpıp çıktım.
Tam vaktinde gelen servise bindim, sol cam kenarındaki yerim doluydu, afalladım, ne yapacağımı bilemeden hemen kapının girşindeki sağ tekli koltuğa yığıldım. Bu taraftan hiç bakmamışım meğerse, her zaman gördüğüm yere nazaran yeşil, çoğunun önünde çiçekler olan evler, açık olan camdan yüzüme vuran çaydan esen rüzgar. İyi geldi, lütfen bugün iyi geçsin, derken kafamı bir an sola çevirdim, o evin önündeydim. Düşünmeyi bıraktığımı fark ettim, kararı veren ayaklarımdı, arabadan indim.
Sakin, temkinli adımlarla eve doğru yürüdüm, her yer çamurdu, yağmurun vurduğu meyve ağaçlarının beyaz çiçekleri saçılmış üzerine. Bastıkça karanlığın içine çiçeklerin gömülüşünü izledim. Köpeğin bağlı olduğu yerde ip hâlâ duruyordu. Dokunmak istedim, kuru bir ağaca bağlı olmak, güneşe bile uzanamamak nasıl bir şeydi acaba.
Düşüncelere dalmışken evin arkasından bir çocuk geldi, ciddi bakışlı, üstü başı kirli, gözleri ağlamaktan şişmiş. Varlığım tedirgin etmedi, benimle ilgilenmiyor gibiydi. Zar zor çıkan sesimle merhaba, dedim. Yanıt gelmedi. Konuyu açıp açmamakta kararsız etrafıma bakındım. Buraya niçin gelmiştim. Köpeğe ne olduğunu bilmek ne işe yarayacaktı.
“Geçen hafta burada bağlı bir köpek vardı,” bir anda çıktı ağzımdan, sesli düşünmüşüm gibi. Hata mı yapmıştım. Yapmadığımı, çocuğun ilgisini çektiğimi görünce anladım.
Şüpheli gözlerle beni süzdü, gözlerine yaşlar dolmuştu.
“Vurdular,” diyebildi. Ağlamaya başladı. Hiçbir işe yaramadan yattığı halde aylarca baktıkları köpeği niçin şimdi vurdular, diye soramadım. Bakmak denirse tabii. Saçmaydı.
“Yaşlanmış, artık işe yaramıyormuş, vurdular,” üzerime ipin ucundaki ağaç devrilmiş gibiydi, içimden bir bulantı yükseldi. Hastalık ve bakımsızlıktan başına bir şey gelebilirdi, hele ki o soğuklarda burnunu bacaklarının arasına alıp yatışını düşündükçe her ne olduysa üşüttüğünden olmuştur diye varsaymıştım. Ama vurulmuş olması. İşe yaramaz artık diye vurulmuş olması… İçten içe de sevindim, birinin daha köpek için üzülmüş olması iyi gelmişti bir anlığına.
Evin arkasından gelen yavru köpek seslerini duyunca irkildim. Üst üste gelen şaşkınlıklar yormuştu, adım atamayacağımı hissettim.
“Peki bunlar,” görmediğim halde elimle arka tarafı işaret ettim.
“Onları yeni getirdiler,”
Kendimde güç bulunca seslere doğru yürüdüm, minicik altı köpek yavrusu, gözleri yeni açılmış. Birbirlerine sokuluyorlar, anneleri de başka bir iple başka bir ağaca bağlı. İpi elinde tutan ağaç kökünden utanıyordur, ya vuranlar.
İpe doğru gittim, çocuk sessizce bakıyordu. Bağırabilirdi, içeri koşabilirdi. Öylece baktı. Göz göze geldik. Yaşlar yanaklarında yol yapmıştı.
“Onları da vururlar mı,” sorunun cevabını biliyordu, sadece bakmakla yetindim.
“Köpekler de kediler gibi yavrularını ağzında taşıyabilir mi,” diye sordum. Anlamaz baktı, “hepsini kucağıma sığdıramam ya.”