İstanbul’la Büyümek
Yazılar

İstanbul’la Büyümek

Hülya Soyşekerci

İnsanların, son derece karmaşık olan ekonomik, sosyal, kültürel ve ruhsal ilişkiler ağı içinde bir araya gelerek oluşturdukları çok büyük, geniş, çok katmanlı mekânlardır kentler. Yeryüzünde öyle kentler vardır ki, içinde yaşattığı tarihin ve zamanın gizemiyle var olurlar; bu kentlerde doğup büyüyen insanlar da zamanla o kentten bir parça haline geldiklerini hissederler. Nereye giderlerse gitsinler, Kavafis’in şiirinde olduğu gibi, kent de onların arkalarından gelir; o kentten kopmak mümkün değildir artık. İnsanı var eden, yaşatan, koruyan, büyüten bir varlıktır kent; ama bazen de kent; içindeki karmaşası, kalabalığı, sosyal ilişkilerde insana yaşattığı yalnızlık ve yabancılaşma duygusuyla, ruhların derinliğinde bir boşluğa ve uçuruma açılıverir birdenbire. Kent ile insanın ilişkisi, çoğu zaman böylesine paradoksal bir ilişkidir; kentle birlikte var olmak, sancılı ve gerilimli bir ilişkinin diyalektiğini de kapsar.

 

Beton kentlerin ruhu, apartmanlarda birbirine çok yakın dairelerdeki çok uzak komşuluklarda, apartman boşluklarında dile gelir. Parklar, bulvarlar, müzeler, sinemalar, tiyatrolar, kütüphaneler, kentsel mekânların farklı farklı formlarıdır… Modernleşmenin timsali olduğu kadar onunla birlikte gelen bireysel yalnızlıkların da alanı olan apartman, günümüzde kentsel mekânların kurucu öğelerinden biri. Belirli sayıdaki insan toplulukları, göğe uzanan bu dar mekânlara yığılmış/sıkıştırılmış durumda, zorunlu halde yaşıyor. Yüzlerce, binlerce “darmekân apartmanlar” yer alıyor metropollerde. Modern zamanlar, iletişimin yerini iletişimsizliğe bırakırken, bireyler kendi yalnızlıklarını ve yabancılaşma duygularını, en çok apartman yaşamında hissediyorlar. Apartmanlarda yaşayan çocuklar da aynı daralmayı içlerinde hissederek büyüyorlar. Onlara geniş alan açarak yardım eden sadece onların çocuk düşleri, birbirleriyle kurdukları dostluklar ve macera tutkuları oluyor.

 

Kentleri oluşturanlar sadece apartmanlar, modern yapılar, yollar, kanallar, köprüler… değil; eski tarihi binaların içinde ve dışında yoğunlaşan ve yaşayan zaman katmanları ile insan ve zaman izleridir. Bu izleri dikkatle takip edersek, yaşadığımız kentin ruhuna ulaşır, modernliği ve geçmiş zamanı buluşturan noktalarda, kentin soluk alıp verişini hissedebiliriz. Bu yazıda, ilginç bir çocuk romanı olan İstanbul’la Saklambaç’ı, Gaston Bechelard’ın Mekânın Poetikası adlı eserinde dile getirdiği ve kuramsallaştırdığı düşüncelerle de ilişkilendirerek, özellikle kahramanlar bağlamında açılımlamaya çalışacağım.

 

Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı eserinde zaman-mekân ilişkisini oldukça şiirsel bir dille ifade eder: “Mekân, peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar. Mekân buna yarar.” 1 “Mekân eylemi çağırır, bu arada hayal gücü de eylemden önce çalışmaya koyulur.”2 Bu açıdan bakılınca kent gezileri, en güzel, en anlamlı keşif yolculuğudur.

 

Mesela binlerce yıllık bir tarihin sürekli soluk aldığı İstanbul gibi bir kenti anlamak, tanımak için yola çıktıysanız- hele bir de çocuksanız- bu keşif yolculuğunun sonunda hem inanılmaz derecede farklı, büyülü, gizemli bilgilerle donanmış olduğunuzu, hem de İstanbul’u tanırken kendinizi de tanımaya ve anlamaya başladığınızı fark edersiniz.  İstanbul’da doğmak, İstanbul’da büyümek ya da İstanbul’da yaşamak, bir farkındalık yaşantısını gerekli kılar. Bu farkındalık olmadığında ya da gerçekleşmediğinde İstanbul’u tanımanız; kentin ruhunu keşfetmeniz zordur; ancak, zaman katmanları arasında düş ve düşüncelerinizle çıktığınız bu yolculuğu tarih bilinciyle, kentsel duyarlılıklarla anlamlandırdıysanız, mucizelerin usulca gelip sizi bulduğunu görecek; İstanbul’un canlandığını, kişilik kazanarak sizinle konuştuğunu duyumsayacaksınız. O zaman, Kız Kulesi’nden Galata Kulesi’ne İstanbul’un rehberliğinde gidip gelecek; kulelerin tarihselliğini çözmeye başlarken, Boğaz’da yol alan bir vapurun davetkâr sesinin martıların çığlıklarına karıştığı andaki o incecik şiirin de yüreğinizde yazılmaya başladığını fark edeceksiniz.

 

Mina Tansel’in İstanbul’la Saklambaç’ı böyle bir keşif serüveni üzerine kurulmuş olan ilginç bir çocuk romanı.  Çocuk kahramanlar Ali, Emre ve Burcu ile romanın çocuk okurları da İstanbul’un az bilinen tarihsel mekânlarında saklanan İstanbul’u ararken, geçmiş zamanlara dokunmanın, büyü ve gizemin içinde yol almanın heyecan ve hazzını yaşıyorlar. İstanbul’la Saklambaç’ın en ilgi çeken fantastik ve aynı zamanda şiirsel boyutu; İstanbul’un bu kitapta bir roman kahramanı olarak yer alması. Metinde “roman kahramanı olarak İstanbul” bütün bir kent coğrafyası ve mekânlarına yayılan ve oralarda soluk alan canlı bir varlık olarak yer aldığı gibi, asıl olarak; çok eskilerden, kadim zamanlardan günümüze kadar gelen bir ses halinde var oluyor. Roman, İstanbul’u hem her yerde görmenin, hem de çok derinlerden gelen güzel sesini dinlemenin gizem dolu tanıklığını yaşatıyor insana. Bu gizemi, roman kahramanları Ali, Emre ve Burcu’nun yaşantıları, tanıklıkları ve konuşmaları üzerinden okuduğumuz gibi, kendi yaşantılarımız içinde var olan İstanbul’la bütünleştirmenin karşılıklı ve güçlü etkilenmelerini de hissediyoruz. Anlıyoruz ki kulak vermeyi bilen çocuklara (ve yetişkinlerin içindeki çocuğa) İstanbul konuşup kendini açıyor; sırlarını ortaya seriyor; kulaklara bilinmeyenleri fısıldıyor; bazen de saklanıp insanı meraklandırıyor; aynı anda hem geçmişe hem de bugüne gidip gelebiliyor. İstanbul konuştukça kentin altındaki ve üstündeki tarihi keşfetmek daha kolay oluyor çocuklar için.

 

İstanbul’la Saklambaç’ta İstanbul, zamanları aşan, çok eski ve ölümsüz bir ses… Masal anlatır gibi konuşan bir ses… Ama aynı zamanda hiç yıpranmamış, hep canlı, hep neşeli bir ses… Çünkü romandaki İstanbul, çocuklara rehberlik etmeyi seven, onları keşif yapmaya yönlendiren bir kişilik… Ruhu çocuk kalmış, oyun oynamayı, saklanmayı seven, bilmeceler soran, meraklandıran bir sesvarlık… Kent, romanın çocuk kahramanlarını içinde taşıyıp yaşatan, var eden, büyüten, bağrına basan, hayatı öğreten bir anne gibi… Varlığında bir kadın şefkati ve koruyuculuğu taşıyor. O nedenle çocukların roman olayı boyunca sık sık duyup dinlediği İstanbul sesi; ince, zarif, sakin, güzel bir kadın sesi… Kentle kadının ya da annenin özdeşleşmesi, İstanbul’la Saklambaç romanına farklı bir boyut kazandırıyor.

 

Yetişkinler için yazılan birçok romanda, kentlerin kişilik kazanıp canlı bir varlık gibi soluk aldığı görülür, ancak İstanbul’la Saklambaç’ta olduğu gibi, kentlerin konuşması, ses vermesi ender rastlanan güzellikte, masalsı bir kurgu oyunudur. İstanbul’un, çocuk kahramanlarla konuşup kendi gizlerini açması, çocuklara saklambaç oyunu içinde gerçekleşen bir keşif/öğrenme yaşantısı sunması, yazarın yaratıcı bir fikri. Böylece, ses/konuşma şeklinde canlanan kent, romanın hem saklı hem de apaçık görünen bir kahramanı olarak, metinde kendini her an duyumsatır. Kentin çocuklarla bu güçlü arkadaşlığı, çocukların kentsel duyarlılıklarını geliştirir; kent kültürlerini artırır.  İstanbul’la Saklambaç’ta kentin belleğini taşıyan müzeler, tarihi yapılar, surlar, hisarlar, sarnıçlar, kuleler, zindanlar, camiler, külliyeler, saraylar… romanın asıl kahramanı İstanbul’un rehberliği altında Emre, Ali ve Burcu’ya tanıtılır; onların bu yapıları derinlemesine keşfe çıkmaları ve böylece kent belleğinin yer aldığı mekânlara duyarlı olmaları sağlanır.

 

Her şey, bir gün, Alilerin evinin bodrumunda eski, mermer bir lahidin bulunmasıyla başlar. Kömürlüğü genişletmeye karar veren Ali’nin babası, toprak tabanı biraz kazınca, orada eski, mermer bir lahit olduğunu görür.  Müzeden çağrılan arkeoloji uzmanları, bu mezarın Romalılar dönemine ait olduğunu belirtirler. Ali’nin Emre’ye gizlice ve heyecanla anlattığına göre, koskoca mermer bir sanduka olan bu lahdin üzerinde mermer bir kapak da bulunmaktadır. Bir kısmı zeminin altında olan mezar oldukça büyüktür; müzelerde bu mezarın benzerleri çokça sergilenmektedir. Uzmanlar, lahdi kayıtlarına geçirmiş, sonra onu mühürleyip gitmişlerdir. İki çocuk merakla bu mezarı incelemek isterler; ancak Ali’nin babası buna izin vermez ve bodrumun anahtarını saklar. Çünkü çocukların, kömürlük tabanında gördüklerini sağda solda anlatıp, farkında olmadan evi define avcılarına hedef göstermelerinden çekinmektedir. Bunun üzerine Ali, bir gün Emre’yi de yanına alıp, bodruma gizlice girmeye karar verir. Babasının, anahtarı saklayabileceğini tahmin ettiği birkaç yere bakan Ali, aramaları sonunda nihayet anahtarın bir vazo içinde olduğunu fark eder.

 

Çocukların yasaklara karşı ilgi ve merakının fazla olduğu; heyecan ve keşif duygularını, büyüklerin koyduğu yasakları gizlice çiğnediklerinde daha yoğun yaşadıkları da bir gerçektir. Ali ile Emre’nin saklı anahtarı bulup gizlice bodrum katına inmek istemeleri, onların çocuklara özgü merak ve heyecan duygularından; keşif ve öğrenme tutkularından kaynaklanmaktadır. Çocuklar, lahdin ölüler için yapıldığını, dolayısıyla içinde iskelet olabileceğini de düşünürler. O zaman heyecan ve merakları doruğa tırmanır. Ali, annesinin evde olmadığı bir gün, Emre’yle bodruma girmek için harekete geçer; anahtarı çıkarmaya çalışırken heyecanla vazoyu elinden düşürünce vazonun ağzı hafifçe kırılır. Buna üzülmekle birlikte, iki kafadar o kadar kararlıdırlar ki vazoyu hiçbir şey olmamış gibi yerine bırakır, aşağı inmeye başlarlar. Bir taraftan da lahitte bir ölüyle karşılaşmaktan korkmaktadırlar. Merak ve korku, ikiz kardeş gibi, ellerinden tutar iki çocuğun. “İki çocuk birbirleriyle paylaşmadıkları korkularıyla uzun, dik merdivenleri döne döne inip kömürlük kapısına geldiler. Kapı gıcırtıyla açıldı. Ali kömürlüğün cılız aydınlatan çıplak lambasını yakmak için düğmeye bastığında bir ses geldi: cızz!..Sigorta atmıştı!” (s.18) İçi korkuyla dolan çocuklar, yine de kararlıdırlar; el feneri ararlar ama bulamazlar. Bir kutu kibrit ve mum alıp kömürlüğe inerler: “Emre Ali’nin tuttuğu mumu yakarken eli hafifçe titriyordu.”… “…mum alevi dalgalandı; mum sönüverdi. Ortalık zifiri karanlıktı.” … “Bir an önce ölülerin yattığı bu yerden çıkmak istiyordu. Kömürlükte yalnız değillerdi sanki. Karanlık mıydı üçüncü kişi, yoksa lahdin içindeki miydi? Belki de bir değil birkaç kişi yatıyordu lahdin içinde.”… “Karanlıkta ellerini kollarını kaldırarak birbirlerine ulaşmaya çalıştılar. Sanki birbirlerine değil de başkasına değeceklermiş gibi bir korku vardı ikisinin de içinde.”  (s.20) cümleleri, çocukların merak ve korku duyguları arasında kalmalarını; korkunun giderek ağırlık kazanmasını ifade ediyor.

 

Çocukların korkularının asıl nedeni, karanlık ve bilinmezliktir. Toprağın altına; ölüler ülkesine inmiş olmanın verdiği o çok eski korkuyu ve derin ürpertiyi hissederler. Bodrum, mahzen gibi evin karanlık ve dip bölgelerine inmenin yarattığı korku duygusunu varoluşsal psikoloji bağlamında yorumlayan Gaston Bachelard’ın ilginç tespitleri vardır: “Ne var ki mahzen öncelikle evin karanlık varlığıdır, yeraltı güçlerinden pay alan bir varlıktır. Mahzenin düşünü kurduğumuzda derinliklerin akıldışılığıyla uzlaşırız.”… “Mahzen söz konusu olduğunda, evin tutkulu sakini mahzeni kazar, yine kazar, öyle ki, sonunda mahzenin derinliğini etkin kılar. Olgu yeterli olmaz, düşleme işe koyulur. Kazılmış toprak tarafında hülyaların sınırı yoktur.”3 Bachelard, psikanalist Jung’dan örnekler vererek, mahzenin insanın bilinçdışını temsil ettiğini, bu bölgede gece gündüz karanlığın egemen olduğunu belirterek, elinde bir şamdan da olsa, mahzene inen kişinin, karanlık duvarda gölgelerin raks ettiğini gördüğünü anlatır. Evin yüksekteki ve göğe yakın bölgelerindeki karanlıklarında; sözgelimi, tavan arasında yaşanan korkunun asla mahzendeki korku kadar yoğun ve koyu bir korku olmadığını belirten Bachelard, “Farelerle sıçanlar tavanarasında istedikleri kadar patırtı etsinler, evin efendisi gelir gelmez, deliklerinin sessizliğine kaçışırlar. Mahzendeyse daha ağır, fareler gibi minik adımlarla yürümeyen, daha gizemli varlıklar kıpırdaşır.”4 der ve tavan arası korkularının kolaylıkla akılsallaştırılmalarına karşın, mahzende akılsallaştırma süreçlerinin daha yavaş ve daha belirsiz bir şekilde gerçekleştiğini ve asla kesin olmadığını belirtir.

 

Bachelard, mahzenin ve bodrumun bilinçdışı alanını temsil ettiğini; çocukken bu karanlık bölgede yaşanan korkuların, kendi bilinçaltını tanımak, insanlığın çok eski korkularıyla yüzleşmek anlamına geldiğini, dolayısıyla en dipteki korkunun mağlup edilip karanlığın aşılmasıyla, çocuğun hayatı ve insanı; kısacası kendini daha yakından tanımaya başladığını ifade eder.. “Mahzende düş kuran kişi, mahzen duvarlarının toprağa gömülü olduğunu, bu duvarların tek bir yüzü olduğunu, bütün toprağın bu duvarların ardında olduğunu bilmektedir.

 

Böylece dram artar, korku abartılır. Ama abartılmayan korku nedir ki zaten?”5 der ve şöyle devam eder: “Mahzen, bu durumda, toprağa gömülmüş deliliktir, çevresine duvar örülmüş dramlardır. Cinayet işlenen mahzen hikâyeleri hafızada silinmez izler, vurgulamaktan hoşlanmadığımız izler bırakır.”6

 

Mahzen ya da bodrum metaforuyla anlatılan ölüm, karanlık ve kötülükler ülkesine bu denli yakın olmak çocuğa da korku verir; korku aşıldığında çocuk da büyümüş olur. İlkel toplumlarda çocuğun bir ergen olarak kabul edilmesinin ilk şartı budur; korkularını yenmesi… Bir çocuğun karanlığı ve gölgeyi yakından tanıyıp yüzleşmesinin önemini vurgulayan Ursula K. Le Guin benzer şekilde düşünür: “Büyümemiz için bize gereken, gerçekliktir. İnsan erdemini ya da kötülüğünü aşan bir bütünlüktür. Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız vardır, kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir.”7 Hayata ve kendimize özgü bilinçdışı karanlıklara farkındalıkla yaklaşmak, korku duygusunu yok ettiği gibi, gölgelerle ve kötülüklerle mücadeleyi de kolaylaştırır.

 

İstanbul’la Saklambaç’a dönecek olursak, çocukların bodrumda yaşadıkları da bir anlamda böyle bir yüzleşme ve korkuları aşma çabasıdır. Zaten, pek çok olumsuzluğa, karanlığa ve lahitte olduğunu varsaydıkları ölüye (iskelete) rağmen, korkularına esir olmamayı başarırlar. Korkularının en koyulaştığı anda bir ses duyarlar; “Korktunuz mu çocuklar?” diye soran sakin, zarif ve güzel bir kadın sesi… Bu sesin lahitteki ölüden geldiğini sanıp daha çok korkarlar; sesleri kesilir, soluklarını tutarlar; ama az sonra durum anlaşılır.  “Beni her gün görüyorsunuz ama tanımıyorsunuz” diye hafif bir sitemle konuşan sesle diyaloglarını sürdürdüklerinde anlarlar ki İstanbul kentidir onlarla konuşan ve arkadaşlık eden. “Şehirler konuşur mu?” diye soran çocuklara İstanbul’un yanıtı hazırdır: “Dinlemesini bilenlerle konuşur.”  Ayrıca şunları da söyler İstanbul: “Ben herkesle konuşmuyorum; ama siz başkasınız, siz gençsiniz ve meraklısınız. Merakınızı gidermenize yardımcı olmak hoş olur diye düşündüm… (s.26-27)

 

Binlerce yıllık tarihi içinde durmadan değişmiş, başkalaşmış ve giderek güzelliklerini yitirmeye başlamış olduğunu söyler İstanbul. “Yaşımı söyledim size; ama çirkinleşmem yaşlanmamdan değil, insanların hoyratlığındandır. Yeşilleri söküp, bir zamanlar yaşamış insanların koyduğu taşları koparıp, onların yerine çirkin taşlar koymalarındandır.” diye konuşarak, insanların, yaşadıkları kentin değerini bilmeyişlerinden yakınır. Böylece çocuklarla dost olan İstanbul, onlara artık bodrumdan çıkmaları gerektiğini anımsatarak, cumartesi günü hep birlikte bir gezi yapmayı önerir.

 

Sözleştikleri gün, Yeni Cami önüne gelen çocuklar, “İstanbul!” diye seslendiklerinde İstanbul’un hemen onlara ses verdiğini duyarlar. Böylece kentin bilinmeyen noktalarına doğru bir geziye çıkarlar İstanbul’un sesinin rehberliğinde.  Galata Köprüsü’nün tarihine uzanırlar, köprü olarak özelliklerini ve geçirdiği aşamaları yakından tanırlar.

 

İstanbul; bir anne gibi, bir öğretmen gibi, onlara sürekli bilginin ışığını sunar. Bizans’tan, Roma döneminden, Osmanlılardan kalan eserlerin izinde adım adım dolaşırlar tarihin tozlu sayfalarında. Külliyelerin, camilerin, çeşmelerin tarihine uzanırlar; eski zamanın esir pazarlarında gezinirler. Köleliğin insanlığa aykırı yaşantılarını hissederler ruhlarında. İstanbul, bu gezintilerin daha heyecanlı olması için saklambaç oynamalarını önerir çocuklara.

 

Böylece bir gün İstanbul saklanır ve çocuklar bulur onu saklandığı yerde; başka bir gün de çocuklar saklanır ve İstanbul bulur onları. Bu saklambaç oyununda, her gün yeni bir şey öğrenmenin, araştırma ve öğrenme mutluluğunun doruğuna çıkar çocuklar.  Beyazıt Kulesi’nin, Galata Kulesi’nin, Kız Kulesi’nin eski dönemlerini yaşarlarken, tarihin bütün gizemini yüreklerinde hissederler. İstanbul, her gün yepyeni bakış açısı kazandırır onlara; bugünün içinde yaşayan geçmiş zaman izlerini bulmanın ne denli anlamlı bir çaba olduğunu fark eder çocuklar. Kuleler, surlar, hisarlar, burçlar, çocukların mahzen ya da bodrum gibi mekânlarda hissettiklerinden daha farklı duygular verir onlara. Oralar, gökyüzüne yakın mekânlardır; içlerini ışığa açarlar; karanlığın değil aydınlığın ve yüceliğin timsalidirler.

 

Kitabın, Zindanlardan Zindan Beğen adlı bölümünde İstanbul, çocuklara İstanbul’un tarihsel zindanlarını da gösterecektir. Bu zindanların bazılarının kulelerin, surların mahzenlerinde yer aldığını öğrenmek çocuklara heyecan verir. Galata Kulesi’nin birkaç kültürü bir arada yaşatan 700 yıllık tarihi içinde, mahzenlerinin uzunca bir dönem zindan olarak kullanıldığını da keşfederler. Bachelard’ın kitabındaki ilginç bir cümle buraya uygun düşüyor: “Kule, bir başka yüzyıla aittir. Geçmişi olmayan bir kule bir hiçtir.”8 Bu süreçte, çocuklara sorular soran, araştırma yaptıran, şakalar yapan, saklanan, gülen, konuşan bir İstanbul vardır çocukların dünyasında. İstanbul’un sesi her yerdedir; eski lale bahçelerinde, saraylarda, köşklerde, süslü kayıklarda…

 

Yedikule’de yine tarihin zindanları karşılar onları. Mahpusların atıldığı kule, kulenin izbe işkence odaları, korkunç Kanlı Kuyu da oradadır. Çocuklar bir ara zindan hücrelerine ulaşan merdivenlerden inip bir hücreye girerler. Epeyce geciktiklerini anlayınca, kule merdivenlerinden döne döne aşağı inerler, kulenin ortasındaki karanlık, ıslak toprağa basmak isterler, Ali oradan başını kaldırınca neyin nasıl görülebildiğini merak eder, tepedeki yuvarlaktan gökyüzünün rengini görür. Kulenin kapısına yönelince kapıyı açamazlar; geç kalmışlardır ve bekçi de kapıyı kilitleyip gitmiştir.

 

Çocuklar kapıyı tekmeleyip avazlarının çıktığı kadar bağırırlar; burçlara tırmanıp seslerini duyurmaya çalışırlar. İstanbul onlara ses verir; korkmamalarını söyler, cesaret aşılar. Nihayet, bir adam onları fark eder; sonra sokaktakiler ve çevredekiler telaşa kapılıp bekçiye haber verirler… Çocuklar kurtulduklarına sevinirlerken, bir taraftan da İstanbul’a takılırlar: “Hep senin yüzünden, İstanbul! Sen bizi büyüledin; binlerce, yüzlerce yıl öncelerinde dolaştırırken, şimdiyi unutturdun.”  (s.89)

 

Burada da mahzende/zindanda kapalı(kilitli) kalma olgusuyla, çocuklar korkuyu bir kez daha yaşar, korkuyla yüzleşir ve zor durumlarda bir çözüm arayacak cesareti geliştirirler. Görüldüğü üzere, romanın çocuk kahramanlarının İstanbul’u tanıma serüveni bir büyüme serüvenidir aynı zamanda. Her iki serüven, iç ve dış yolculuk olarak kendini ifade eder; çocuklar, İstanbul’u (yaşadıkları kenti) tanırken aynı zamanda hayatı da tanımaya başlarlar.

 

Gezilerinin bir yerinde, İstanbul sarnıçlarında, yeraltındaki durgun ve karanlık suları keşfeder çocuklar. Burada da rehberleri İstanbul’dur. Ağır, karanlık, koyu, yoğun sarnıç suyu, çocukları etkisi altına alır. Yerabatan sarnıcında suyun, karanlığın, serinliğin, tarihin ürperti veren büyüsüne kapılır çocuklar. Gaston Bachelard, bu ürpermeyi şöyle yorumlar: “Bu ürpermenin artık insani bir korku olmadığı, ilkel durumuna geri dönmüş insana dair büyük efsaneye karşılık gelen kozmik bir korku olduğu gayet iyi hissedilmektedir. Kayaya oyulmuş mahzenden yeraltına, yeraltından da durgun suya geçerken kurulu dünyadan da düşü kurulan dünyaya geçtik; romandan şiire geçtik. Fakat gerçekle düş artık birlik içindedir. Ev, mahzen, derin toprak, derinlik yoluyla bir bütünlüğe kavuşur.”9 Bir anlamda İstanbul’la Saklambaç’ın çocuk kahramanları da, karanlık, durgun sarnıç suyunun tanıklığında kendi içlerindeki mitoslar ve düşler evrenine açılırlar. Çocukların iç dünyası ve zihinsel kavrayışları eski insanlar gibidir; düşle gerçeği çoğu kez iç içe geçirir; birbirinden ayırmazlar. (Mitoslar çağının eski insanları düşlere gerçekmiş gibi inanır; kendilerini o düşler üzerinden algılayıp ifade ederler; özne ile nesnenin özdeşiminden doğan “bütünsel hakikat” içinde yaşarlar.) Böylece, romanın çocuk kahramanları, kendi masallarını, düşlerini ve mitoslarını yine kendi iç benliklerinde keşfedeceklerdir. Bu, onlara bilinçli bir farkındalıktan daha çok, bir sezgi biçiminde yansıyacak, zihinlerinde –belki de- ilerideki yıllarında daha fazla netlik kazanacak bir açılım yaratacaktır. Sonuçta, bir büyüme yolculuğu söz konusudur. Romanın çocuk okurlarının roman kahramanlarıyla özdeşleşmeleriyle gerçekleşen okuma yaşantıları, muhtemelen onlarda da zihinsel, düşsel ve ruhsal bir açılım ve farkındalık süreci başlatacaktır.

 

Roman boyunca İstanbul’la birlikte saklambaç oyunu oynayarak birçok mekânı dolaşan, Kapalıçarşı’dan Ayasofya’dan, Süleymaniye’den geçen; kentin kıyılarını, köprülerini gören, Boğaziçi’nin her iki yakasının güzelliklerini yaşayan çocuklar, kentin değişen yüzünde eski güzelliklerin de yaşamasından yana olduklarını, kenti

 

korumanın; her taşına, her ağacına sahip çıkmanın, kenti ebediyen yaşatma konusunda birer adım olduğunu fark ederler. Bu farkındalık ve bilinç, İstanbul’un sesli rehberliği ve öncülüğünde, kentin büyülü güzelliği içindeki yolculuk sayesinde gerçekleşir.

 

Böylece, çocuk roman kahramanları, büyüme yolculuklarında önemli adımlar atarak ilerlerken, romanın küçük okurları da aynı büyüme yolculuğunu onlarla el ele vererek gerçekleştirirler. Roman sayfalarında edebiyatla hayatın buluşma noktasındaki gizemi hissetmek, çocuk ruhlara derinlikler, enginlikler ve yeni boyutlar kazandırdığı için, roman okuma yaşantısının, gerçek bir kişilik eğitimi olduğunu, çocukları ruhsal açıdan geliştirdiğini de özellikle vurgulamak gerekir. Sonuçta çocuklar, roman sayfalarında karşılaştıkları çocuk kahramanlarla arkadaşlık ederek büyürler…

 

Hülya Soyşekerci

hsoysekerci@gmail.com

 

 

İncelemede odağa alınan metin:

Mina Tansel, İstanbul’la Saklambaç, Can Çocuk Yayınları, 10. Basım, Haziran 2013.

 

_________________________________________________________________________________

1 Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, Çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay. Kasım 2013, s. 39.

2 Gaston Bachelard, a.g.e, s.42.

3 Gaston Bachelard, a.g.e, s.49.

 4 Gaston Bachelard, a.g.e, s.50

5 Gaston Bachelard, a.g.e, s.51.

6 Gaston Bachelard, a.g.e, s.51.

7 Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar ve Ejderhalar, Metis Yayınları, İstanbul, Şubat 2002, s. 40.

8 Gaston Bachelard, a.g.e, s. 56.

9 Gaston Bachelard, a.g.e, s. 55.