Henüz altı yaşında Erzincan’ın bir köyünden başkent Ankara’ya göç eden Seyman’ın bireysel hikayesi kır ile kent arasındaki kültürel yolculuğu da simgeler. Köyden gelmiştir, umutkonduda büyümüş, orada yaşayanların hikayesini yazmıştır. Yunus Emre’yle Geothe arasındaki düşünsel bağ , yahut Neşet Ertaş’la Mercedes Sosa’nın notalarınını tınısı, Çemişgezek’le New York arasındaki yolculuk bu ilintiyi besler. Yerlilik böyledir; birikimi bilince dönüştürür.
I.
Görmek de konuşmak gibi; dil ülkesinin birikimini aktarır. Renkler ararız o ülkeden.
Anadolu coğrafyası haritaya başka bir renkle türkü rengiyle işlenmiştir.
Kent bir yaşama evreni ve biz o şehrin kapısına türküyle gireriz. Romantiğiz çünkü: “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar/ Erzurum’a vardım dumanlı dağlar.”
Yahut “Gün olaydı tan olaydı/Gittiğin yer Van olaydı.”
Çok kalabalığızdır ve yalnızlaşmak isteriz. Tersini düşleyenler de olabilir.
Çağımızda kent bir yalnızlaşma yeridir. Önce sokakta, iş yerinde, metroda, konser salonunda yalnızlaşma sonra da evde. Fransız’ın ayrıdır yalnızlaşması, İspanyol’un ayrı, Hintli’nin ayrı. Oysa biz kalabalıktık ve yine kalabalığa geldik. Hatta çoğaldık bu kalabalık içerisinde. Ne var ki yığıntılar çoğaldıkça yığının bir parçası durumunda getirildik ve deyim yerindeyse kent kustu.
Küresel dünya ve onun ekonomik sistemi neoliberal kapitalizm giderek bu uzak ve dağınık halleri birleştirmeye, ülkeleri değil tek tek haneleri bu çembere almaya çalışıyor. O yalnızlıktan kurtulma çareleri arasında bilince varma yahut anlama gayreti yol göstericimiz oluyor. Eğlenmek gibidir yalnızlaşmak, kalabalıklaşmak da öyle. Bizim memlekette dünyayı gezen, başka kentler gören ve o kentler arasındaki farklılıkları, güzellikleri nakışlayan beyin, dönüp ömrünü sürdürdüğü ülke ve şehre odaklandığında bir acının içerisine de düşmüyor değil. Her yazınsal uğraş kendi temel biçimiyle anlam bulur. Kapsamında izlenimlerin de olduğu kent yazılarının anlık görüntü veya bellekteki spontane bilgilerin dışına taşmasını sağlayan içerdikleri hikayeler olmaktadır. Güzel olanın daha güzelini hak eden bir şehirde yaşamak isteği kadar insani ne olabilir ki!? Doğduğumuz yerleri terk edişimizin arkasında, yeni bir hayat kurma isteği olmasa onca zahmete katlanabilir miyiz? Soruları çoğaltabiliriz ve bunu doğrudan yazarının kendi yaşam öyküsünden öğrenmek daha sahicidir: Çocuklar okusun diye göç eder, büyük kentlerin, yolunu tutarız. Türkiye’yi birçok başka ülkeden ayıran ve şarkiyatçı gözlüğün göremediği de bu tarafı, eğitimi önemsemesi, gelecek kurma derdini öncelemesidir. Özellikle 1940’lardan, yoğun olarak 1950’lerden başlayarak daha iyi bir okul, daha iyi bir yaşam için maceraya dönüştürebilmesidir. Mücadele bu maceranın başka bir boyutu ve onu bir ömür veriyor. Ancak Anadolu insanının köyden kurtulmak, kır yoksunluğunun çemberini kırmak için sosyal durağanlığı red, sosyal dinamikliği tercih edişini en belirgin olarak ‘göç’ macerasında görürüz. Yaşar Kemal’in deyimiyle Anadolu insanı yazgısını değiştirmek için ‘mecbur’ insandır.
Yaşar Seyman’ın Kentlerin Kalbi’ni okurken hem bir yerden bir yerlere gittim; fizik olarak da gördüğüm yerleri başka bir gözlemcinin çağrıştırdıklarından okudum hem de yüzyılın başında belki sadece belli bir elitin imkânı olan ‘gezip-görme’ eylemine okumayla kavuşanlar katarında şansımla gönendim. Yolculuk gibi okuma da kimileri için sıkıntılı olabiliyor. Çok gezen, keşfetmekten hazzeden biri ve o patolojiden uzak olmanın ayrıcalığıyla yazar izlenim ve aktarımlarını kavramaya çalıştım. Böylece Kentlerin Kalbi’ni daha evrensel olarak kentle kentlilik arasındaki içkinliğin anlaşılması için referans edindim.
*
II.
Kentler aynı zamanda gücü simgeliyor ve gücün odaklandığı yer de kent oluyor. O bakımdan da kent siyaset etmenin simgelerinden biridir. Dolayısıyla da kent, siyasal bir haritadır. Bilinç durumumuzun olduğu kadar, vicdan durumumuzun haritası.
Her bireyin özgül dünyasında kente dair bir kavrayış olabilir. Ancak kamusal bir alan olarak kentsel alanların insanla ve hatta eşyayla refleksini akılda tutmamız gerekiyor. Bütün dünyada böyledir de anamalcı kafanın entrikalarla dolu hamasetindeki coğrafyalarda bu siyasilik estetik olanın yüreğine paslı bir vida gibi işler. Türkiye hemen her kentiyle bunun açık örneğidir. Taşra ve taşralılığı merkezle arasındaki uzaklıkla ölçme aygıtı gibi algılayan hükmedici, onun için yakınında tutmak istemediğini oraya, yani taşraya sürgün etmiştir. Çünkü orası aynı zamanda ihmal edilen yerdir ve iktidar bunun farkındadır.
Başka ülkelerde de öyledir ama Türkiye bunu daha belirgin kılıyor; kentlilik bilinciyle memleket sevgisi arasında doğrudan bir ilintinin vardır. Kendi yurdunda sürgün edilmiş Abidin Dino, Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Ali, A. Kadir, Hasan İzzettin Dinamo, gibi aydın sanatçılar anımsanırsa, iktidarın taşra tahayyülü daha iyi anlaşılır. Ömrünü Ankara’da sürdürmüş, okullarında okumuş ama yazık ki hiçbir caddesinde, parkında, okulunda, müzesinde, kültür merkezinde adı olmayan Enver Gökçe’nin: “Senin emekçin olaydım, şen olası türküsü dost kokusu dost selamı Türkiyem!” dizeleri bu bilinç bileşiminin dile gelmesidir. Sorun ettiğim kentlilik derdi de onun özelinde somut bir anlam buluyor: Ulusal, yerel, özel yöneticilerin hepsinin kenti anlama bilinç ve derdinin bu zeminde şekillendiğini görüyoruz. Hasta yatağında yatan arkadaşının ilaç parasını kumara harcayıp eve eli boş; devletin bursuyla yurtdışına gönderildiğinde de alkol ve kumar batağında debelenip okuyamadan dönenlerin adının caddelere, parklara, okullara, kültür merkezlerine verildiği bir ülkede kentlilik siyasal bir simgedir. Bunu tercih edenlerle ‘emekçisi olmak sevdasındaki’ insanın görmezden gelinmesi de kentlilik düzeyinde gelinen yeri anlatır.