Kentsel Gerilimin Lirik İsyanı:  Metin Turan Şiirinde Estetik Direnç
Şiir Üzerine

Kentsel Gerilimin Lirik İsyanı: Metin Turan Şiirinde Estetik Direnç

Elmas Şahin

Metin Turan’ın şiirlerinde Toplumcu ve Marksist eğilimler

 

Nasıl ki Antik Yunan düşünürlerinden Platon, edebiyatı bir mimesis (yansıtma/taklit ) ve Aristoteles, mimesis’e ek olarak katharsis (arınma) olarak gördüyse, Rönesans ve reformdan itibaren de modern edebiyat anlayışının gelişmesiyle birlikte sanata bakış da klasisizmden postmodern geleneğe değin çeşitli evrelerden geçerek farklı boyutlarda gelişmiş ve yeni duyuş ve algılayışlarla  günümüze dek gelmiştir. Rus yazarı Georgi Plehanov, edebiyat ve sanatı ‘hayatın aynası’, Fransız yazarı Stendhal da Kırmızı ve Siyah‘ta romanı “ yol boyunca gezdirilen bir ayna” olarak görmüş; Türk edebiyatının kuramsal bağlamda ilk estetikçisi diyebileceğimiz Üstat Recaizâde Mahmut Ekrem de benzer bir yaklaşımla Araba Sevdası romanının önsözünde romanı insanlığın başından geçen olayların ve durumların ibret dersi veren birer aynası” olarak tanımlamıştır.

 

Gerek toplumculara, gerekse de Marksist estetikçilere göre “sanat bir yansıma, gerçekliğin bir taklidi” olarak görülür. Elbette ki bu gerçeklik salt dış dünyanın fiziksel gerçekliği değil, aksine insansal gerçekliktir. Gerçeklik kameradan yansıyan bir gerçeklik şeklinde olduğu gibi yansımaz; görünen nesneler, imge ve simgelerle sanatçının bakış açısıyla soyut ya da somut olarak yansıtılır. Böylece duyu organları harekete geçer ve estetik bir nesne olarak karşımıza çıkar sanat eseri. Şüphesiz toplumcu düşünen bir sanatçı tarafından yansıtılacaksa doğa, sanatçının ideolojisi de büyük rol oynayacaktır o sanat eserinin üretilmesinde.

 

Genel bir söylemle Marksizm toplumun ekonomik, politik ve sosyal açılardan eleştirisi olarak kabul gördüğüne göre Marksist estetik de, sanat eserinde güzellik ararken öncelikle toplumcu-gerçekçi yönünü dikkate alarak sanat eserindeki güzelliği, estetik değeri ve yararını ortaya çıkarmayı hedefleyecektir. Berna Moran’ın da belirttiği gibi, Marksist öğretiyi ilk defa bir estetik kuram haline sokmaya çalışan Plehanov, sanatın doğuşu, sosyal sınıflarla sanat eserleri arasındaki ilişki, estetik zevk ve fayda gibi sorunlar üzerine eğilmiş ve Marksist felsefenin temel fikri olan, olayları maddî ve ekonomik nedenlerle açıklamak ilkesini bu sorunları aydınlatmak için kullanmıştır (Moran 42).

 

Öyleyse toplumcu gerçekçi bir yazar, kendisini toplumun savunucusu, temsilcisi ya da sözcüsü olarak görecek ve toplumdaki aksaklıklara gözünü kapatmayacaktı. Tıpkı Mayakovski, Neruda, Aragon, Ben Jonson, Shelly, Whitman, Emerson, Kemal Özer, Nazım Hikmet, Atilla İlhan ya da Niyazi Akıncıoğlu, Ahmed Arif, Ahmet Telli gibi, Metin Turan da toplumsal ve siyasi düzene başkaldıracak, isyan edecek, özlemlerini, aşklarını, umutlarını Karacaoğlan ya da Köroğlu gibi halk ezgileri şeklinde lirik söylemlerle gönüllere akacaktır.

 

Toplumcu ve Marksist bir bakışla şiir sanatına yön vererek gerek bireyin gerekse toplumun nabzını tutan Turan, bozulan, yozlaşan, kültürsüzleşen, kimliksizleşen, boğazına dek levs-i riyaya batan bireyleri, yıkımları, kıyımları, haksızlıkları, kötülükleri, toplumsal kokuşmuşluğu, çürümüşlüğü estetik bir sanat anlayışıyla gözler önüne serer. Topluma ve de kendisine yabancılaşmış, makineleşmiş, robotlaşmış bireylerden, dünyayı kana, yıkıma ve savaşa sürükleyen yöneticilere dek toplumu ve doğayı yok eden insanoğluna evrensel bir dikkatle şiirleriyle eleştiri okları fırlatır.

 

Fiziksel olduğu kadar ruhsal bir çoraklığa doğru sürüklenen dünyayı Suları Islatan Mecnun‘dan, Sokaklar Kentler Ülkeler’e ve de Ağustos Aldı Sırlarımı adlı şiir kitaplarında kaleme aldığı şiirlerine değin hicivci, ironik, imgesel, sosyalist ve Marksist söylemleriyle “şehr-i emin”lerin karanlıklara sürükledikleri “cehennem kentler”i bir ressam titizliği ile resmeder ve tüm duyu organlarımızı harekete geçirerek estetik tablolar çizer gözlerimizin önüne. Burada, Metin Turan’ın şiirleri son şiir kitabı Ağustos Aldı Sırlarımı odaklı olarak toplumcu ve Marksist estetik açıdan objektiflerimize takılıverdi.

 

Şairin çubuğu

 

Metin Turan’ın şiirlerine genel bir perspektiften baktığımızda “sokaklar, kentler ve insanlar” üzerine odaklı olduğunu görürüz. Birey, ya gecekondulaşan, ya gökdelenleşen ya da çarpık şehirleşmeyle yüz yüze kalan kentlerin içinde kapitalizmin ağır gölgesi altında sıkışıp kalmıştır. Birey, kentin kapana kıstırılmış sokaklarında geçmiş an ve gelecek üçleminde toplumun çürüyen kalbine tutunarak kuru bir yaprak gibi savrulup durur.

 

Şairin çubuğu “yorgun sözcüklerle” anda geçmişe doğru nostaljik yolculuklara çıkar ve umut treninin vagonlarında belki de hiç gelmeyecek olan huzur, mutluluk ve barışın özlemini çeker. Ağustos Aldı Sırlarımı‘na konu olan ilk şiiri “Harita Metod”ta birey, geçmişin külleri altında ezilir. Zaman acımasızdır, kapitalizmin çarkında daha küçük yaşta ekmek kavgası içinde kendisini bulan birey ne çocukluğunu yaşayabilmiştir ne de aşka yelken açan gençliğini.

 

“kumlara kazıdığım çocukluğum

 erken büyüyen kahkaham

sinemaların kadın matinelerine sakladığım ergenliğim

 ve sonra gözkapaklarımı gizlediğim

pencere önleri,

elime sıkıştırılan keder” (s.7)

 

dizeleriyle verir Şair, giderek kentleşen, kirletilen, kül ve egzoz dumanları arasında yükselen ucube kentlerin ve içinde yitip giden sakatlanmış bireylerinin dramını. Öyle ki modernleşmeyle birlikte materyalist bir evrende sadece birey değildir yok olan; çevrede kıyıma uğramış, talan edilmiştir. Kuşlar erken uyanmakta, karıncalar göçe zorlanmakta, papatyalar zamansız açmakta, Eylül erken gelmektedir. Hüzün, acı, keder ve de makas değiştiren gurbetin ellerinde birey yönü belirsiz bir tren yolculuğuna çıkmıştır. Ancak her nereye giderse gitsin tüm yollar sevgiliye çıkmaktadır. Çıktığı çetrefilli yollarda, dalgalı denizlerde sevgili sığınılacak tek limandır.

 

Hayat acımasızdır, tüm kapıların yüzüne kapatıldığı birey topluma, toplum da bireye yabancıdır. Yalnızdır birey, kapana kıstırılmış gibidir, belki de sahip olduğu tek şey aşktır. Ama onu amansız özlem ve sonu gelmeyen bir gurbet karşılayacaktır. Robot gibi bir yaşam, şehrin gürültülü sokaklarında koşuşturmacalar modern kentlerin ve modern insanların kaderi olacaktır. Birey tutsak ya da sürgün, toplum da bir o kadar çorak, çürük ve kokuşmuş; var olmaya çalışan bir birey, ama toplumun yadsıdığı kabullenemediği bir ‘yaban.’ Öyle ki o yaban, küller altında kalmış bir Pompei gibidir, yaşamın ağır yükü, zamanın acımasız ağırlığı çökmüştür üzerine. Hangi adrese uğrasa demirler sürgülüdür, hangi dilden konuşsa yasaklı yanı hatırlanmakta, ve aşk diye tercüme etmektedir peltek tercüman. “vagonu bensiz trenler yazılıyor / kamburu kabarık ömrüme” (s.10) diyen bireyin sızlanışı duyulur.

 

Kapitalizmin ağır yükü ve yaşamın acımasız ağırlığı altında ezilen birey, kent tutsağıdır sırça fanusa kapatılmış geçmişin aydınlık baharına akıtır bilincini. Anda geçmişi yaşarken gelecek kaygısı da peşini bir türlü bırakmaz şairin ve bir de ölüm. “Ödünç(tür) her hayat” anlayacaktır zamanla birey; ekonomik, ve toplumsal düzlemde coğrafyalar değişecek, kısırlaşıp çoraklaşacaktır savaşların etkisiyle tüm insanlık.

 

Metin Turan, şiirlerini kurgularken görsel ve işitsel öğelerden de faydalanarak resim ve musikiyi şiirle harmanlar. Bu da şiirlerini kuruluktan yavanlıktan kurtararak estetik bir haz verir okuyucuya. Şair, bireyin ve toplumun meselelerini salt bir gerçeklikle sunmaz, somut imgelerle hayatın gerçekliğinin ‘öz’ünü okuyucunun duyularını harekete geçirecek estetik bir biçimle örer şiirlerini. Zaten şiir kitabının kapağında da hayatın durmaksızın dönüp duran çarkı vardır, kocaman bir makine dişlisi hayata yön vermektedir. Şairin deyimiyle, yorgun birey misali ‘sözcükler de yorulmakta kalp de kendi örsünde dövülmekte‘dir. Şair,  geçmiş, an ve gelecek sarmalında gidip gelen, kentleşmeyle birlikte modern yaşamın makineleşen bireyinin çaresizliğini, anıların saçlarında yaşama tutunuşunu “geçmiş ve gelecek” ikilemiyle ironik bir söylemle dile getirir. “Sokaklar, kentler, ülkeler ve de birey” Metin Turan’ın şiirlerinin temel taşları olarak gözüküverir ilk şiir kitabı Suları Islatan Mecnun‘dan bu yana.

 

Ağustos Aldı Sırlarımı‘nın çevreye yabancı hatta kendine bile yabancı bireyinin; kaderine terkedilmiş, sevgilinin bedeninin artık salınmadığı o yosun bağlamış evin avlusunda geçmişin anıları arasında kayboluşu, özlem, gurbet ve hasret çığlıkları içinde, geleceğinin de geçmişin tozlu yaprakları arasında kayboluşunun acı bir habercisidir. Birey, gelecek arayışı içerisinde geçmişin küflü sayfalarında yok oluşa doğru sürüklenir. Geçmiş gelecekten daha aydınlıktır, orada sevgili vardır, güzellikler vardır. Gelecek belirsizdir, an ise kentin boğucu ve kasvetli havası içerisinde huzuru çoktan kaybetmiştir. Sevgiliye sesini duyuramayacağını bilse de “akşamı öne al, çık gel gurbetimden asya!” (s.14) diye haykıracak; nafile bir sesleniş olsa da geçmişin yarı aydınlığında korku ve ürkeklikle mutluluk kırıntıları bulmaya çalışacaktır şair. Kim bilir o sevgili belki bir kadın, belki bir anne, belki bir yurt, belki özlemini duyduğu çirkinliklerden arınmış güzel Türkiye’dir.

 

Kentin kalabalık bulvarlarında yalnızdır birey. Yaşamın gerçekleri kaskatı önündedir. Neredeyse her caddede bitiveren avm’ler, marka çılgınlıkları, kapitalizmi tüm çıplaklığı ile sergileyen şehrin ışıklı vitrinleri ve alnının teriyle sabah akşam çalışan işçinin eline sıkıştırılan cep yakan faturalar… “kredi kartları, döviz kurları, banka ekstreleri.” (s.16) Ancak, sevgili ile güzeldir kent, Şair; “sen yürüdükçe bir şehir ezgilenir asya!” (s.14) nidasıyla sevgilinin şehre katacağı güzelliği bu dizlerle vurgulamak ister. Oysa şimdi sevgili yoktur, materyalist bir dünyada başka bir sevgili de onu ürkütmektedir. Kent de sevgili de ona yabancıdır. Kapatilizmin çürüttüğü birey herhangi birisidir artık. Durmaksızın akan bilinci, iç sesi, sorgulayışlar ve kaybediş korkusu şairi kendi dünyasına yalnızlığına doğru çekmektedir. Kendisi sussa da kalbi susmayacaktır.

 

“yeni bir dünyanın kimsesisin diyorlar artık

barkotumu okutarak

kalbim! diyorum, bir büyüsü olmalı susmanın (s.16)

 

Metin Turan’ın şiirlerinde sadece Türk kentleri değil,  İtalyan, İspanyol, Yunan, Bulgar ya da Rus kentleri de, aslında tüm dünya aynı kapitalist düzenden nasiplerini almışlardır. “hangi kasabaya varsam / gökyüzüm çoğalıyor ” şeklinde dile getirecektir şair hislerini. Uçsuz bucaksız hayallerini, düşlerini, umutlarını sonsuz maviliklerde arayacaktır, oysa yeryüzü dört taraflı surlarla çevrili bir fildişi kulesidir, küreselleşmenin de etkisi ile dünya giderek küçülmüş ve birey kendisini kapana kıstırılmış hissetmektedir. Mayıs 2011 tarihli Cenova’da yazdığı “Çehov Parkı”nda adlı şiirinde ünlü Rus yazarı Çehov’a da atıfta bulunarak kentin kalabalık gürültüsünden uzakta, kır yaşamında yeşilin mavinin bir birine karıştığı doğanın kucağında huzur ve şifa arayan bir yazarın dünyasına pencere açar.

 

“Kent Soytarısı” başlıklı şiir ise Metin Turan’ın ‘Başkent Ankara’ imgesiyle tüm yurda ve dünyaya yöneltilen, çevre kirliliği başta olmak üzere, şehirsel yıkıma; toplumun fiziksel ve ruhsal çoraklığına büyük bir eleştiri olmak yanında rantçı ve rantiyeci yönetim anlayışın kentleri nasıl doğallığından koparıp, çarpıklaştırdığının da eleştirisi olmaktadır. Şehirlerin havası, suyu, toprağı, doğası hızlı sanayileşmenin olumsuz yönleriyle özellikle de fabrika bacalarından ve egzoz borularından çıkan zehirli gazlar atmosfere yükselmekte ve asit yağmurlarına neden olmakta, soluduğumuz hava kirlenmekte, fabrikaların zehirli atıkları ise suları ve de toprağı kirletmekte insanoğlunun yanı sıra doğadaki tüm canlıların yaşamını olumsuz etkilemektedir. Canlılar, yaşadıkları çevre ile birlikte görüntü ve gürültü kirliliğinden de nasibini alarak ölümcül sanayileşmenin yok edici “modern” yüzüyle de tanışmaktadır. Yaşam kolaylaşsa da soluduğumuz hava, içtiğimiz su, beslendiğimiz gıdalar “zehir” akıtmaktadır içimize. Şiirde de görüldüğü gibi atmosfer ve çevre kirliliği nedeniyle suda, havada, toprakta zehir vardır.

 

“kirlenmiş  yağmur

Külrengi  bulvar

bir çeyrek yüzyılda siyah bir sudur

akar başkent göğünden bozkıra doğru” (s.18)

 

Ankara, şu son çeyrek yüzyılda yerel anlamda kötü yönetilmenin fotoğrafını oluşturmaktadır. Buradan bakınca da Metin Turan, kapitalizm eleştirisi bağlamında kenti güncelliği ve tarihselliği ile şiirselleştiren ender şairlerden biridir.  Bir bütün olarak dünyaya bakıldığında da hızla sanayileşmenin, makineleşmenin, fabrikalaşmanın etkisiyle kentlerdeki kirlilik giderek bozkırlara da ulaşmakta, metropoller ile birlikte kentlerden doğaya, kır yaşamına doğru akmaktadır. İnsanoğlu gibi “gökyüzü de yaşlanır / eksilir güneş, aside bilenir ırmaklar/ fesat bir şehr-i emin elinde” (s.18) hem de kent yöneticilerinin ellerinde kirlenir, yağmalanır, talan edilir doğa, tarihi yapılar tahrip edilir, trafik can almaya devam eder, başa geçmek için verilen yeminler unutulur ve her türlü yolsuzluklara, haksızlıklara, usulsüzlüklere göz yumulur.  Tüm bu olumsuzlukların mimarları şehr-i eminlerin ellerinde “palyaçosu bol zengin bir sirke dönüştürülen ankara” (s.19) imgesiyle yıkıma uğrayan, can çekişen “Türkiye” şairin kaleminde şiirsel bir dille eleştiri yağmuruna tutulur.

 

Diğer yandan her ne kadar şehirler, renkli olsa da, görkemli ve gösterişli olsa da, güzellikler ve kalabalıklar içinde birey yalnızdır. Huzuru, mutluluğu aramak için Köroğlu misali kır yaşamına, dağlara yönelse de orada da yalnız kalacak, aradığı huzuru bulamayacaktır. Kentlerdeki modern yaşam, bireyi kendisine ve çevreye yabancılaştırmakta, ömrün büyük bir bölümü, yollarda ve ekmek kavgası içinde geçmekte, aynı apartman dairelerinde oturanların bile bir birlerini tanımadığı, komşuluk ilişkilerinin giderek tükendiği bir çağda birey mutsuz ve yalnızdır. Bireyler çıkar ilişkisi içindedir, el etek öpen şehir uşakları ile dolmuştur her yer. Materyalizm denilen yılanbaşlı canavar köreltmiştir sevgileri, öldürmüştür sadakati ve yok etmiştir masumiyetleri. Cep telefonları, televizyon, bilgisayar ve tabletler gibi teknolojik aletler, aileler içinde bile iletişimin kesilmesine neden olmakta bireyler giderek yalnızlaşmaktadır. Şair modern bireyin bu bitmez dramını “Merhaba” şiiri ile gözler önüne serer.

 

korktum aynı resme bakmaktan

caddeleri bunca renkli kentlerden kaçıp

köpüren dağlara sığındım

korktum

ama yılanların bağdaş kurduğu şehir ışıklarından

uğultulu mekânlardan korktum

siyah otomobillerden

ceketinin her düğmesini ilikleyen erkeklerden” (s.23)

 

Tüm bu olumsuzluklara rağmen sosyalist dünya görüşüne sahip, şair umudunu yitirmez. Doğayı cehenneme çeviren, yaşanılmaz kılan her ne kadar insanoğlu olsa da; Halûk’un Amentüsü‘nde “dünya dönecek(tir) cennete insanla inandım” diyen Tevfik Fikret’in dediği gibi Metin Turan’ın deyimiyle de dünyayı cennete çevirecek olan da yine insan olacaktır. Sevgi güzellikler getirecektir çorak gönüllere. “sözcükler sakladım sana / hasara uğramış bütün harflerden uzak/ gövdesi aşk kıblesi insan” (s.23) diyecektir Şair sevgiliye tüm kirlilikten uzak, tertemiz sözcüklerle dolu yüreğini açarak.

 

Toplumcu gerçekçi, çevreci söylemleri ile doğa katliamından, toplumsal çürümüşlüklere, bireysel yıkımlardan siyasi çöküşlere dek kurulu düzene Marksist ve devrimci çıkışlarla eleştiriler de getiren şair,  “barikatlar yıkılır, tomsonlu, / bibergazlı kuşatmalarıyla iktidar /sökük bir perdeden dökülür” (s.24) gibi şiirlerinin arasına sıkıştırılan mısralarıyla “şeytanı bol İstanbul şehrinde“n (s.27) tüm Türkiye’nin sosyopolitik yaşamına da eleştirel bir pencere açar.

 

Modern yaşamla birlikte gecekondular yahut da gökdelenlerin gölgesinde koşuşturmacayla geçen bir yaşamla bütünleşen kredi kartları, bankamatikler, otobüs durakları, metrobüsler, trenler, vapurlar, uçaklar ve bir yanda da sakatlanmışlığı, kazaları, hastalıkları ya da ölümleri imgeleyen ambulans sesleri yaşam ve ölüm arasında kalan bireyin dramını gözler önüne serer. Öyle ki artık ne kestane kokuları vardır, ne de çiçekçi kadınlar. Kapitalizme, materyalizme tutsak olan şehirlerde birey de artık betonlaşmış bulvarlarda tutsak ve yalnızdır. Halde geçmişi yaşayarak her gün üzerine biraz daha binen hayatın yükü altında ezilmekte nefes alamamaktadır. Bir yanda da dünya savaşlara teslim olmuş, insanlar bir birini boğazlamakta, vatanlar bölünmekte, topraklar parçalanmaktadır.

 

uçaksavarlar, top mermileri ve

bilimum savaş sözcükleriyle kirlenmiş ortadoğuda

suriyeli bir çocuk gözüdür imdadı kendi olan.

tanrısıyla akraba olan bu yeryüzünde

ahbabın gazzeli bir anadır,

tunceli dağlarında yaralı bir türk

hangi bayrağa sarılsam kürt şivanı

hangi hançerle bilensem yaralı toprak (s.28)

 

Hükümetler, siyasi emelleri için dünyayı kana bularken, bireyler de ruhsal çöküntüler içinde kıvranmaktadırlar. Kimisi aklını yitirmekte, kimisi de çoraklaşmaktadır. Metin Turan “gülleleri bol bir cehennemde/ aklım kalbimden daha dayanaksız” (s.29) diyerek can çekişen dünyanın halini bu dizelerle özetlemektedir.

 

Zaten ekmek kavgası içerisinde giderek topluma hatta kendisine bile yabancılaşan birey, ailesinin, sevdiklerinin, yakınlarının yüzünü bile görememektedir. Evler otel odası gibi kullanılmakta, bir zamanlar geniş balkonlarına, büyük bahçelerine özenilerek alınan evler akşamdan akşama yatmak için uğranılan uğrak yerlerinden başka şeyler değildir artık. Modern insan kitle iletişim araçlarının da etkisiyle bir birleriyle iletişimi de koparmakta herkesin elinde ya bir cep telefonu, ya bir tablet, yada  bir bilgisayar vardır artık. Televizyon ve bilgisayar başında geçirilen vakitler artmakta, sosyal yaşam giderek yok olmakta, onun yerini sosyal medya almaktadır. Şairin “terasında bir çay olsun içemediğimiz evimiz / evlerimiz otel konaklaması gibi yersiz ve yurtsuz” dizeleri çağın kapanmaz yarasının acı bir göstergesidir. Durulmayan bir hayat, sürekli akıp geçen zaman ve haşin dalgalar bireyi kayıtsızca sürükler ve kıyıya vurur. “Dalga boyu med cezir” (s.30) inişli çıkışlı bir yaşam bireyi sarıp sarmalar. Çocuklar çabuk büyür, insanoğlu çabuk yaşlanır.

 

Şair’in “Yol İşaretleri” adlı şiirinde de belirttiği gibi akşamlar uzun, iklimler belirsizdir, çocukluklar uzakta kalmıştır, gurbet acı acı çınlamakta, bireyin özgürlük istemi giderek artan kuş cıvıltılarına karışmaktadır. Bulunduğu ortamdan memnun olmayan birey artık gitmek istemekte, kaçmak istemekte uzaklara, özgürce süzülmek istemektedir bir kuş gibi gökyüzünde. Ama artık dünya küresel bir köye dönmüş, özlemlerin; bireyi yollara düşürdüğü, hasretli kucaklaşmaların yerini artık görüntülü kameralar, bilgisayarlar almış ve sanal âlemde özlem ve hasret giderir olmuştur sevenler.

 

İnsanoğlu sadece kendini değil çevreyi de bozup yok edince doğanın dengesi de bozulur. Mevsimler değişir, yağmurlar asitli yağar, dereler atık dolar, kirli akar nehirler, insan da dünya da tanrı da yaşlanır. Doğanın dengesi bozulunca ne bir kuş sesi ne de kedi sesi vardır artık. Kendisine bile hayrı olmayan dilenciler bedavaya dualar dağıtır el avuç açarak. Kulaklar sağır, ağızlar dilsiz, gözler ise kördür. Öyle ki miyoptur artık insanlar. Tanrı yerine kıblesini insana çeviren, üfürükçü, din taciri sahte hacı hocaların dualarını dilenen, başkalarından medet uman “pensilvanya(larda), okyanusya(larda) kendine selam verecek kıble arayan zavallı kuşsineği“dir çağın bireyi. Şairin deyimiyle “bulguru pirinçten ayırt etmeyen göz / öğleni alacakaranlık, akşamı kızılkuşluk / sesinde manda hırıltısı gün”  (s.36) bir bakıma yaprak dökümünü yaşar dünya “Ülkemin Yorgun Akşamı” adlı şiirde Eylül ayına erken girerek.

 

Giderek makineleşen, asitleşmiş, topal, hastalıklı, illetli, virüslü bir toplum kapitalizmin dişleri arasında can çekişir.

hepatit b, c, virüs, antivirüs,

kuş gribi, hiv, domuz salçası…

batıdan akan nil

seksüel metroseksüel,

saydam ışıkların gölgesinde yorgun erkekler

sülfürler, egzoz gazları, doymuş yağlar

vah vagonları kapital yüklü tiren! (s.37)

 

Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim‘i misali bir ülke tasvir eder Metin Turan “Ülkemin Yorgun Akşamı”‘nda. Memleket harap edilmiş birey de tükenmiştir artık.

yorulan her cemiyet gibi

sesine güz üşümesi düşmüş yurdum

yapraklarını karıştırıp tarih kitabının

hatırlamak diyorsun ya

yeniği cevabın kendisinde saklı: evet/hayır (s.38)

 

“Zonguldak” adlı şiirde de şairin dediği gibi artık “çocukluğumuzun ülkesi” değildir ülke, “geniş mekânlarda topaç çevirmeler de” (s.39) olmaz. Sadece düşlerde, özlemlerde ve hayallerde yaşayan anılarla dolu, çok çok uzaklarda bir ülke kalmıştır geride. Dişliler arasında devinip duran hayat hep bir koşuşturmacadır, yarıştır, yaşamın ağrılığı altında ezilmiş bir hamaldır birey. hatta “Sessiz” şiirinde olduğu gibi “topal bir kaplumbağa”dır (s.41) birey, ağır aksak yürür hayat yolunda.

 

Mavi yeşil hayaller içinde huzuru arar Şair, “Sesin Geldi” adlı şiirde. Ancak bir sonbahar yaprağı gibi düşüverir nehrin sularına. Yokluk, arayış, hüzün, her yol sevgiliye çıksa da ulaşılamaz olur sevgili. Adresler silinmiştir ve birey kendine dönmekten başka çare de bulamaz. Kendi yokluğunda yahut da kendi varlığı içinde bilinmeyene doğru yol alacaktır. Tıpkı “Cenova” başlıklı şiirde çıktığı tren yolculuğunda olduğu gibi “uzun tren raylarının ışıltısında solgun yalnızlık” (s.44) kaplayıverecektir şairi zakkum çiçeği tadında acı ve sert olacaktır o yalnızlık. Öte yandan yalnız kalan birey; yanında bir insan sesi bulamayınca parklarda, sokaklarda çocuklar yerine evcil köpeklerini ve kedilerini dolaştırıp gezdirecek; yalnızlığını bu şekilde giderecektir. Zaten su ve deniz de olmasa yaşam kuru bir dal gibi un ufak olacaktır. Birey su ile hayat bulacak ve hep denize doğru akacaktır. Coşkun deli dalgalarıyla çocukluğa, gençliğe doğru götürecektir şairi deniz, çağın siyasi ve toplumsal kokuşmuşluğundan zamanın kırık dökük enkazından sıyırarak, huzurlu kollarına alacaktır.

 

Öyle ki, dünya acımasız liderlerin egemenliği altında ezilmekte, bireyler fanusa kapatılmakta huzur, mutluluk, barış, özgürlük ve sevgi giderek eksilmekte yok olmaktadır. “Enkaz” adlı şiirinde Metin Turan çağın ezen ve ezilen, hükmeden ve hükmedilen bireylerini toplumcu gerçekçi bir söylemle eleştiri yağmuruna tutar. Köhne Bizans ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerine kurulmuş olan bir avuç toprağı da zehirli bir sarmaşık gibi enkaza çevirenlere; bu küflü enkazın üzerinde fütursuzca tepinen yakıp, yıkan, parçalayan, ezen; utanmaz, yüzsüz ve bölücü cumhuriyet düşmanlarına, ölmüş bir imparatorluğu hortlatmaya çalışanlara hallaç üstüne hallaçlar atar.

 

korkarak çoğalır hainler

korkarak çoğaldılar

 

tembel bir imparatorluğun enkazında

küflü yollara daldılar

 

dardılar

lâkin cüretkârdılar

 

kalayı silinmiş bakıra döndüler

zehirdiler

zira mezarlıktan bir anıt çıkardılar (s.47)

 

Kalan (2012) ve Tuhaf Bir Erkek (2013) romanlarında Leylâ Erbil’in kaleminde baskı, zulüm ve şiddetle halkı yönetenlerin “Gorgo” imgesiyle imgeleştirildiği gibi Metin Turan’ın 2013 yılında yayımladığı Ağustos Aldı Sırlarımı‘nın en çarpıcı şiirlerinden olan “Enkaz”‘da da Gorgolar benzer şekillerde kin ve nefret kusmaktadır “yaşlı ve pörtlek gözleriyle kara bir gölge” (s.48) gibi höykürmektedirler halkın suratına.

 

Kim bilir insanlık tarihi bu kubbenin altında “kaç gorgo görmüş (tür)” (Tuhaf Bir Erkek, 66) giderek gorgolaşan insanlarıyla. Leylâ Erbil’in deyimiyle “gorgo bataklığı” içinde kıstırılmış olan İstanbul, hatta İstanbul üzerinden tüm Türkiye tarihin süzgecinden geçirilerek beyaz sayfalara dökülür. Kadını ve erkeğiyle, Gorgo’larıyla, halkıyla başta da toplum olmak üzere, tarih, siyaset ve de din yazarın eleştiri yağmurundan kurtulamaz bu şiir romanlarında. (Şahin, 453-454) Bu şiirsellik, Turan’ın şiirlerinde de roman tadında karşımıza çıkar giderek gorgolaşan bireylere aba altından sopa gösterir Şair, yüz yılı aşkın bir süre önce Tevfik Fikret’in “Sis” (1901) şiirinde İstanbul’u kıyasıya eleştirişi gibi. Şüphesiz Fikret olsun, Erbil olsun ya da Turan olsun toplumcu gerçekçi bir söylemle hem gorgolaşan bir dünyayı eleştirmekteler hem de çocukluklarının güzel günlerine yahut da ‘mai’ yarınlara özlem duymaktadırlar. Artık o günler gelmeyecektir ve geçmiş bilinçlerinde bir yerlerde hep saklı kalacak ve kırık dökük yaşam kırıntıları halinde cam kırıkları gibi dile gelip acıtacaktır bireyin yüreğine saplanarak. Gelecek ise büyük bir soru işaretidir anın karanlık yüreğine saplanan birey için. Metin Turan, çağın sakat zihniyetine şu dizelerle ayna tutar:

 

kasvetli bir iklimle geldiler köhne bir nefesle

ağladılar kükürt kokusu sesleriyle

aminleri boldu

hırladılar

ey bugün!

ey gelecek!

güzeldir yeşil kokan sokaklara haykırmak

çivit mavisi bir göğün altında şarkılar söylemek

nasılsa

çıkarır yorgun gömleğini ülkem

kurtulur acılarla yaşlanmış tarihten (s.49)

 

Bir de bakmışsınız ki, Erbil’in Trianon Pastanesi’nin yaprakları arasında “insanoğlu bir varmış bir yokmuş, bir ağaç dalı gibi, gövde kalır, dal kırılır toprak yürür, yenisi sürer, mekan göçer…” (10) deyişi misali; birey de; şehirler, ülkeler ve dünyanın ayarı bozuk zembereğine takılarak bilinmeyene doğru sürüklenir ve düşe kalka, yara bere içinde ayakta durmaya çalışır. Metin Turan’ın şiirlerinde de birey köhne bir zihniyetin surlarıyla kuşatılmıştır ve zincirlerini kırıp mavi göklere doğru süzülmek, ülkenin üzerine serpilmiş olan ölü toprakları silkip yeniden doğmak isteyecektir, ne kadarını başarabilirse, ya güzel yarınlar gelecek yahut da bir toz bulutu gibi havalanıp yokluğa karışacaktır. Ama yine de özgürlüğe susamış olan Şair, bağnaz kafaların karanlığa ittiği, kandırılmış hasta toplumların bir gün aydınlık yarınlara kavuşacakları konusunda umudunu tamamen yitirmez.

 

Elbette ki Türkiye değildir sadece bu çürümüşlük ve kokuşmuşluk içerisinde çırpınan; Hitler Almanya’sı da nasibini almıştır benzer manzaralardan. Turan’ın Kasım 2011 yılında yazdığı “Krakow”‘da adlı şiirde benzer çığlıklar açıkça görülmektedir.

 

hitler adı geçince

ıslık donduran bir soğuk yayılır sokağa

ve gaz odalarında

tuz kokusu içinde bir şehrin

çığlıktan heykeller yükselir (s.50)

 

Sustukça birey, boyun eğdikçe toplum, bebekler kekeme ninnilerle büyütüldükçe, masalların yüreğine paslı kırık aynalar saplandıkça bu çığlık hiç bitmeyecektir. Kentler ucubeler gibi yükselecek, dağlar un ufak yok edilecek, kırlar çoraklaştırılacak ve mevsimler değişecek, kar yağmaz olacak, yağmur aside belenecek, güneş sisler altında kalacak ve ağaçlar yapraksız kalacaktır. Şairin dediği gibi “ayağa kalkmayacaksa bütün bir şehir” (s.51) kurtuluştan söz etmek de mümkün olmayacaktır.

 

Farklı milletler, farklı kültürler, farklı diller ve farklı dinler; hoşgörü üçünde yan yana, iç içe, el ele verdiği sürece kardeşlik, dostluk, barış ve güzelliklerle dolacaktır dünya. Ayasofya ve Sultanahmet, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın simgesi olarak yan yana göz kırpıp, bir birlerini bütünleyerek kardeşlik türküleri söyleyeceklerdir bir birlerine. Aksi halde insanlar bir birlerinin gözünü oymak için fırsatlar kollayacaklardır. Ayasofya ve Sultanahmet için Şair, “İstanbul Şarkısı”‘nda “iki ayrı yayı yürek kemanımın/ birinde eksik gerilse telim/  besbelli, burkulur diğerindeki elim… uzak bir kilise çanından havalansa güvercin/ gagasında yarım ekmek dilimi/ yakın bir cami kubbesinde tamamlar/ şarkısının son sözünü” (s.52-53) dizeleriyle vurgular kardeşliği, paylaşımı, hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı…

 

Sonuç niyetine

 

Metin Turan’ın gerek son şiir kitabı Ağustos Aldı Sırlarımı’nda olsun, gerekse de Sokaklar Kentler Ülkeler ve Suları Islatan Mecnun‘da olsun şiirlerin dünyası çürümeye yüz tutmuş bir sosyo-politik yaşamdan çoraklaşmış bir kapitalist düzene doğru akarak; bazen açık bazen de kapalı veya yarı kapalı imgelerle toplumcu-gerçekçi ve Marksist bir eleştirinin kıyısında sayısız vagonları olan, ama son durağı asla bilinmeyen bir tren yolculuğudur. O tren ki uğradığı her şehirde bir başka acı, bir başka hüzün, bir başka gurbet, bir başka sıla, bir başka özlem ile doludur. Çoraktır şehirler, ağaçsız, dağsız, denizsiz, göksüz, kuşsuz, böceksiz… Birey, T.S. Eliot’ın The Waste Land (Çorak Ülke)’inin Tiresias’ı gibi çıktığı yolculuklarda amansız bir arayış içine girecek ve aradığı huzuru da, mutluluğu da, sevgiyi de, özgürlüğü de bulamayacaktır.

Dünya kükürt gazlarına teslim olmuş, aside kesmiş ırmaklarıyla çevrelenmiş, denizleriyle med cezirlere teslim olmuş, o dünya ki, sokaklarını ve caddelerini hayaletler gibi yükselen gecekondular ve gökdelenler çevrelemiş, evler  zindana dönüşmüştür. Kentler; otobüsleri, metrobüsleri, trenleri, vapurları ve uçaklarıyla, gorgolaşmış zalim yöneticileriyle, robotlaşmış ve tepkisiz bireyleriyle güvertesi su alan bir gemi gibi yalpalayıp durmaktadır. Birey çıktığı yolculuklarda umduğunu bulamayacaktır, gittiği adresler ne kadar boş ise, çaldığı kapılar da o kadar yüzüne kapanacaktır. Tek dostu ve sırdaşı şairin de dediği gibi “sözcükler” olacaktır, o sözcükler ki bazen kekeme, bazen topal ve bazen de sakat olacaktır. Son şiiri “Diyet”‘te olduğu gibi “çorak ülke”nin denizleri “kumdenizi,” gölleri de “tuzgölü” (s.63) olacaktır.

 

Bilinç akışının ileri geri zamanla yarıştığı; anda, geçmişe ve geleceğe doğru çıktığı yolculukta giderek birey, gerek kendisini gerekse de yaşadığı toplumu ve dünyayı sürekli sorgular. Güzel değildir artık dünya, sokaklar, kentler, ülkeler ve de insanlar saf ve temiz değildir artık, kir, riya, haset, düşmanlık bürümüştür gözlerini. Ölüm indirmededir gökler ve yerler. Dünya yaşlanmış, insanlar da yaşlanmıştır. Kuşlar bile artık ürkek, çelimsiz ve güçsüzdür. Ne rüzgâr eskisi gibi eser, ne yağmur eskisi gibi yağar, ne ırmaklar eskisi gibi akar, ne güneş eskisi gibi parlak ve ışıltılıdır, ne de mevsimler eskisi gibi renklidir. İnsan bozuldu mu çevrede bozulmakta, dünyanın dengesi bozulmakta, tepeden tırnağa çamura batmış bir toplum S.O.S vermektedir bozuk bir saat gibi atan hasta kalbiyle.

 

Sokaklar Kentler Ülkeler adlı şiir kitabının “Mağusa Kalesi” şiirinde söylendiği gibi: “kurbağa sesleriyle şenlenen geceler de yok”turdur artık. Doğaya kokularıyla can veren doğanın süsleri yasemen(ler) (de artık) vazolara taşın”mıştır. (s.8) Diğer yandan aynı şiir kitabının “Türkiye Minesi” şiirinde Şair, gözlerinin önünde uçuruma doğru sürüklenen, yitip gitmekte olan ülkenin durumunu Orhan Veli tadında acı bi çığlıkla dizelere döker. Bir bakıma sonun başlangıcıdır Şair’in yurdun kalbinin tam ortasına dokundurduğu çubuk. Yöneticileriyle, medyasıyla, toplumu ve bireyleriyle yolsuzluklara, haksızlıklara, yıkımlara sahne olan ülkenin kuyusu kazılmakta, el birliği ile vatan uçuruma doğru sürüklenmektedir.

 

Kısacası şairin deyimiyle sadece Anadolu değil, Ortadoğu da, Kıbrıs da Kiev de, Kişinev de Bakü de “sokaklar kentler ülkeler: aynası gibidir insanlık ruhunun.” (s.20) Daha ta 2003 yılında yayınlanan şiir kitabı Suları Islatan Mecnun‘da aynı manzara, aynı hoşnutsuzlukla yansımaktadır.

 

“gölgelerin sessizliğine sığınıp

kağıttan gemiler çoğaltıyorum

kara bulutları kovsunlar diye

uçurtmalar çoğaltıyorum yurdumun gökyüzüne” (s.33)

 

diyen şairin çubuğu acaba karabulutları dağıtabilecek midir bilinmez, ama durduğumuz nokta yıllardır aynı nakaratlarla yinelenmekte, dünya iyiden ziyade daha da çoraklığa doğru gitmekte, bireyin de arayışları hiç bitmeyeceğe benzemektedir. Elbette ki dünyayı bu çoraklıktan kurtaracak olan da yine bireyin kendisidir. Kim bilir belki şairin özlemini duyduğu uçurtmalar gökyüzünü hiç ummadığımız bir anda kaplayacak ve allı morlu, mavili yeşilli renk renk uçurtmalar özgürce süzülüp dalgalanacaktır “mai” göklerde.

 

Kaynakça

Erbil, Leylâ. “Trianon Pastanesi.” İstanbul’da Zaman içinde, yazan Tomris Uyar ve Sırma Köksal, 9-17. İstanbul: Büke Yayınları, 2000.

Erbil, Leylâ. Tuhaf Bir Erkek. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.

Moran, Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri

Şahin, Elmas. Leylâ Erbil Kitabı. İstanbul: Yitik Ülke Yayınları, 2015

Turan, Metin. Suları Islatan Mecnun. 2. Basım, Ürün Yayınları: Ankara, 2003

_____. Sokaklar Kentler Ülkeler. 4. Basım, Ürün Yayınları: Ankara, 2011

_____. Ağustos Aldı Sırlarımı. 2. Basım, Ürün Yayınları: Ankara, 2013