Çocuk Edebiyatında Babalar: Babamın Battaniyesi
- 14 Haziran 2025
Yağmur mevsimi kapıya dayandığında, Ruapaka yerlilerinin üç yıldır su görmemiş derilerinde ürpertiler başlar. İspermeçetler görülmüştür sonunda. Gergin göğün zarı yırtılmış, sancısı hınçla her tarafa yayılmaktadır. Sumrular ve fırtına kuşları sürüler halinde sahilleri terk etmeye koyulmuştur. Yerliler işaretler tamam olunca işi gücü bırakır, bağdaş kurup yere çöker, oluşturdukları çemberde beklerler. Son üç yılın hasılatını anlatırlar birbirlerine. Anılarını, sevinçlerini, hatalarını, pişmanlıklarını. Şef sonunda işareti verdiğinde doğrulup el ele tutuşurlar. Adalarının okyanusu en yüksekten görebildikleri batı tarafındaki uçurumun kenarına doğru harekete geçerler. Ürpertici manzaranın kıyısına varıp beklerler. Sular kudurmuştur, gökte tekinsiz bir hazırlık vardır. Haftalardır birikmiş, kızgın, gebe bulutlara bakakalırlar. Kabile şefinin tahminleri şaşmaz. Üç dört saate kalmadan her zamanki o öncü yıldırım bulutları yarar, yağmur üç senenin üstüne tenlerden süzülmeye başlar. Çekingen damlalar gittikçe büyüyüp her taraflarını iğnelemekle meşgulken kabile üyeleri o eski şarkıyı bulup çıkarırlar hafızalarından:
“Sen kızgın göklerin incisi, toprağın çoğaltıcı kardeşi, bereketimiz. Ölülerimizin alınıp götürüldüğü diyarın elçisi hoş geldin. Hoş geldin ufuklarımızı doldurmuş denizi yurdumuza getiren davet. Susuzluğumuz, korkumuz, umudumuz…”
Yağmur şiddetini artırmaya devam eder. Ilık taneler yarı çıplak bedenleri tokatlamaktadır. Rüzgâr huysuzlaşmıştır, el ele tutunmak imkânsız olur bir zaman sonra. Uçurumdan düşüp kayalarda parçalanmamak için oldukları yere çökerler. Denizin homurtusu içlerini ürpertir, birbirlerini işitmek için bağırmak zorunda kalırlar. Gitgide kabaran, naralar atarak çalkalanan deniz karaya ilişti ilişecektir. Kabile reisi ayağa kalkar, barakalarına dönme zamanının geldiğini söyler. Yağmurla dövülen bedenleri sızlarken uluyarak koşarlar, köze dönüşen kalplerinin pusulasına teslim olurlar. Kuvvetli rüzgâr yaşlılarla güçsüzleri sağa sola fırlatır, kayalara çarpar. Kimisi çamur dolu çukurlara düşüp kaybolur. Köylerine vardıklarında barakaların, eşyalarının uçup gittiğini görürler. Sadece hayvan postlarına doldurup ağaçlara bağladıkları alet edevatları kurtulmuştur bu talandan. Amansız tufanın, coşkun dansına hazırlığını tamamlamasına ramak kalmıştır. Dev dalgaların uçurumu aşıp köylerine yaklaştığını gördüklerinde acele ederler. En kalın, en uzun palmiyelere önceden çaktıkları basamaklardan yukarılara tırmanırlar. Urganlarla gövdelerini ağaçlara dolayıp beklerler.
Dev dalgaların karayı hızla ele geçirdiğini, heyelan gibi yaklaştığını görürler. Öyle büyük öyle güçlüdürler ki, birbirlerine çarparak dağılır, taşkın nehirlere dönüşerek birkaç saat önce insanların gezip dolandığı patikaları bir anda ele geçirirler. Köy tamamen sular altında kalmak üzereyken göğe bakmaya artık sadece şefin izni kalmıştır. Her yeri kırbacıyla inleten tufanın lisanına bir o sahiptir. Ölmüş atalarının civarda dönenen ruhlarından bir o yardım isteyebilir. Yaklaşan denizin gazabını dizginlemenin ilmi bir onda vardır. Bulutların gece gibi örtüğü göğe bakarak duasını okumaya koyulur. Dakikalar içerisinde yer ve gök birleşir, deniz karayı tamamen istila eder. Rüzgâr bazı palmiyeleri gere gere ortadan ikiye ayırır. Bazılarını da tutundukları topraktan söküp atar. Ağaçlar göğün hayhuyunda pervaneler gibi bulutlara yükselir, üstündekilerle azgın okyanusun böğründe yitip giderler. Dalgalar kabilenin birikmiş günahlarının bedelini istemektedir. Haykırıp kükreyerek birbirleriyle güreşen, köpükten bir örtünün altında kıvranan ejderhalara benzerler. Öfkeden kudurup parçalanır, korunaksız yerlileri kırbaçlayan alevden damlacıklara dönüşürler.
Ruapakalılar üç gün sürecek bu tufanın insafına kalmıştır. Nefes alıp vermekten başkasına güçleri yetmez, keskin iyot kokusuyla sarhoşa dönmüşlerdir. Damlalar tenlerinde ne var ne yok alıp götürür. En çok kulaklarını tıkayabilmeyi dilerler. Havaya daireler çizen ağaçların adayla son bağının da kopup gitmesinden korkarlar. İç muhasebesine girişerek oyalanırlar. Gizli suçlarını yağmura itiraf ederek bedel ödemeye hazırlanırlar. Ya affedilecek ya da alınıp götürüleceklerdir döngüler evreninin göksel topraklarına. Rüzgârın o korkunç uğultusuyla, diplerinde kıvranıp duran denizin homurtusuyla afallamışlardır. Şimşekler durulmaz. Çıldırmışçasına her yana peş peşe düşer, denizi daha da öfkelendirirler. Öyle acımasız bir dekor kuruludur ki gözlerini kazara açanlar akıllarını yitirir, sağ kurtulsalar da bir daha iflah olmazlar. Tufandan sonra bindirildikleri bir salla kendilerine yeni bir yurt bulmaları için adadan gönderilirler.
Ertesi günün akşamına doğru Ruapakalılar hâlâ okyanusun ortasında, oldukları yerde kalmayı başarmış, inatçı palmiyelere sarılmış vaziyettedir. Yaşadıklarına hayret etmektedirler. Göğün söylediklerinin sonu yaklaşmıştır. Ayakta kalan ağaçlar yorgundur. İnsanlar ve gök yorgundur. Her şeyi yutmaya hazır, aşağıda bekleyen sıvı canavarlar yorgundur. Kabile üyeleri, bu karanlık cehennemin ıslak alevlerinin sönmeye yüz tuttuğunu anlar. Gücünü yitirdikçe yatağına geri çağrılan sular, son gayretlerle adaya tutunmaya çalışır ama nafile. Sular uçurumun ötesine kadar çekildiğinde Şef herkesin gözünü açmasını ister. Yuvasına dönen dalgalardan geriye kalanlar, çıplak topraktan ayrılmamış birkaç düzine palmiyeden fazlası değildir. Gözleri saatlerdir kendi karanlıklarında boğulmuş insanlar, kilitlenmiş bedenlerini ağaçlardan aşağı salar. Eskiden yuvamız dedikleri yere ayakları değdiği anda bir başka dünyanın insanlarının arasına indiklerini bilirler. Dilleri başka sözcüklerin tınısıyla karılıdır artık. Onlarca arkadaştan, kardeşten, eşten, dosttan ayrılıp yaban bir ele varmışlardır. Bir yeni vatana. Sersem adımlarla yeni memleketlerini tanımaya çalışırlar. Tufandan artakalan evrenin ilk yaşam hücreleridir onlar. Birbirlerinin yüzünde eski zamanların tortularını görseler de bunun bir önemi kalmamıştır. Ne ağlar ne dövünürler. Bulanık kafalarında yeni hayatlarının tohumları sakince baş vermektedir.
Şef, palmiye gövdesindeki üç günlük nöbetini tamamlayıp aşağıya iner. Bakışları kıymık gibidir, kimse yüzüne bakamaz. Etrafını boş gözlerle izler bir süre, işitilmemiş mırıltılar dökülür dilinden. Çevresinde toplanan kabilesini el ele tutuşturur. Okyanusa doğru yürürler. Yeni tepelerden, yeni yollardan geçerek yeni bir uçurumun kenarına varırlar. El ele tutuşup üstlerine sakince yağmur serpmeye devam eden göğe bakarlar. Gırtlaklarını yırtarcasına yükselen yeni şarkıları dökülür dudaklarından:
“Ey kutsal döngünün uzaklaşan gazabı. Üzerimize ejderhalarını gönderen, sonra çekip kendi gölgesinde götüren; sen kızgın göklerin incisi, çillerini bıraktığın toprak bize emanet. Kalplerimizi temizleyen göklerin sancısı, çaresizliğimiz. Aklımızı ağartan öfke, güçsüzlüğümüzü belleten kırbaç. Hoşça kal.”