Kötü Anneler
Yazılar

Kötü Anneler

Duygu Terim

Barok mimarinin hünerli elleri tarafından dünyaya armağan edilen binaları boynumu ağrıtmak pahasına hayranlıkla izlerken, cebimde sürekli titreyen harita uygulaması beni hedefime yönlendirmek için çabalıyordu. Hep en kısa yoldan götürmek istiyordu beni, hedefime iki dakika geç ulaşmama tahammülü yoktu. Oysa ben biraz yavaşlamak, biraz kaybolmak, daha uzun yürüyüşler yapmak, ara sokaklarda kimsenin haritalara pinlemediği duraklara uğramak istiyordum. Yine de yapay zekâyla inatlaşmamın bana bir faydası olmayacağına kanaat getirdikten sonra kendimi onun talimatlarına bıraktım, Belvedere Sarayı’nın bahçesine ulaştım.

 

Schengen vizesi almayı başarmış ülkemiz insanlarından müze sevenler için ilk durak ve en büyük hayal Viyana’dır herhalde. İmparatorluğun ve aristokrasinin ihtişamlı maskesini neredeyse nefes alırken hissedebileceğiniz, bir süre sonra kapısındaki çivinin duruş şeklinden bile sanatsal bir anlam çıkarabileceğiniz saraylarda gezerken hayran olmamak imkânsız.

 

Müzeye geldiğimde programım hazırdı. Gustav Klimt’in, Oskar Kokoschka’nın, Egon Schiele’in tabloları karşısında biraz vakit geçirecek, hava kararmadan geri dönecektim. Çoğu sanatseverin yaptığı gibi kollarımı göğsümde kilitlemiş, tablolara bir yakından bir uzaktan bakıyor, hedefimdeki eserleri arıyordum. Beni hedefimden saptıran o tabloya rastlayacağımı bilmiyordum.

 

Odalar arasında ağır ağır ilerlerken, eşi olduğunu düşündüğüm kadınla Almanca konuşan bir adam yanımdan hızlıca geçti. Almanca bilmiyordum ve o an dil bilmeme gerek olmayan anlardan biriydi. Müzenin sessizliğinde onun sesine ve hareketlerine odaklanmamak mümkün değildi. Kolları havada, yıllardır kavuşamadığı aşkına sarılmak için ona yönelen biri gibi hızlı adımlarla ilerliyordu. Bu abartılı hareketlerin nasıl sonuçlanacağına ilişkin merakım beni onları takip etmeye sevk etti.

 

Orhan Pamuk’un klasikleşmiş roman cümlesindeki gibi insanın hayatını değiştiren kitaplar olduğuna inanırım. En azından sizi olduğunuz yerden alıp binlerce kilometre uzağa, yüzlerce yıl ileriye ya da geriye götürecek edebi şaheserler okuduğunuzda önceki kişiyle aynı kişi olmadığınızı hissedersiniz. İçinizde bir şeyler yer değiştirmiş, kıpırdanmıştır. Duygu anaforlarında sürüklendiğimiz anlar, kendimizi roman/öykü karakterinin yerine koyduğumuzda başımıza gelen elim hadiseler nedeniyle kederlendiğimiz anlar olmuştur. Ancak bu duyguyu ilk kez yaşıyordum. Bir tablonun karşısında donakalmam, kalbimin hızla çarpması, bulunduğum konumdan ayrılamamam ve gözlerimin dolması. Giovanni Segantini’nin 1894 yılında yaptığı “The Bad Mothers” ya da “The Evil Mothers” isimli tablosunun karşısında.

 

Segantini, büyük oğlunu yangında kaybedip ağır bir depresyonla savaşan ve kendisi henüz yedi yaşındayken ölen annesi tarafından büyütülmüş. Eğitim alamayan, bu nedenle ancak otuzlu yaşlarında okuma yazmayı öğrenen Segantini’nin hayatı oldukça dramatik.* Sokaklarda, ıslahevlerinde geçen hayatı üvey kardeşi tarafından ıslahevinden alınması ve on altı yaşında Milano’ya gelmesiyle yön değiştiriyor. Doğa ve insanın doğayla bağlantısı üzerine epeyce eser veriyor.

 

Kötü anneler isimli tablosu ağaçtaki kadın motifine sürekli olarak döndüğü dört eserinin sonuncusu. Diğer üçü ise Hayatın Meyvesi (1889), Şehvetin Cezası (1891), Hayat Meleği (1894). Bu eserlerinde de kuru ağaç dalları, bebeğini emziren ya da kucağında tutan bir anne figürleri bulunuyor.

 

* Wikipedia’ya göre üvey ablası, kardeşi ve kendisine daha iyi bir hayat sunabilmek için, İtalyan vatandaşlığına geçmek istiyor ve Avusturya vatandaşlığından çıkma talebinde bulunuyor. Bu arada ya bazı prosedürleri atladığından ya da yanlış anlaşılmalardan ötürü, İtalyan vatandaşlığına başvurmayı ihmal edince Avusturya vatandaşlığını da kaybediyorlar ve hayatlarını vatansız olarak geçiriyorlar.

 

Tablonun yanında yer alan açıklama şöyleydi: Buzlu bir kış manzarasının ortasında genç bir kadın ağaç tarafından yakalanmış halde kıvranıyor. Dallarla kuşatılmış kadın çocuğunu emziriyor. Ancak anne bebeğe karşı mücadele ediyor. Giovanni Segantini istenmeyen hamileliklere karşı yürütülen tartışmaya işaret ediyor. Resmin fikrini Luigi İllica’nın Budist bir destandan etkilenerek yazdığı şiirinden almıştır. Segantini kadın cinselliği ve annelik ikileminden şiirsel bir yorum yaratmıştır.

 

Açıklamayı okuduktan sonra aklımda bir katman daha açıldı, eserin istenmeyen hamileliklerle ilgili olduğunu düşünmemiştim. Resmin önünde Alman karı koca ve ben durmaya devam ediyorduk. Öyle aşkın bir duyguyla sarmalanmıştım ki, resimle ilgili konuşmak için önümde dilin de engel olamayacağına karar verdim.

 

Adama resmin sol tarafındaki figürün de cenin ve anneyi temsil edip etmediğini ya da büyük figürün farklı bir açıdan tekrar resmedilmiş hali olup olmadığını sordum. İyi bir soru sormuş olmalıydım ki, adam yine aynı coşkulu hareketlerle bunu daha önce hiç düşünmediğini, haklı olabileceğimi söyledi. Resmi on beş yıl önce başka bir müzede gördüğünü, buraya yalnızca bu resmi tekrar görmek için geldiğini söyledi. Ben de acaba bu resmi yeniden görmek için on beş yıl sonra başka bir ülkeye gider miydim, belki. Aramızdaki dil bariyerini olabildiğince aşmaya çalışarak sanatsal bir tartışma yürütmeyi deniyorduk. Alman adam, 19. Yüzyılın sonlarında Segantini’nin istenmeyen hamileliklere karşı tavrının şaşırtıcı ve hatta ilerici olduğunu söyleyince ona hak verdim. Ben de ressamın annelikle kuşatılmış kadın cinselliğini resmederken kadının çektiği acıya, arada kalmışlığına dikkat çektiğini düşünüyordum.

 

Türkiye’ye döndüğümde aklımda hala Kötü Anneler tablosu vardı. Yaptığım araştırma sonucunda oldukça şaşırdım. Çoğu sanat yorumcusu Segantini’nin resimlerinde, kadının tek amacının ve kaderinin annelik olduğunu vurguladığını,  doğal kaderi olan anneliği reddeden kadınların cezalandırılacağını ima ettiği konusunda birleşmişti. Üstelik Segantini de mektuplarında bu görüşü destekliyordu.

 

Hayal kırıklığına uğramıştım. Günlerce aklımda gezdirmeye devam ettirdiğim bir tabloya ilişkin görüşlerimin zıddını düşünen yaratıcısı Segantini bugün yaşasaydı eserinde ne değişirdi?

 

Onun gerçekten ilerici görüşleri olduğunu düşünmeye devam edemiyorum, ancak sanat eserlerinin yaratıcılarından bağımsız, insanoğlunun zihninde yaşamaya ve ilerlemeye devam ettiğini artık daha iyi biliyorum. Segantini yüzlerce yıl sonra dünyanın başka yerlerinden, bambaşka koşullardan gelmiş insanların resmi önünde tartışacağını hayal etmiş midir bilemiyorum. Üstelik tesadüfen eseriyle karşılaşmış birinin, resminden duyacağı hazzın ne kadarını eserini ortaya çıkarırken tatmıştır? Bugün atanmış sorumluluklarıyla mücadele eden kadınlardan herhangi biriyle sanatsal bir tartışmaya girişse ne hissederdi, düşünmeden edemiyorum.