Evet evet, gördük; onlar, kesinlikle onlardı, tanıyoruz. Yanılmış olamayız. Madımak’ı onlar yaktı. Tarih tanığımızdır; hepsi oradaydı!
Onlardan birini 1949 yılı nisan ayında, mahkeme salonunda görmüştük. Sert, kemikli yüzüyle, donuk gözlerle çevreyi gözlüyordu sanık sandalyesinde. Soğuk bakışlarında tekin biri olmadığı hissini veren bir tuhaflık vardı. Tek bir mimiğin bile görülemediği yüzünde anlaşılmaz bir rahatlık olduğunu da fark etmişti dikkatle bakanlar. “Memlekete Rusları getirecekti, komünizmi getirecekti” derken, yüzüne yerleşen maskenin o rahatlıktan kaynaklandığını yıllar sonra anlayacaktı, o gün mahkeme salonunda bulunanlar. “Onu, Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm” diyordu ama ardındakileri, bağlantılarını, buyruğu kimden aldığını elbette bütün tetikçiler gibi gizliyordu; karşısında huzursuzlukla oturan, tedirgin sorular soran mahkeme heyeti de bilmiyor olamazdı gerçeği. Bu adam yalnız değildi, tek değildi, bir kişi değildi…
Yıllar sonra, 1970’lerin sonuna doğru, bir katil, Bedreddin Cömert’in katili, tesadüfen başka bir suçtan yakalanıp konuşmaya başladığında da hemen tanıdık onu. O Bedreddin Cömert ki edebiyat alanında parlak bir akademisyendi. Suçu devrimci olmaktı. “Yaşamımızı belirleyen temel öğe sınıf gerçeğidir. Her birey ait olduğu sınıfın maddesel hayat koşullarıyla bağlıdır” diyordu ve ekliyordu: “Nasıl ki emekçi halkın egemenliğini istiyoruz, aynı şekilde emekçi halkın ifadesi olan bir sanatı da istemek hakkımızdır.” Adları hâlâ kimilerince “kahraman” sayılıp sokaklara adları verilenlerin onu katletme buyruğu verdiklerini katilin itiraflarından öğrendik. Onlar ki “yüce Türk devleti” adına hareket edenlerdi, memleketi kimseciklere bırakmamaya, bu uğurda kan dökmeye hazır tetikçilerdi! Madımak’ı yakan ateşle Sivas’ta dolaştıklarını da hepimiz gördük!
Kimdi her yeri, herkesi yakmaya kararlı bu güruh? Savcı Doğan Öz de 1978 yılında bu soruyu sordu. Yanıtlar aramaya başladı. Aradığı yanıt belirmeye başlayınca, aynı kişiler, yıllar sonra Madımak önünde ellerinde benzin bidonları ile göreceğimiz kişiler, evinden çıkıp arabasına bineceği sırada katlettiler onu. Sorduğu soru yanıtsız kalmalıydı; kaldı da. Eğer Öz, sorularına yanıt bulabilse, onlar kimseyi yakamayacaktı. Cevat Yurdakul da katledilemeyecekti, Musa Anter de. Aynı soruların peşindeki Uğur Mumcu da yaşıyor olacaktı, işçi sınıfının gür sesini meydanlarda haykıran Kemal Türkler de…
Bir başka bahar, 1980 nisanında, Türkçenin tarihin derinlerinden gelen tadını öykülerinde hissettiren Ümit Kaftancıoğlu kurşunlandı. Katili bulundu, tutuklandı. “O solcuydu, komünistti, onun için öldürdüm” dedi, bitmeyen bir ezberle, herkesle dalga geçer gibi. Mahkeme heyeti, tıpkı Sabahattin Ali’nin, Bedreddin Cömert’in katilinin karşısındaki heyet gibi tedirginlikle sordu: Kim azmettirdi seni? Katil, tek tek isimler saydı ama onlar yok sayıldı. Katil, ömür boyu hapse mahkûm edilmişse de tıpkı Sabahattin Ali’nin katili gibi birkaç yıl sonra serbest bırakıldı. Onu da Madımak önünde görmüş olabiliriz!
Böyle böyle 2 Temmuz 1993’e geldik. Her ay, her yıl nice canı kurban vererek, memleketin takviminde kan lekelerini kurutamadan… Ne olduğunu hatırlatmanın anlamı var mı? Türkiye yakın tarihinin en ağır travması denebilecek olayı unuttuk mu ki hatırlayalım? Andıkça, konuştukça içimizde derinleşen yarayı, büyüyen sancıyı yok saymamız olanaksız ama tarihe bakınca, acılar zincirinin hepimizin gözü önünde birbirine eklendiğini görmemiz de gerekmez mi?
Kim topladı o güruhu oraya? Kim “Yakın, kâfir solcuları!” dedi, kim “Haydi aslanlar, memleketi teslim etmeyin komünistlere!” dedi? Kim “Gün Müslümanlığımızın gereğini yerine getirme günüdür!” diye haykırmalarını istedi? Bitmeyen paranoya “komünizm tehlikesi”nin “laik düzen yıkılacak şeriat gelecek”e dönüşmesindeki amaç neydi? “Sivas Aziz’e mezar olacak!” sloganını ilk önce kimin katili haykırdı kalabalığın ortasında?
O fotoğrafı hatırlayın: Otel yanmaya başlıyor ve önünde yüzlerce kişi ateşin artması için çabalıyor. Sabahattin Ali’nin katili de oradaydı, Bedreddin Cömert’in de, Doğan Öz’ün de. Abdi İpekçi’nin katili mi en öndeydi? Bahriye Üçok’a bombalı paketi yollayan mı tutuyordu benzin bidonunu elinde? Metin Göktepe’yi katledenler mi çakmakları elde fırsat kolluyordu yoksa Hrant Dink’i hayattan koparanlar mı?
Evet evet, gördük; onlar, kesinlikle onlar, tanıyoruz. Yanılmış olamayız. Onlar hep vardılar. Adları hiç önemli değil. Onlardan biriydi çakmağını çakıp Madımak Oteli’nin perdelerini tutuşturan. Sonra onu izledi diğerleri… Bu ülkenin kara yazgısını yazanlardı onlar, bir türlü değiştiremediğimiz kaderimizi belirleyenlerdi. Arkalarındaki gücü çok iyi biliyorlardı da ondan cüretkârdılar, fütursuzdular. Asıl unutmamamız gereken budur. Zira, bu memlekette hayat tıpkı o ateşin içinde yitirdiğimiz Behçet Aysan’ın dizelerindeki gibidir:
“bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.”