Matmazel Eleonor
Öykü

Matmazel Eleonor

Hüseyin Köse

O sabah Limontepe’de yaşadıklarımı anlatmayı çok isterdim ona, ama aklı tümden başka yerdeydi. Hem onun ilmi benimkinden daha ayrıksı bir şeydi. Anlatmak istediklerimden önce anladıkları vardı. En açık seçik yanıtlardan sonra bile hâlâ sormaya devam ettikleri. Hatırladıklarından çok unuttukları bir de. Yorardı şimdi beni. Bir de tutup adamın yaşına başına bakmadan âşık olası tutardı ki, neme lazım. Boş ver dedim, yeri değil. Bir başka zamana bıraktım anlatmayı.

 

“Matmezel” dedi, “Onu görmeye gittim. Geçtiğim yerlerden topladığım gelincikler ve sarı civanperçemleriyle. Yarı yarıya solmuşlardı, ama ölmeden önce yetiştirdim Allah’tan, pek mutlu oldu.”

Gözleri sevinçten kıpır kıpırdı bunları söylerken. Eliyle, omuzlarını iki yandan çevreleyen siyah ipek kaşkolü göstererek:

“Bunu görüyor musun?” dedi, “İyi bak, Matmazel’in hediyesi.”

Olduğu yerde geniş bir çember çizerek topaç gibi birkaç tur döndü:

“… ve aslında sandığın gibi, kaşkol değil, eski bir etek. Yan dikişleri sökülüp alındığında, ön­ce uzun, dikdörtgen bir masa örtüsü niyetine kullanmış, sonra uçlarından katlayıp kaşkol diye bana verdi.”

“Şu Matmazel çok akıllı bir hanımmış” dedim.

Azarlarcasına, dik dik yüzüme baktı:

“Zevkinden yapmıyor herhalde” dedi, “idareli olmak gerek.”

Matmazel neredeyse her dakika iyi kötü günlerinin en rutin eşlikçisi olarak sürekli dilindeydi, ama onu şimdiye dek hiç görmemiştim.

“Yahu” dedim, “kim bu Matmazel?”

“Gece yarısı, kapısı çalındığında gelene surat asmayacak insanlardan biri” dedi, “bir insan hakkında bundan başka bir şey bil­meye de gerek yok zaten.”

“Yalnız yaşayan biri mi? Dul mu, evli mi yoksa?” diye sordum, “bari biraz bahsetsen.”

Duymazdan geldi dediğimi.

 

Doğrusunu söylemek gerekirse, Matmazel’in kim olduğuyla ilgilendiğim filan yoktu, laf olsun diye sorup duruyordum. Öylesine. Sırf onun bana olan yakınlığından daha fazla sebeplenmek için.

İçini çekti. Yüzüne bir rehavettir çöktü. Gözleri buğulanıp da uzun, siyah kirpiklerinin ucunda nicedir beklettiği birkaç damla gözyaşı gereken büyüklüğe erişir erişmez daha da durgunlaştı. Yakamdan tutup beni sarsmasını bekliyordum o esnada, zira son zamanlar edindiği yeni bir âdet gereği, ne zaman ağlayacak olsa, iki yakamdan tutup beni sarsıyordu.

“Ahh!” diye inledi yalnız, sesi bıkkınlık doluydu:

“Bu kadar ısrarcı olmasan keşke…”

“Yok, olamam” dedim, “valla billa olamam, dilinden düşürmediğin şu kadın kim allasen? Cidden bilmek istiyorum.”

Nihilist biriyim ben, gözümün görebildiklerinin yanında, ruhumun karmaşasına da bakarım ve şu an bilmeyi istediğim, onun nicedir benden esirgediği, artık siluet mi hayalet mi, her kimse oydu.

Aslında Matmazel’i değil de gerçekte onunla ne yaptığını bilmek istiyordum, yani aynanın öbür yarısını. Ya da belki onu kızdırmaktan zevk alıyor, hassasken söylediği sözlere karşı muzipçe bir ilgi duyuyordum. Bu doğruydu, ama benden kaçırdığı, benimle paylaşmaktan bunca sakındığı şey için gösterdiği çabaya da ifrit olmuştum doğrusu. N, on gündür kayıptı ve gerçekte bensiz yaşanılmış günlerin benden eksilttiklerini geri istiyordum, o her ne kadar ayak diremeye çalışsa da… N için bilindik, sıradan bir alışkanlığa dönüşmekten korktuğum için mi, yoksa başka bir nedenden mi bilemiyorum, huzursuzluğumu gizleyemedim. Ayrıca huysuzlaşması gerekenin o değil de ben olduğumu her ikimiz de biliyorduk bu sefer. Bu sebepten davranışlarımı örtbas edecek hiçbir bahaneye de başvurmadım. Önümde eğilip usulca yüzümü avuçları arasına aldı, aklımdan geçenleri okumuş gibi, anlayış dolu bir gülümse­meyle gözlerimin içine doğru baktı ve dedi ki:

“Merakın bu denli küçük olmasa sana her şeyi anlatırdım, ama görüyorum ki, kalben çok uzaksın dilinin ucuna gelen şeyden…”

 

“Bu da ne demek oluyor şimdi!” diye çıkıştım, başımı ellerinden kurtarıp. Bu son söylediğimi kelimelerin üstüne basa basa, kızgın, hesap soran, üsteleyici bir vurguyla zenginleştirmiştim. Ama sözlerim, tuhaf bir biçimde sanki etkisini onun değil de benim üzerimde sürdürmeye ayarlıymışçasına içime çöreklenip kaldı yeniden. N’nin durumunu anlamaya, ruh halini tayin etmeye, sıkıştırmaya çalışırken de ne çaresiz bir çırpınış içine düşeceğimin farkında değilmişim meğer. Yüzünü öte yana çevirdi, sanki gözlerini de alıp gitmişti.

Lafı gevelemeye çalışarak:

“Belki de haklısın” dedim, “zaten lafzen varım ben, lisanen.”

Biraz susup sonra tekrar savunmaya geçerek:

“Kalp mi bıraktılar insanda!” dedim, “ne kalbi allasen!”

Mevzuyu, hükmen mağlup ve şansına küs bir ahvale çıkarır mıydı bu son cümle? Biraz mahzun bir poz kesip, ardından N’nin gözlerinde canlı bir ışığın yeşermesini görmeyi bekledim. Aradığım şeyi görünce de emin oluverdim sözlerimin yarattığı etkiden. Aynı anda, daha ben sözlerimi tamamlar tamamlamaz, yüzüne doğru yayılan tatlı ve bağışlayıcı bir gülümsemeye de gizlice sevinmeden edemedim. Sadece yüzünü bana doğru dönmekle kalmamış, ürkek, küskün ellerini de çıkarıp masanın üstüne koymuştu bu öz suçlayıcı hamleden sonra. Ama yine de elleri bir şeye fena halde dargın gibiydiler. Sonra birleşip keskin iki makas ucu gibi sımsıkı kenetlendiler. Çok geçmeden terli ellerin üzerine serinleten bir gölge gibi usulca düştü şu sözleri:

“Bir de yalnızlık bir şey katmaz derler insana. Oysa kalbini hiç olmadığı kadar büyütür. Sende de var, merak etme, hem de kocaman cinsinden. Feci çokluk nereden bilecek bunu!”

En bariz görünüşe bile aldanmamam gerektiğini ilk defa o zaman anladım. Gücenikliği beni büsbütün yanıltmış, az önce ona atfettiğim hoyratlık kızgın güneşin altındaki bir dilim tereyağı gibi eriyip gitmişti. İşte, yine gönlüm okşanmış, ben daha çorak yalnızlığıma bekçilik edecek bir mazeret ararken, günüme ışık saçan bir ağızla adeta çok yapraklı, çok renkli bir mevsim eklenmişti, sanki öncesi hiç olmamış gibi… Kırmızı mika masanın üzerinde sabırsızca kıvrılıp duran eller, birdenbire henüz sonlanmamış bir sırdaşlığı doğrularcasına yeniden en dostane dokunuşlara hayat verdiler.

 

***

Elde edilmiş mutluluk diye bir şey yok. Onu her gün her zamankinden daha büyük bir yorgunlukla yeniden elde etmelisin. Ama şikâyet ettiğim sanılmasın bu durumdan. Aksine, ertesi günlerin huzur veren güvencesi iyi ki yok. Çünkü birbirimizi kolaylıkla anlayamamak, anlaşmamak üzerine kuruluydu bizim ilişkimiz. Her karşılaşmada birbirimizi sanki ilk kez tanıyor, aramızdaki garip bağı yeniden icat ediyor gibiydik. Ne güzel diyorduk, birlikteliğimiz hiç bozulmayan bir tazelik.

Anlamamak değil de asıl anlamak takatten düşürüyordu heyecanı, hevesi. Bu yüzden, “N,” demişimdir çoğu kez karnıma doğru tıslayarak, “beni anlamıyor hiç…”

 

O gün okul kantininin kapısına bezginlikle yaslanmış dururken de aynı fikriyatı ikrar etmekteydim kendime. Aniden yanımdan sendeleten, ama aynı ölçüde serinleten bir rüzgârın geçtiğini hissetim. Esintiyle aynı anda sol kulağıma üfler gibi: “Çünkü …” dedi, “bu senin içinde yok…”

Elimi tutup beni kantinin uğultulu ve bol dumanlı derinliklerine doğru sürükledi. Kim bilir kaç günlük çay ve şeker lekeleriyle kaplı, o nedenle de sineklerin üzerinde oğul attığı kirli beyaz bir masa bulup oturduk. “Bu senin içinde yok” dediği şey neydi, onu düşünüyordum. Gerçekten de dışımda olanlar içimdekilerden daha çoktu. Aklımı okumuştu resmen. Bu kızdan korkulurdu. Bu az sayıdaki sendeletici sözcüğün, hiç yoktan hakikatler arasında muteber bir yeri olmalıydı. Ya da belki birlikteliğimize dair çok mühim, çok esaslı bir ikazdı da ben göremiyordum. Durum şimdi daha da nazikleşmişti; bu sonuncu fuzuli serzenişle birlikte, sanki kantindeki her şey, çantalar ve kitaplar, envaı renk giysiler, insanların uğultuları, aradaki masaların tümü silinip gitmiş, yoğun bir barutun dumanı gibi yükselen ince bir sis tabakası hoplaya zıplaya geniş kapıyı da içine alıp yutmuştu. Kavrayışça ince, yaradılışça kabullenmemeye yatkın biri olsam da onun bende bulunmadığını söylediği şeyin ne olduğunu sezer gibi olmuştum. Aslında sevmeyi bilip bilmemekle ilgiliydi dediği. Oldum bittim bende eksikliğini hissettiği şey buydu. Bu sözlerin içerdiği zımni iğnelemeyi savuşturmaktan yana öyle isteksizdim ki, “yoksa yok” diye kestirip attım. Ne olmuş yani yoksa, sevmenin şampiyonu mu olacaktım…

Ona karşı gizlice hınçlanışım, malum eksiklikten değil de daha çok onun mütemadiyen garip ve okunaksız oluşundandı. Can yakan sözcüklerin âlâsı ondaydı. Gönül almanın da yakıp küle çevirmenin de piri oydu. Yeşerten gülümsemeler de ondaydı, solduran sırıtışlar da. Kızıyordum kendime, salt varlığıyla bile bunca ağır ve geniş yaralara deva olabildiği için.

Senden daha şanslı olanlara kızar ya da haset duyar ya da imrenirsin, senden daha berbat durumda olanlaraysa üzülür veya ahlanır veya acırsın sadece, arası yoktur. Aslında arası bir çoktur da lafın gelişi böyle dedim. Tahsin mesela, yakın dostum olmasa, ona da kızar veya vahlanırdım. Gün boyu aylak aylak dolaşır orda burada. Bir de su arıtma cihazı pazarlama şefi olacak sözde. Hiçbir yangına köpük olduğu yok aslında ya, neyse.

 

Tam da böyle lüzumsuz düşüncelere dalıp gitmek üzereydim ki, kasvetimi dağıtmak için ustaca değiştirdi konuyu yine kaşla göz arası. “Şu mavi etekli kızın yanındaki çocuğu görüyor musun?” dedi, “kıvırcık saçlı olanı?”

“He,” dedim, “görüyorum, ne oldu ki?”

“Hali pek artistik geldi bana” dedi, “hem de çok ukalaca. Geçenlerde birkaç kez selam verdi, uzaktan uzağa baktı durdu mal gibi, şimdi birden gözüme çarpıverince… öylesine işte… bir nedeni yok, sadece söylemek istedim.”

Ardından yüzüne alaycı bir ifade kondurarak ekledi: “Pek özentili görünüyor, ama eminim, kat kat maskeler takmıştır, numaracının tekidir.”

“Bilmem ki,” dedim, “belki de çok sahici ve samimi birisidir, nereden bileceksin. Hem baksana kızın etrafında nasıl da fır dönüyor. Üstelik kız da çok mutlu, halinden çok memnun.”

Birden aklına hınzırca bir düşünce gelmiş gibi ellerini sevinçle çırparak:

“Hadi!” dedi, “gidip çağır onu buraya. Façasını alalım.”

 

N’nin ilgisi tanımadığımız insanların bilmediğimiz dünyalarına türlü meraklı duygulardan kat çıkacak cinstendi. Onlarda apayrı bir maden bulur, hayatın sırrının anahtarını daha başka çözülmemiş bilmecelerde görürdü. Sık sık şöyle dediği olurdu: “Acaba yeryüzündeki tüm insanlar birbirini tanıyıp da birbirlerine ilk adlarıyla seslense, dünya nasıl bir yer olurdu?” Bu onun, adına “okyanusu taramak” dediği en imkânsız ütopyalarından biriydi. Hayattaki sıkıcı şeyler zaten çok iyi bilinen çerezlerden yapılmıştı. Zira bilinmeyenleri bilinir ve dolayısıyla yaşamı asıl dayanılmaz kılan, her şeyi bildiğini sanan akıldı, mutsuzluğumuzun kaynağı da buydu ona göre. Loş yerler aydınlatıldığında, en uzak kıtalar bile hezimete uğratılıp harabeye dönmemiş miydi? İşte topraklarıyla birlikte tanrıları da yağmalanmış olan Amerikan yerlileri… İşte en gaddar tanrılı tapınaklarında kabuslarından kurbanların kanıyla arınan Aztekler… İşte Maya Uygarlığı ve efsanevi Eldorado; ve onlara ölümün yıldırımını getiren altın ve gümüş külçeleri… İşte etleri kendi yurtlarının inci ve elmas cevherleriyle dağlanmış Afrika’nın bahtsız köleleri ve diğerleri, vesaire…

 

Önce hepten ürktüm dediği şeyden, sonra iyiden iyiye meraklandım, derken heyecanlandım adamakıllı. Bunun her zamanki oyunlarımızdan biri olduğunu, dahası deminki marazi ilgisinin birdenbire benden uzaklaşıp çocuğa kaydığını görüp rahatladım. Çocuk öylesi­ne meşguldü ki, o sırada koyu bir sohbete tutuştukları kızdan kopup da yanımıza geleceğini düşünmedim. N’nin yüzüne baktım; hiç olmadığı kadar ciddiydi. Yerimden fırlayıp bir koşu çocuğun yanında aldım soluğu. Ona uzaktaki N’yi işaret ederek, çok önemli bir mevzu olduğunu, kendisiyle mutlaka konuşmamız gerektiğini söyledim. Çocuk afallamış halde bakakaldı yüzüme, “ne alaka?” diyen yüzünün ve alnının gerilmiş hatlarını fark edince, “ya,” dedim, “korkma, sadece konuşacağız.” Sesimi iyice alçaltıp gayrı ihtiyari bir tavır takınınca, daha fazla ayak diremeyerek geldi ardım sıra. Doğrusu bu kadar kolay olacağını ummamıştım. Az önceki görünüşünün aksine pek çekingen birine benziyordu çocuk, fıldır fıldır aranan bakışlarıyla pek heyecanlı görünümüne rağmen yabancı kimselerle çabucak kaynaşan biri olmadığı açıktı. Ama ne olursa olsun, vaziyet yine de oldukça garipti tabii, tanınmadık kişilerce esrarlı muhabbetlere çağrılmak.

 

N sol yanını işaret etti oturması için, ardından çocuk daha oturmadan aceleyle ismini sordu ona. ‘Arkadaş’ gayet alaycı biçimde:

“Yaşar” dedi, “ama sanki yaşamıyor gibiyim…”  Hemen ardından, yılıştı hafifçe, ciddi olmadığı, alay ettiği belliydi. Kendince espri yapmıştı ‘arkadaş.’

“Yaşar’lar genelde ümitli bir bekleyişin en son yongasından yapılırlar” dedi N, ardından durumu eşitler gibi hınzır bir gülümsemeyle asıl ölümcül vuruşunu yapıverdi: “… ve genelde eser miktarda düşük yapmış kadınların çocuklarıdırlar. Başlangıçta mecalsiz bir nidadan doğar, sonrasında birçok temenniyi doğrulamakla geçer hayatları.”

Çocuğun yüzü birden düştü, adeta dağılmıştı da sanki toparlanmaya çalışır gibiydi, oturduğu plastik iskemlede bir iki yalpaladı, sonra daha bir yerleşti olduğu yere, istediği ciddiyet noktasını bulduğundaysa, kıpraşması durdu hepten.

“İyi de siz kimsiniz kardeşim?” dedi; “ne demek oluyor tüm bunlar? Ne istiyorsunuz benden?”

“Meraklanma, sadece küçük bir kazı yapıyoruz” dedi N, “seni de hafriyata dâhil ettik.”

“Ne kazısı? Ne hafriyatı? Siz dalga mı geçiyorsunuz benimle!” diye hiddetlendi Yaşar.

“İstersen gidebilirsin” dedi N, “seni tutan yok, ama eğer gitmezsen, yüzüne ayna tutacağız. Şayet çeyrek saat dayanabilirsen hayatına kolibri kuşu kanatlarından yolunmuş parlak yeşil üç tüy dikeceğiz. Dişini bir saat kadar sıkabilirsen, Bitlis’ine altıncı minareyi katacağız!”

Yaşar iyice öfkelenip hışımla doğruldu oturduğu yerden. Tam yüzünü dolayıp gidiyordu ki: “Şaka şaka” dedi N, “gitme lütfen.”

Yaşar başını sağa sola sallayarak, derin bir of çekti. Ardından gözlerini kantinin en uzak noktasına dikerek geldiği yöne doğru baktı. Az önce sohbet ettiği mavi etekli kızın gitmiş olduğunu görünce, belli ki kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünüp gönülsüzce de olsa biraz daha kalmaya karar verdi.

 

N, Yaşar’ın kulağına eğilip gayet yumuşak bir tonda, sakince: “Aynı anda kaç kişiyi birden idare edebilirsin, çok pardon, yani sevebilirsin demek istedim.” diye beklenmedik, ahretlik bir soru sordu. Sanki muradını anlatamamış gibi de ekledi peşi sıra: “Ya da şöyle sorayım, aynı yüzü unutmadan kaç kez uyuyabilirsin?[1]

 

N, özellikle yabancı kişiler için bu türden yürek hoplatan, beyin yakıcı sorular sormayı pek severdi. Okyanus taramasını en dipten başlatmak gerektiğini söylerdi sık sık. Bu sözün anlaşılır ve kısa tercümesiyse şuydu: “Tıraşı kes, sadede gel.”

N, soluk bile almadan; “bu kadar mutluymuş gibi yapmaya gerek duymana neden olan şey ne, dostum?” diye tısladığındaysa, Yaşar kelimenin tam anlamıyla, öfkeden cinnet getirmek üzereydi. Ancak şaşılacak biçimde sustu, adeta tüm akli melekeleriyle birlikte kilitlenmiş gibiydi. Az önceki özgüvenli ve alaycı tavırdan, kibri coşkuya katan, coşkuyu misliyle çarpan taşkınlıktan eser kalmamıştı halinde. Suları içine çekilmiş bir göl gibiydi, kıyılarından başlayarak ağır ağır daralmaya, ufalmaya başlamış bir gölcük gibi. Derken teslim bayrağını çekiverdi hepten: “Görünüşe aldanmayın siz” dedi, “aslında ben hiç de mutlu biri değilim, bir hafta önce nişanlımdan ayrıldım, daha doğrusu kız haber bile vermeden, terk edip gitti…”

“Nedenini bilmek ister misiniz?” diye ekledi ardından. N ve ben meraklı gözlerle başımızı salladığımızda, şu necis cümleyi sarf etti Yaşar: “Herkesin içindeyken osuramamak!”

“Nasıl yani?” dedi N, “anlayamadım pek.”

“Yani toplum içindeki mutlak özgürlüğün en asgari ölçüsünün başkalarının yanında osurabilmek olduğunu düşünen bir kız arkadaşım vardı. Bu cesarete sahip olmamakla suçlayıp bıraktı beni vefasız.” diye yanıtladı beriki içini çekerek.

“Daha neler!” deyip şiddetli bir kahkaha patlattı N. Ben de kendimi tutamayıp güldüm haliyle.

Alaycı gülüşlerimize aldırış etmedi Yaşar, Gözleri bulutlanmıştı, bir müddet durakladıktan sonra isyankâr, devam etti: “Peki ama yaşadıklarımızı şimdi ben nereye koyacağım, ne oldu bütün o yaşadıklarımız? Nereye gitti?”

N, kendine çeki düzen verip sesini akort etti. İstihzalı bir intizar mı? Aslında çok bile beklemişti:

“Fakat” dedi, “dostum, dert ettiğin şeye bak. Kız senden ne mühim şeyler beklemiş de sen neyin kafasını yaşıyorsun hâlâ…  Pardon, kuzum, sen yaşamıyordun değil mi?”

“Siz dalganızı geçin bakalım,” dedi Yaşar, “anlatılmaz, yaşanır benimki. Tabii sizin için hava hoş, ne deseniz söylemesi kolay!”

Her şey o kadar saçma bir hal almıştı ki, o an eğer bir şey söylemeyecek olursam, muhakkak içime doğru patlardım suskunluktan. Pek kasıntılı, alayı ustalıkla imaya gizleyen bir belagatle, aynı şekilde çok bilmiş bir tavırla, adeta mağduru faydasız bir çırpınışa doğru daha da kışkırtmak istercesine, teselli niyetine şöyle dedim:

“Bu devirde nereye gitsen hep başka yerde olmak istersin… Aşk acısı bir türlü yakanı bırakmaz, ta ki seni şimdi mutsuz eden o kişiyi tanımadan önceki benliğinle bağ kurmadıkça…”

“İçim yanıyor kardeş” diye inledi Yaşar: “Fakat, nasıl desem… İçim…”

Ve sözünü daha fazla sürdüremedi.

N, hâlâ alaycı bir eda ve pek gaddar bir ruhsuzlukla:

“Bol bol yürümeni salık veririm” dedi.

 

Bu duygusuz oyuna dâhil olmak istemiyordum. O nedenle istikrarı bozmadan sürdürdüm tavrımı. N’nin tahrip ettiğini onarıcı, vaziyeti dengeleyici bir tutumla, cümleyi az önce bıraktığım yerden alıp birkaç satır boyunca daha da genişlettim: “Ondan önceki kendini düşün ve oraya koşa koşa geri dön, aksi halde içini kemiren acıya yenilirsin,” dedim, az da olsa yatıştırırım umuduyla.

Ne ki, denge bir türlü oturmuyordu, N, aynı alaycı ve iğneleyici söz dizimiyle yüklenmeyi sürdürerek; “yenilmek güzel şey” diye ekledi hınzırca. Ardından, asıl bitirici darbeyi sona saklamış gibi haince tısladı:

“Yüz hatların daha da zenginleşir.”

Yaşar, olup bitenlerin farkına vararak, öfkeyle ve biraz da içi yana yana: “Yüz hatları kimin umurunda!” diye kükredi birden oturduğu yerden ayağa fırlayıp. Sonra nedendir bilinmez, yüze vurulan acı hatıranın buharından başı dönmüş gibi, yüzünü avuçları arasına alıp bitkin bir halde yeniden olduğu yere yığılıp kaldı.

N, bu yürek dağlayan manzara karşısında işkenceyi daha fazla uzatmayarak süngüyü indirdi derken ve gayet müşfik bir tavırla elini Yaşar’ın omzuna koyarak şöyle dedi ona: “Üzülme, dostum, üzülme, daha doğrusu üzül, bu konuda bilgimiz öyle az ki…”

 

Yaşar, yavaşça oturduğu yerden doğruldu. Üstünü başını düzeltti, başına gelen yürek burkucu olayı kabullenmiş bir serinkanlılık ve olgunlukla baktı yüzümüze. Okyanus dibi taraması layıkıyla nihayete erdirilememişse de vaat edilen ayna yüze tutulmuş gibiydi.

“Belki bilahare, daha keyifli bir günümde yeniden görüşürüz” dedi Yaşar, ileri doğru birkaç adım atıp geriye dönüp bakarak. Sonra nasıl geldiyse öylece, bir müddet daha süreceği cefalı günlerin dar boğazlarına doğru akıp gitti. Doğrudan kantin çıkışına yönelerek, kalabalığı yara yara geçmesi, kirli sarı duvarlara omuzlarıyla sürtüne sürtüne uzaklaşıp gözden kaybolması güç olmadı.

 

N’ye döndüm: “Artık bu uğultuya daha fazla dayanamayacağım” dedim, “biz de biraz çıkıp dolaşsak nasıl olur?”

Gülümseyen yüzüyle bana baktı: “Gel,” dedi, “önce bir şeyler içelim, sonra çıkarız.”

Son okuduğu kitaplardan, yeni tanıştığı ‘insanları’ndan konuştuk çay içerken. Nursel’in yakında Hollanda’ya döneceğinden ve o gidince yine iyice ıssızlaşacağından filan söz etti. Kimi avutucu sözler ettiysem de bir türlü yatıştıramadım içindeki ıssızlığı. Kantin kapısından çıktığımızda saat beş buçuğa geliyordu. Ayrılmaya pek niyetimiz yokmuş gibi Bornova Terminal durağına, orada Tahir abinin işlettiği çay ocağına yollandık. Yol boyu havadan sudan konuştuk, bana perişan bir haldeyken sokakta bulup eve aldığı ve ancak birkaç gün tutabileceğini düşünürken temelli yatıya kalan “Kolpa” isimli kedisinden söz etti. Ardından kötü bir his gereği, belki de hiçbir zaman bitiremeyeceğini düşündüğü fakülteden dem vurdu bir süre. Sonra sohbet iyice koyulaşıp da sözcükler demini aldığında ve artık başkaca hiçbir şeyin konuşulamaz olduğu bir noktaya vardığımızda, mecbur sustuk karşılıklı. Ayrılırken, bir ara ince bir hüzün ve adeta ağlar gibi bir sesle şöyle dediğini işittim:

 

“Matmazel Eleonor mu?

O benim annem…”

 

[1] Memleketin pek muteber ve muhterem şairlerinden birinin çok meşhur bir dizesi. Bilenler biliyordur zaten, henüz duymamış olanlarsa, şimdiye dek duymadan yaşayıp gidebilmiş olduklarına göre, bundan sonra da herhalde bilmelerine lüzum yok…