Mehmet Eroğlu İle “Ruhun Parmak İzi” Üzerine: Artık Yeni Erdemler Keşfetmenin Zamanı Geldi
Söyleşi

Mehmet Eroğlu İle “Ruhun Parmak İzi” Üzerine: Artık Yeni Erdemler Keşfetmenin Zamanı Geldi

Pınar Özdemir

Pınar Özdemir: Ruhun Parmak İzi bugüne kadar hiç yazmadığınız bilimkurgu türünde bir roman. Öncelikle şunu sormak istiyorum, bu türe sizi çeken ne oldu? Bilim kurgu yazarken nereden yola çıktınız? Düşünme ve kurgulama aşamasında diğer romanlarınıza göre ne gibi farklılıklar vardı?

 

Mehmet Eroğlu: Evet, ilk bakışta Ruhun Parmak İzi daha önce hiç yazmadığım bir türde roman olarak değerlendirilebilir. Ancak neredeyse yarım asıra varan roman serüvenime bakarsanız şunları söyleyebiliriz. Romanlarımın odağında her zaman insan, insan yazgısı, insanlık yer alır ve hemen hepsinin, belirgin, gizlenmiş ya da vurgulanmış bir felsefi özü vardır. Bu açıdan değerlendirdiğimizde aslında Ruhun Parmak İzi’nin odağında, bu kez insanlık ölçeğinde yine insanın -insanlığın- yazgısı var ve şu sorunun cevabı aranıyor: “İnsanlar, insanlık diyerek övündükleri o bütünlükle, kültür ve sanatla edindikleri ruh ve vicdan ölçütleriyle, kısaca icat ettikleri Tanrıların erdemleriyle değerlendirildiklerinde, yaşamayı hak eden bir tür mü?” İnsanlığın yazgısını merak ederseniz, geleceği, hem de oldukça uzak bir geleceği düşünmek gerekir.

 

Romanın yazım süreci çok uzun sürdü. Yıllar diyebilirim. Yeni bir dünya hatta evren yaratmak gerektiği ve bu yeni sistemin, öyle dizilerdeki ya da uzay filmlerindeki gibi fantastik kurallara değil de bilinen ya da açıklanabilir fizik kurallarıyla çelişmeyen bir mantığa oturtulması gerektiğinden, bilim adamlarından, aslında sadece birinden, yardım almam gerekti.

 

Ö: Bilim kurgu yazmak dili de farklı kullanmayı, yeni bir dil oluşturmayı, yeni bir sistem yaratmayı gerektiriyor. Bilim kurgu evrenini nasıl oluşturdunuz? Bu romanları diğer romanlarınıza kıyasla dil bakımından nasıl temellendirdiniz?

 

M.E: Dil ve özellikle de kullanılan sözcükler için neredeyse her cümleyi, her bölümü, kısacası bütün metni tekrar tekrar filtreden geçirdim. Çünkü olaylar, bir varlık olan BAel’in gözünden anlatılıyordu. Bunun için iki kriter kullandım. Soyut anlamları olan ya da duygu içeren, hayal kurmayı çağrıştıran sözcükler yasaklıydı. Varlıkların bireysellikleri olmadığı ve eylemlerini mantığa, toplumun yararına dayandırdıkları için bu şarttı. Dikkat ettiyseniz romanda neredeyse hiç betimleme yok. En fazla uzayın, gezegenlerin bir anlamda, fotoğraflarını çeken tanıtımlar var.

 

P.Ö: Ruhun Parmak İzi  insana ilişkin çok trajik bir sorudan, varlık uygarlığından YAnel’in BAel’e yönelttiği: “Öncülerin hedefi insan olmaksa bence şu soruyu cevaplamalıyız BAel: İnsanlar, insanlık diyerek övündükleri o bütünlükle, kültür ve sanatla edindikleri ruh ve vicdan ölçütleriyle, kısaca icat ettikleri Tanrıların erdemleriyle değerlendirildiklerinde yaşamayı hak eden bir tür müdür?” sorusundan yola çıkıyor. Sizce öyle mi?

 

E: Şu halimize bakın ve siz karar verin! İnsan dediğimiz yaratık, en fazla on beş bin yıldır bu gezegenin efendisi. Bu kadar kısa bir sürede, birkaç milyarlık ömrü boyunca üzerinde başka hiçbir türün elde edemediği kesin bir hâkimiyet elde ettikleri gezegenimizi getirdikleri noktaya bakın! Binlerce canlı türünü yok ettiler. Savaşı icat ettiler, birbirlerini teker teker değil, milyonu bir arada öldürmenin yolunu buldular, hâlâ da bu yolları çeşitlendirmenin, genişletmenin yollarını arıyorlar ve asıl dramatik olan, sadece kendilerini değil, gezegeni yok etmeye doğru doludizgin yol alıyorlar. Artık yeni erdemler keşfetmenin zamanı geldi: Gezegeni sevmek, ona acımak ve onu korumak, kurtarmak ile ilgili.

 

P.Ö: Galiba Tanrı olmanın “öncü”lerin deyişiyle cinayet işlemeyi göze almaktan başka bir yolu yok. Bu bağlamda Tanrı ve inanca ilişkin ne söylemek istersiniz? İnsan, varoluşuna ilişkin inancı temelden sarsıldığında ilk önce neyi sorgular?

 

M.E: Tanrı kavramı aslında insanın kendisi için tasarladığı ütopik bir erdemler bütünlüğüdür. Ruhun Parmak İzi romanı, “insanın varoluşa ilişkin inancının sarsıldığında” hem yapılan sorgulamayı hem de bu sorgulamanın sonucunda varılan noktayı, bulunan çözümü ya da çözümsüzlüğü tartışıyor. İnsan, “ruhundaki o izle” var olamıyor ama onsuz da yok oluşa sürükleniyor.

 

P.Ö: Bilim kurgu romanları tıpkı distopyalar gibi yaşanan gerçeklikten farklı ama yaşanan gerçekliği de çarpıcı biçimde sorgulama aracı olan türler. Bilim kurgularda yaratılan evren bugünkü dünyada yaşadığımızla benzer sorunları ve çıkmazları içeriyorsa daha etkileyici oluyor. Ruhun Parmak İzi de kimi yerlerde distopya ve ütopyaya yaklaşıyor. Türün diğer örneklerine de baktığınızda bilim kurgu edebiyatının günümüzü yakalama ve öngörme bakımından nasıl bir işleve sahip olduğunu düşünüyorsunuz?

 

M.E: Bana sorarsanız, biraz kestirme bir cevap olacak ama teknolojik kehanetler bir yana, bilimkurgu romanları aslında bir tek soruya cevap arıyor ya da cevapsızlık karşısında atılan feryatları yansıtıyor: “Ben insanım, bana ne olacak?” İlk modern romanlardan biri olan Robinson Crusoe’dan beri edebiyatın ana teması bu: Gezegenin üzerindeki yalnız insanın yazgısı… Edebiyat insanı, insanlığı yargılar ya da eleştirirken onlara bir gelecek de hayal eder.

 

P.Ö: Bilimkurgu edebiyatından sizin severek okuduğunuz, insana ilişkin benzer sorgulamaları yaptığını düşündüğünüz bilimkurgu yazarları kimler?

 

M.E: Jonathan Swift, H.G. Wells,  George Orwell, Stanislaw Lem, Philip K. Dick… Unuttuklarım da olmuştur tabii.

 

P.Ö: Âdem ve Havva’ya kadar gidersek insanın bilme konusunda önüne geçemediği arzusu ve iştahı cennetten kovuluşuna sebep olmuştur. Tabuların insan doğasına ters düşen bir yanı var. Ruhun Parmak İzi’nde de tabular mevcut. Asteroit kuşağının ötesinde, dış uzayda bulunan TAbu “gidilmesi yasak olan uzay” olarak tanımlanıyor. Tabu’ya bir yolculuk yapılıyor. Bu bağlamda, insanın bilinmeyene olan merakı konusunda neler söylemek istersiniz?

 

M.E: Hangi düzeni kurarsanız kurun, eğer canlılar, türü fark etmez, bir arada yaşıyorsa, iki ortak uygulama ortaya çıkıyor: Düzen adına yasaklar ve hiyerarşi. Sadece tek başına yaşayanlar belki bir ölçüde bu olgulardan uzak durabiliyor… Ama orada da doğum devreye giriyor. Anne ve yavru ilişkisi… Maalesef ormanlarda, ağaçlar arasında bile hiyerarşi var… Meraka gelince, sanırım biraz abartarak, canlılık, aslında meraktır dersek pek de yanılmış sayılmayız diye düşünüyorum. Hatırlayın, bundan bir milyar yıl önce bir canlı denizlerden kafasını çıkarıp, burada ne varmış demese, karalarda yaşam olmayacaktı. Kısacası, canlılıkla merak arasında süregelen kopmaz bir ilişki var.

 

P.Ö: İnsanların bilgiyi bir şeye sahip olmak amacıyla kullanmaları BAel’e çok şaşırtıcı geliyor. Gerçekten, bilgi bize neden lâzım?

 

M.E: Önceleri yaşamak, hayatta kalmak için gerekliydi. Sonradan var oluşumuzu açıklamak, anlamlandırmak için, gökyüzüne baka baka geliştirdik. Ama bilmek sahip olmanın yarısı. Matematiğin ve geometrinin, binlerce yıl önce arazilerin paylaşımı, hesaplanması için geliştirdiğini hatırlayın. Astronomi, ekim ve hasat zamanını kestirmek için geliştirildi.

 

P.Ö: Bundan binlerce yıl önce kırk kadın (Kurucu Analar) insanlık uygarlığının üçüncü ve son durağı Knoks’tan türdeşlerini bırakıp gizlice ayrılıyor ve kendi türlerinden nefret ettikleri için karıncaların toplum düzenini örnek alarak yeni bir canlı türü tasarlıyorlar. Ancak buradaki sınıflı toplum yapısı Platon’un önerdiği ideal toplumsal örgütlenmeye benziyor, onun dişil versiyonu gibi.  Karıncaları örnek alma sebebiniz neydi? Eğer mümkün olsa insan dışında bir şey olarak var olmak ister miydiniz?

 

M.E: Bu soruyu cevaplarsam Varlıklar serisinin ikinci kitabı Knoks’u basılmadan açıklamış olurum. Ama senin sorundan bir alıntıyla kısa cevap şu olurdu: “Platon’un önerdiği ideal toplumsal örgütlenmenin dişil versiyonu…” Biliyorsun, karıncalar tamamen dişil bir toplumdur.

 

P.Ö: BAel’in bulunduğu gezegende yaşayanlar, insanı insan yapan, varlığına anlam katan birçok bilgiden ya da birçok önemli kavramı tanımaktan yoksunlar. Edebiyat gibi, müzik gibi haz veren birçok kavramdan, hatta duygulardan yoksun yaşıyorlar. Tüm bu kavramlara ve duygulara yeniymiş gibi bakmak, onları ilk kez duyan, hisseden karakterleri yazmak zor oldu mu?

 

M.E: Yukarıda açıklamaya çalıştım, evet zor oldu hem de çok: Hele benim gibi yazdıklarında insan davranışlarıyla ilgili tespitlere, felsefi göndermelere yer veren, betimlemelerinde imgeler kullanan birisi için zorlayıcı bir denemeydi. Dediğim gibi sürekli filtreledim. Ama bir süre sonra BAel ya da YAnel gibi mantık yürütmeye, daha doğrusu ‘çıkarım’ yapmaya ve ‘kestirimde’ bulunmaya, soyut düşüncelerden uzak durmaya alıştım

 

P.Ö: BAel’in yaşadığı gezegende cinsiyet kavramından da haberdar değiller. Bilimkurgu edebiyatında biyolojik ve toplumsal cinsiyet algıları çok farklı şekillerde ele alınarak bizim düşünmeden norm kabul ettiğimiz kavramları sorgulamamızı da sağlıyor. Varlık uygarlığında “dişi” varlıkların hâkimiyeti üzerine kurulu bir toplum yaratılmış ancak yine de bildiğimiz anlamda kadınlık, annelik ve aile gibi kavramlar yok. “Kurucu analar” varlıkları göçmeye mahkûm etmiş. Burada dişil gezegen ve göç konusunda neyi sorgulamak istediniz?

 

M.E: Dediğim gibi cevaplar Knoks’ta

 

P.Ö: Ruhun parmak izi sevgi midir?

 

M.E: Bence tutku…

 

P.Ö: Ruhun Parmak İzi, Varlıklar 1 alt başlığını da taşıyor. Nasıl bir seri roman tasarlıyorsunuz? Serinin diğer kitapları hakkında neler söylemek istersiniz?

 

M.E: Şimdilik, Ruhun Parmak İzi romanının geçtiği dönemden binlerce yıl öncesini, Knoks gezegeni anlatan bir roman var planlamada. Sanırım Varlıklar 2, gelecek ocakta çıkmış olur.

 

Söyleşi için Karnaval Dergi adına çok teşekkür ediyorum.