Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Palamut ağacının gölgesine oturmuş, artık orlonlarla ben tencere tutacağı, Elif de elbezi örüyor, altı numara tığla. Eliflerin üç ineği birbirine yakın mesafede, bizim Merco bir başına yabani yoncalara yumulmuştu. “Bak,” dedim pembe tutacağı havaya kaldırıp, “çok güzel oldu, değil mi.” Dudak büktü Elif, “İnek dili gibi, yanlış yapmışsın.” İkizkenar üçgen olması gerekirken ovalleşmişti, sahiden de Mercan’ın pembe, pütürlü diline benziyordu. Çayıra baktım, Merco yok. Mercan neredesin dememe kalmadan koçanları körpe, püskülleri taze mısır ormanından iri yarı bir kadın çıktı. “Sıçayum ağzuna, galuk galısuca,” diye bağırdı, çomağı fırlattı. Elif elindekini saldı kaçıyor, orlon bacağına takılmış, koştukça ayağımın dibindeki elbezi küçülüyordu. Korkak fare değildim, istifimi bozmadım. Kadının belden lastikli eteğinin içine soktuğu bordo mavi çizgili erkek tişörtü eski, ayağındaki lastiklerin önü delikti. “Ne var teyze, niçin bağırıyorsun?” Değneği yerden aldı, havada sallaya sallaya üstüme yürüdü. Büyüklere el kalkmaz. Aramızdaki mesafe daralıyor, ne yapayım, yere çöktüm, başımı kollarımın arasına aldım. Küt, diye indirdi sopayı sırtıma. “İşkenceler bizi yıldıramaz,” dedim bağırarak. Abimden aşırdığım laflar art arda sökün etti: Sömürgecilere vursana, emperyalistlere, burjuva, diktatörlük, oligarşi, aklıma ne geliyorsa saydırıyorum. Ben bağırdıkça kabalarıma vuruyordu. Elif de az ötede durmuş, elleri yanaklarında, dayağı o yiyormuş gibi kasılmış seyrediyor. Kadın hırsını aldığından mı, insafa geldiğinden mi, bilmem, homurdana homurdana uzaklaştı. Ezberimi bozmuştu allahın belası. “Pis cadı,” diye avazım çıktığı kadar bağırdım, “bunun hesabını soracak sana babam.”
“Orospu!” Bana mı dedi, yoksa kasırgaya tutulmuş mısırların içinde bir belirip bir silinen karartıya mı çözemedim, sopayı fırlattı ama yetişmedi karartıya. Aşağılarda bir yerde önce kafası, ardından gövdesi çıktı Merco’nun. Kadının sopası havada jet gibi ilerliyor. Kısa bir ân durdu, ardına baktı Mercan, kadına inat tarlaya çark etti. Kovalamacanın ardından ikisi de gözden kayboldu. Tarlaya dalamamam, bostan korkuluğu gibi dona kalmışım.
“Kız sen ne biçim şeyler söyledin öyle,” dedi Elif, “sömürgeci falan, ondan sinirlendi ha, al şunları da gidelim çabuk.”
Yok Türkân Şoray kirpiği, yok Zeki Müren bilmem neyi, ödlek küçük burjuva ne olacak. Elindeki tutacağımı sinirle çekip aldım. Yola koyulduk. Sırtım, baldırlarım, kalçamın kemikleri ağrıyordu, yürüyüşüm tuhaflaşmıştı.
“Belin çıkmış olmasın, belki de kırılmıştır, kız valla sıcakken belli olmuyormuş…” Bıt bıt da bıt bıt.
“Aman be küsersen küs, çok da şeyimdeydi,” dedi, üç ineğini -üçü de Hollanda cinsi, memeleri varil kadar- önüne katıp gitti. Allahım ne yapacağım, ne diyeceğim şimdi ben anneme. Döndüm, boklu derenin kıyısında dibi gri balçıkla kaplı köpüklü suya baktım, canım yanıyor karşıya nasıl atlayayım. Aralıklarla Merco’ya seslendim, öyle zayıftı ki sesim ben bile zor duyuyordum. Annem elinde fırça sapı bana doğru geliyor. Elif’i görmüş, öğrenmiş durumu. Hiçbir şey sormadı, “Babanla abin gelmeden bulalım şu Merco’yu,” dedi sadece.
Dereyi geçtik, tarla üstüme üstüme geliyor, yaprakların hışırtısından başka ses yok, yarasalar uçuşuyor tepemizde, sırtım ter içinde, gövdem bir su aygırı yavaşlığında annemin peşinden sürükleniyor.
“Kızım hızlansana.” Söylemesi kolay, dayağı yiyen benim, bilse. Teneke çatılıydı ev, bahçesi kalaslarla çevrili.
“Komşu, hu komşu!” Evin muşamba kaplı kapısı yere sürtüne sürtüne açıldı. Açılmasıyla ışığı arkasına alan lanet olası cadının hırçın gölgesi çakıllara yayıldı.
“Sen git, pezevenk kocan gelsin,” dedi.
“Ağzını bozma, insan gibi geldik kapına, erkekleri niye karıştırıyorsun.”
Bir adam çıktı evin arkasından, kadından bir karış uzun.
“Ne var, kimsinuz?”
Annem, “Kardeş, bizim inek,” der demez, “İnek münek yok, siktirun gidun hayde!” diye lafı annemin ağzına tıktı adam.
Babamla abim şantiyeden yorgun argın geldi. Merco dışında hane halkı tam. Yok kümesin, yok kömürlüğün kapısı, kızım çapayı almış mıydın içeri, ikide bir dışarı çıkıp duruyor annem. “Yav Melek bir otur, gözünü seveyim bir otur, Allah aşkına sansar mı var, tilki mi, kim ne yapsın senin tavuklarını,” dedi babam şakacı tonda.
Sofraya oturduk. Babam çorbasını bizden önce bitirdi, karnıyarığa geçti, lokmaları yuttukça keyiflendi. Merco’nun inatçılığından, asiliğinden dem vurdu annem, derken ağzındaki baklayı çıkardı. Bir de bana söyleme diyordu. Babamın gözbebekleri yuvasından fırladı, kaşlar birleşti, sandalyesini geriye itti, “Ha malıma el koymuşlar ha şerefime.”
“Ya baba sakin ol,” dedi son ana kadar dinlemede kalan abim, “bunlar yapay çelişkiler, aynı saftayız, bizim kavgamız sermayeyle.”
“Başlatma lan safından, çelişkisinden adamlar ineğimi kesecek, sermayeymiş.” Abim of puf, annemin bakışlar yerde, laflar ağzında yuvarlanıyor.
“Sağır mısınız,” dedi babam tuvaletten, “kapı çalıyor kapı.” Bana mı öyle geldi yoksa kalbim mi patlıyordu, dış kapı güm güm. Aha, dedim, evi başımıza yıkacaklar. Abim açtı kapıyı. “Ooo, Hüsnü amca kaynanan seviyormuş.” Sindiğim yerden fırladım, imdadımıza yetişen misafirlerimize terlik verdim. Annem sofraya buyur etti. “Ohoo, biz o işi çoktan gördük Melek Hanım,” dedi Güneş teyze.
Babam bodoslama bir girdi konuya, konuştukça sinirlendi, hop oturup hop kalktı.
“Ya sıkma canını Nazım,” dedi Hüsnü amca, “olmadı sabah birlikte gider konuşuruz adamlarla.”
“Yok Hüsnü, bu gece sabah olmaz bana.” dedi babam, kapıya yöneldi.
“Yav dur, akşam akşam iş açma başına.”
“Herifler malımı gasp etmiş, ben de sabah ola hayrola diyeyim öyle mi, ne malum sabaha kalmadan ineğimi kesip kellesini kapıma asmayacakları.” Güneş teyze evine, Hüsnü amcayla biz babamın peşinden tarlaya.
Karı koca beysbol oyuncuları gibi ellerinde sopa maça hazır bekliyor. Babam bizi şaşırtan bir sakinlikle Merco’yu vermelerini, zararları neyse karşılayacağını söyledi. O nazik konuştukça kadın bağırıyor, o susuyor kocası başlıyor, hayır bir de küfürlü küfürlü konuşuyorlar. Babam la havle çekti, bahçe kapısının önünde bir aşağı bir yukarı.
“Gözünü seveyim Nazım, uyma sen bu ayarsıza,” dedi Hüsnü Amca, “kanun var nizam var, gidip şikâyet edelim jandarmaya.” Milletin itip kaktığı, babamın koruyup kolladığı Deli Kadri’nin sesiyle inledi ortalık, evin arkasından topalla topallaya bir çıktı ki, aman Tanrım üst baş paramparça. Babamın nevri döndü, tut tutabilirsen, Süpermen mi Örümcek adam mı, saniyeler içinde kapıyı devirdi babam, tahtaların üstünden sıçradı, havada yakaladığı değneği uçlarından tutup dizinde ikiye böldü, adama kafa attı. Bağırtılara koşan iki adam anlamadan etmeden, biri abime, öteki Hüsnü amcaya girişti. Kadın yerde yatan kocasının başında, aralıksız sövüp sayıyor. Kim haber ettiyse jandarmalar çevirdi etrafımızı. Ortalık anında süt liman.
“Haneye tecavüze girer bu yaptığınız,” dedi komutan bizimkilere.
“İneğimi alıkoymak neye tecavüz oluyor komutanım.”
“İnek mi, o nerden çıktı kardeşim.”
“Yav bizim inek bunların tarlasına girmiş, ben efendi efendi özür diliyorum, herif ana avarat küfrediyor.” Sustu, çenesiyle Kadri’yi işaret etti babam.
“Allah aşkına komutanım, şu garibanın haline bakın, hadi inek benim, derdiniz benimle, bundan ne istiyorsunuz.”
“Hepsinden de şikâyetçiyum komutanım,” dedi adam, “onca misirum telef oldi, bir deyul iki deyul ha bunun ineğunun yaptiğu.” İnek dedi ya, kadın yine başladı bağırmaya, sesi de nasıl cırtlak.
“Tamam be teyze, yeter kafa şişirdiğin,” diye bastı kalayı komutan, “bilerek sokmamışlar ya tarlana, hayvandır, girmiş işte.”
Küçümsemeyin Mercan’ı, bile isteye girdi, ahını aldı, benim de, oh olsun.
“Akşam akşam uğraştırmayın bizi, salın ineği, tokalaşın, komşusunuz siz, ayıp yahu bir inek yüzünden.” Millet eğlence peşinde, duyan geliyor, evin önü ana baba günü. Abimin aynı saftayız dediği emekçiler ikiye bölünmüş, ortada da jandarmalar. Birden, “Ah,” diye bağırdı abim, yere çöktü. Alnı kanıyordu. “Ulaan,” dedi babam jandarmaların arasından ok gibi sızdı karşı saftaki sarkık bıyıklı gencin yakasına yapıştı. Ben bir yandan “Baba lütfen, Hüsnü amca yetiş,” diye bağırıyorum, annem öbür taraftan, “Kurban olayım, durun, ne olur yapmayın.” Başçavuş beylik tabancasıyla havaya ateş etti. Put kesildi herkes. “Asker,” diye seslendi komutan, eliyle Kadri’yi gösterdi, “bu hariç topla erkekleri, doğru karakola.”
Mercan önümüzde, adımları mecalsiz, tuhaf sesler çıkarıyor, hırsından ağlıyordu sanki. Kadri de yol boyu, Mercağammo, adağammo, allağammo, konuşup durdu. Babam hariç, anlayana aşk olsun. Bakmayın siz Kadri’nin böyle olduğuna, gençliğinde namlı bir baytarmış, diye anlatır babam. Haymana ağalarından bilmem kimin İngiliz asıllı atı hastalanıyor, durumu ağır. Kim tedavi edebilir? Kadri Şimşek isimli baytar. Nerede bu baytar efendi. Uzak bir yerde. Fizan’da olsa ne yazar, getirin derhal. Ağanın adamları Kadri’yi buluyor, apar topar Haymana’ya getiriyor. Güzelim at, bir deri bir kemik, öldü ölecek. Elinden ne gelirse yapıyor, çırpınıp didiniyor ama atı kurtaramıyor Kadri. Adamlarına bırakmadan bizzat ağanın kendisi zavallı Kadri’yi öldüresiye dövüyor, kafasına çivili tahtayla vuruyor, sonra da alın götürün bunu nereye bırakırsanız bırakın, diyor. Gariban Kadri bu halde olmasın da kim olsun.
Küçük gölün orada Mercan’ı yanağından öptü, barakasına giden patikaya saptı Kadri. Ahırın kapısı açık, içeride göz gözü görmüyor, Mercan bilmez mi evini, karanlığa hiç tereddütsüz attı adımını. Işığı açtım, açmaz olaydım, sırtında, karnında kanlı yarıklar, değnek izleri, kuyruğundan kan damlıyor, saçaklarını kökünden kesmişler. “Ah benim canım, vay vicdansızlar eliniz kırılaydı ha,” diye bağırdı annem, “yavrulu hayvana, dilsiz biçareye, taş kesilin emi.” Annem beddua ettikçe inliyor Mercan.
“Koş kızım kovayı getir, memeleri patlayacak.” Beddualar bitti teselli ve övgü faslı başladı.
“Kızımı sağamamışlar, bana saklamış sütünü, kolay mı Mercanıma dokunmak. Vurdun tekmeyi değil mi kızım, devirdin kovayı.”
Yemin ederim vurmuştur, annemden başkasının memelerine dokunmasına asla izin vermez. Kolay mı Mercan’ın sağmak. Öyle avuçlayıp beş parmakla bastıramazsın, pembelikler başparmakla işaret parmağının arasında olmalı, basıncı iyi ayarlayacak, ritmi tutturacaksın. Annem Merco’dan sebep, kimsede yatıya kalmazdı. Teyzemi acilen hastaneye yatırdıklarında iki gün yanında kalmıştı da yapmadığını bırakmamıştı Merco. Elif’in annesi Güneş teyzeden rica etmiştik sabah akşam sağıma gelmesini. Aman ne eziyet ne cefa. Merco burnundan soluyor, ipini kopardı koparacak. İçimde yaradır, hatırladıkça cız eder yüreğim, kulaklarına asıldım, yetmedi suratına tokat attım, gözleri yaşardı.
“Koku alıyor bu,” dedi Güneş teyze, annemin ahır giysilerini üzerine geçirdi, başına da yazmasını bağladı. Ben de elimde küspe tası samanlıkla ahır arasında mekik dokuyorum. Yem çuvalının boşalmasını saymazsak her şey tıkırındaydı ki, siz kimi kandırıyorsunuz, der gibi tekmeyi indirdi kovaya. Güneş teyze bir yanda süt kovası öbür yanda.
Bizimkiler geldiğinde saat biri geçiyordu. Abimin alnında el kadar sargı bezi. Mercan’ı sordu babam. “Yok bir şey, sağdım rahatladı,” dedi annem. Neyse ki gidip kontrol etmeye kalkmadı babam, bütün gün çalışmış, üstüne bunca vukuat, odasına girdi, kapıyı kapadı.
Sabah uyandım, babamla annem mutfakta fısır fısır. Kulak kabarttım. “Bana kalırsa Merco aşeriyor,” dedi annem, “ gebe ya canı mısır çekiyor.”
Babam durup durup kahkaha attı. “İnek, aşeriyor, ilahi Melek, sabah sabah iyi güldürdün beni, ver bir yanak.”
Mutfağa uğramadan ahıra koştum. Mercan yatıyor, kuyruğu altında, gururu incinmiş, ayıbını gizliyor. Kafasını kucakladım, uzun ıslak kirpikleri boynuma değdi. Eşikteki karartıya ödüm koptu. Deli Kadri, elinde de fi tarihinden kalma eski püskü siyah bir çanta. Sevinçle acı karışımı bir mö çıktı Mercan’ın gırtlağından, yekinip kalktı. Kadri önde Mercan peşinde, ben de en arkada dışarı çıktık. Mercan’ın yaralarını gün ışığında didik didik etti Kadri. Cebinden huni biçimli tuhaf bir şey çıkardı, Merco’nun gövdesini o aletle santim santim dinledi. Bana döndü, her şey yolunda der gibi gülümsedi.
“Gerçekten baytar mısın,” dedim, “hayvan doktoru yani.” Acımtırak bir ışık belirdi mavi gözlerinde, sonra eliyle çantayı işaret etti. Kaldırdım, bayağı ağır. Usturaya benzer bir alet aldı çantadan, derin bir sükûnetle yaraların etrafındaki tüyleri tıraşladı. Nasıl da özenle ve süratle işliyordu yıkanıp paklanmış elleri. Mercan kıpırtısız, gözler yumulu, kulaklar gevşemiş, doktorunun maharetli ellerine teslim olmuş.
Üniversiteye başladığım yılın son gecesinde, şanına yakışır şekilde saat tam yirmi dörtte sustu ve gözlerini kapadı Mercan.
İnançlı kadındır annem, her yılbaşı gecesi ölmüşlerimizin ruhuna mutlaka mum yakar. O gece fazladan iki mum daha yaktı, birini Mercan’a, ötekini Mercomuzun esrarengiz doktoru Kadri Şimşek’in ruhuna. Oysa ne Tanrıçalar ölür ne iyilik melekleri, öyle değil mi Mercan.