İrvin Cemil Schick, “Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesi: Yücelikten gülünçlüğe” denemesinde*, Batılı sanatçıların oryantalist çalışmalarından örnekler vererek, Doğu kültürünün cinselliğe indirgenerek, sulandırıldığı sonucuna varır. “…Oryantalist resimlere baktığımızda rüyalar dünyevi ve şehvanidir. Achille Zo tarafından yapılmış olan oldukça ünlü resim, Le rêve du croyant (Müminin Rüyası), cenneti düşleyen bir Müslüman adamı tasvir etmek iddiasındadır ve burada cennet, tabi ki, ruhani bir yerden ziyade, tensel zevkler mekânı olarak tasvir edilmiştir. Çok sayıda çıplak kadın, muhtemelen huriler, öbür dünyada inanan erkeklere hizmet ediyor. Bu tabloda bu rüyanın keyif verici bir maddenin etkisiyle görülüyor olabileceğine dair bir ipucu dahi var, zira resmedilen bu sahne resimde bir nargileden çıkan dumanla çevrelenmiştir.” İrvin Cemil Schink denemesinde, Batılının gözünde, görülen rüyaların bile farklılık gösterdiğini, Doğulunun dünyevi rüyalar görürken, Batılının daha çok ruhani rüyalar gördüğünü yazar: “Orta Çağ’dan bu yana, İslam Batılılar tarafından dünyevi, maddeci ve şehvani bir din olarak tahayyül edilmiştir; semavi ve ruhani bir din olarak değil.”
Yakın ve Uzak Doğu halklarının kültürlerine, dillerine, toplumsal yapısına Batılı bakış açısı ile bakılmasına/sulandırılmasına “Oryantalizm” denilmektedir. 18. ve 19. yüzyıllardaki Batı kapitalizminin gelişmesi sonucunda, Doğu halklarının sömürgeleştirilmesi ile ortaya çıkan anlayışın oluşturduğu bu kavram bir tür “1001 Gece Masalları” fantezisidir. Aydınlanma çağı sonrasında Batının zenginleşme yolundaki halklarının, Doğu halklarına ve kültürüne yönelik önyargılı bir ötekileştirilme olduğu yorumu da yapılmaktadır. Peki, Batılı entelektüel dünyasının, Doğu kültürünün felsefesini anlamamaktaki ısrarını salt sömürgeci zihniyetine bağlayabilir miyiz? Oryantalizme, Batılı bakış açısının anlayabilme adına, farklı bir pencereden bakabilmesi için Mevlana’nın “Mesnevi”si** ve uç noktalardaki metafor örnekleri kılavuzluk yapabilir mi?
Fiziksel dünyanın ötesinde metafizik bir alemi ve insanın dışsallığından çok iç dünyasını, kendine temel konu edinen “Tasavvuf” düşüncesi ve edebiyatı, kendi alanında da soyut anlamları ifade etmek için metaforik anlatım biçimlerine sıkça başvurduğu görülmektedir. Bu bağlamda tasavvuf düşüncesinde metaforlar, genellikle “nefs/nefsani” kusurlarından kendini kurtaramamış kimse; gönlünü ve zihnini dünyalıklarla, boş ve faydasız söz ve duygularla dolduran kişi ve ilmiyle amel etmeyen “âlim” gibi anlamları ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Mevlana “Fihi Mafih” adlı yapıtında: “Veliler ve nebiler kendilerini ‘Hak’ yolundan alıkoymazlar. Hak yolunda nefislerini öldürmeli; arzu ve şehvetlerini terk etmelidirler. Bu büyük bir savaştır. Vasıl olup emniyet makamına yerleşince eğri ve doğru onlara keşfolunur. Doğruyu eğri ile bilirler ve görürler.” (Çev: M. Ülker 1954 s.196) Bir gerçeği karşıdakine anlatmak en iyi nasıl mümkün oluyorsa o yol seçilmelidir. Mevlana da cinsellik içeren bir hikâyeyi bir büyük amacı daha açık olarak anlatabileceğine karar kılmış olmalı ki, kullanmakta sakınca görmemiştir. Cinsellik içeren hikâyelerin günah olduğuna dair bir hüküm yoktur. Bu ancak eğri ile doğruyu bulma yöntemidir. Bu hikâyeler, simgelerle bazı gerçekleri “Hakikat – Tevhit İlmi” mensuplarına anlatılır.
Mesnevi’den “Kabak/ Eşek” metaforu okunduğunda görüleceği gibi verilen örnek uç bir noktadır. Bu uç nokta, mürşitsiz yola çıkmanın nasıl hüsrana dönüştüğünü göstermektedir. “Bir halayık şehvetinin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. O eşek kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti. (1335) O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı damarları da. (1340) Onda hiçbir illet görünmedi kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. Halayığın efendisi Kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O halayık eşeğin altına yatmıyor mu? Bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı. (1345) Eşek erkekler dişilerine nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış işini becermekteydi. (1350) Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak, dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü. Elinde süpürge kapıyı açınca kadın dudak altından seni usta seni dedi. (1355) Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın iyi. Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? İşi yarıda kalmış öfkeli aleti oynayıp durmada. Gözleri kapıda seni beklemede. Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Kadın anlamamış görünüp, dedi ki: Tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle. Şunu söyle böyle yap şöyle et. (1380) Kadın kapıyı kapadı, sevine sevine eşeği kendisine çekti cezasını da tattı ya! Eşeği çeke çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı. O kadın da muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı. (1385) Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı damarları koptu, birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana. Ahırın içi kanla doldu kadın baş aşağı yıkıldı öldü. Kötü bir ölüm kadının canını aldı.” (Mesnevi-Cilt 5 1335-1420. Beyitler s.112-118)
Ön plandaki metaforik anlatıma göre, hikâyenin baş kahramanı olan eşek, “nefsi” simgelemektedir. Mevlana bu simgelemeyi şöyle açıklamaktadır: “Bil ki bu hayvan nefs, bir eşektir. Onun altına düşmekse, ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. Eğer şehvet hırsıyla can verirsen, bil ki sen de o kadından daha alçaksın!/ Tanrı, nefsimize eşek suretini vermiştir; çünkü suretler huylara uygundur. Kıyamet gününde sırların açığa çıkması, işte budur. Tanrı hakkı için, eşeğe benzeyen nefsten kaç!” Hikâyedeki halayığın sahibesi konumundaki kadın ise şehvet, hırs, sabırsızlık gibi yerilen nefsani özelliklere kapılmış, üstelik bu gibi kötü huylardan kurtulmak için kendine bir yol gösterici arayıp bulmamış “mürşitsiz kişiyi” simgelemektedir. Kadının mürşitsiz işe kalkışmasını da şu beyitleriyle yermektedir: “Ustasız iş yapmak istedin, bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın. Benden eksik bir bilgi çaldın; çaldın ama tuzağın nasıl bir şey olduğunu sormayı ihmal ettin. Yalnızca görünüşe kapıldın. Hâlbuki içyüzü senden gizliydi. Usta olmadan dükkân açtın. Fakat a haris! Neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki, gözüne kabak görünmedi?” (Cilt 5/117).
“İnsanın bilme yetisi”ni Mevlana, “İnsanın kendi varlığında hakka ulaşma yöntemi,” olduğunu söyler. Bilme yetisinin sınırlarını ise Tebrizli Şems’ten öğrendiği “Hakikat İlminin” sonsuzluğu olarak tanımlar. Hakikati öğrenen kişinin amacı ve değerleri sanıldığından farklıdır. Amaç iyi ahlaklı bir kişi olmak değildir. Herkesin itibarını kazanmak hiç değildir. Yalnız ve yalnız hakka giden yolda mesafe almaktır. “Hakikat – Tevhit” İlmini bilmeden Mevlana’nın anlaşılması zor olacaktır. Mevlana da önceleri Şemsin “Hakikat – Tevhit” yolundaki davranışlarına anlam veremez ve sonunda “Aklımı bıraktım rahat ettim,” der. Mevlana, “Hakikatte varmanın” tek yolunun yargılamamak, eleştirmemek “iyi-kötü” kavramlarını bir tarafa itip, mürşide teslim olmak görevinin temeli haline getirir. “Hakikat İlmini” öğrenen ve o günden itibaren de davranışları “Hakikat İlmine” göre olan insan “yeni başarılar, yeni değerler” ortaya koyan insandır. Yaratıcı insan bu yeni başarılarıyla, bir yandan “geçmişi kurtarır” ama diğer yandan da geleceğe, insanın geleceğine yön verir: onun asıl işlevi budur.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin “Mesnevi”sinde ‘Hakikat’: Şeriat muma benzer, yol gösterir. Fakat mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Yola düzeldin mi o gidişin tarikattır, maksadına ulaştın mı o da hakikat. Bunun için “Hakikatler meydana çıksaydı şeriatlar, yollar batıl olurdu” denmiştir. Nitekim bakır, altın olur yahut da aslında altındır; artık onun için kimya bilgisine ne hacet var, kendisini kimyaya sürüştürmeye ne ihtiyaç var? Kimya bilgisi şeriattır, kimyaya sürtünmek de tarikat. Nitekim “Ulaşılacak şeye ulaştıktan sonra delil aramak da kötüdür, ulaşmadan delil bırakmak da kötü” demişlerdir. “Hasılı şeriat hocadan yahut kitaptan kimya bilgisini öğrenmeye benzer. Tarikat, kimya eczasını kullanmak, bakırı kimyaya sürtmek, onunla karmaktır. Hakikat ise bakırın altın olmasıdır. Kimya bilenler, biz bu bilgiye sahibiz diye sevinirler. Hakikati bulanlar biz altın olduk, bilgiden de kurtulduk, işlemeden de, biz Tanrı hürleriyiz diye sevinirler.” ( Mesnevi, 5/1) olarak tanımlanır.
Batılı Oryantalistlerin Doğuyu dünyevilikle suçlarken, “Aydınlanma” yolundaki felsefecileri aklın ruhanilikten kurtulması ve dünyevi alanda özgürlüğe kavuşması için düşünceler üretmekteydi. Akıl terimi felsefe sözlüklerinde değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Örneğin akıl; en genel anlamda “düşünüp yargılama gücü”; doğru olanı yanlış olandan ayırma yetisi ya da doğru yargılama yeteneği olarak insanda olduğu varsayılan “yargı gücü” şeklinde tanımlanmaktadır. Ayrıca akıl, bir düşüncenin ya da bir eylemin bir amaca ulaşılmasında kullanılan, genellikle insanın ayırt edici özelliği olarak kabul edilse de zaman zaman daha aşağı hayvanlara da atfedilen “zihinsel güç”tür. Burada söz konusu olan akıl, düşünme sürecinde insanın yol gösterici ilkesi olarak olaylar, olgular, fenomenler, kavramlar yani tüm olup bitenler arasında ilişkiler kurma yeteneği, bu ilişkileri algılayıp anlama ya da kavrayıp düşünme yetisidir.
Batı Aydınlanmasının öncülerinden Kant’ın, “saf akıl mutlak bilgiye ulaşmak için Tanrı kavramını varsaymaktadır,” derken, “şartlı olan tecrübe dünyasından daha fazlasını bilmek isteyen akıl, şartsız olanı devreye sokmakta ve bunun neticesinde şartsız olanı ifade eden Tanrı kavramını varsaymaktadır.” Kant aklın eleştirisinde aklı teorik ve pratik, varlığı ise numen ve fenomen olarak ayırmaktadır. “Teorik akıl” sadece fenomen alanı, “pratik akıl” ise fenomenin yanında numen alanı da bilmektedir. “Teorik akıl” fenomenler dünyası ile sınırlı iken, “pratik akıl” fenomenler dünyasını aşarak numen alanına da müdahale edebilmektedir. Böylece Kant’ın teorik akılla sınırlarını daralttığı bilgiyi, “pratik akıl” ile metafizik alana taşıdığı görülmektedir.
Batının İslam’a olan “oryantalist” yaklaşımının temeli, Orta Çağ Hıristiyan polemikçileri tarafından İslam’ın inananlarına sonsuz cinsel özgürlük tanıyan şehvani bir din, peygamberinin ise haz düşkünlüğünü ve ahlaksızlığı yücelttiğinden bunun bir “uydurma din” olduğunu söylemelerine dayandırılmaktadır. Mevlana, “İnsanın kendi varlığında hakka ulaşma” öğretisini, rahat edilmesi için aklın şartsız bırakılmasını, yargılamamayı, eleştirmemeyi, iyi-kötü kavramlarını bir tarafa itmeyi ve koşulsuz mürşide teslim olunması ile dile getirir. “Hak yolunda nefs öldürülmeli, arzu ve şehvet terk edilmelidir.”
Oryantalistlerin Doğuyu dünyevilikle suçlamalarına rağmen, Mevlana öğretisinin ve benzerlerinin Batılılar gibi tamamen “ruhani- dünyevi” olduğunu söylersek yanılmayacağız. Eşek metaforu, Kant’ın şartlı olduğunu söylediği “Hakikat – Tevhit” yolunda dünyevi bir tecrübedir. Daha fazlasını bilmek isteyen akla Mevlana’nın metaforları yol göstermektedir; yani şartsız olan deneyim devreye girmekte ve Tanrıya ulaşmak için de aklın sınırları daraltılarak, pratik akıl ile ruhani dünyaya ulaşılmaktadır. Sonuçta vardığımız noktada, oryantalistlerin bilinçli olarak metaforlardan ürettikleri fantezileri, emperyalizmin sömürge gücü için kullandıklarını ispat edebiliriz. Bugün yapılması gereken ise örneğini verdiğimiz metaforların ve benzerlerinin felsefi çözümlemesinin yapılarak, dünya kültürüne kazandırılmasıdır. Yoksa metaforlar, salt porno endüstrisine ilham vermeye ve Doğulu ilkelliğinin kanıtı olmaya devam edecektir.
Mevlana’nın dediği gibi: “Bu büyük bir savaştır. Vasıl olup emniyet makamına yerleşince eğri ve doğru onlara keşfolunur. Doğruyu eğri ile bilirler ve görürler.”
Kaynak:
*“Osmanlı İmparatorluğu’nun cinselleştirilmesi: Yücelikten gülünçlüğe”; K24 sitesi, İrvin Cemil Schick’in 5 Mayıs 2016 denemesi
**Mesnevi: Mevlana Celaleddin-i Rumi, Şefik Can; Yayınevi: Ötüken Neşriyat – Tasavvuf Dizisi, 6 cilt. (2016)