Müfit Can Saçıntı’nın Dünyası: “Çalışmaya Karşıyım” Repliğinin Ötesinde Bir Yaşam
Söyleşi

Müfit Can Saçıntı’nın Dünyası: “Çalışmaya Karşıyım” Repliğinin Ötesinde Bir Yaşam

Rukiye Yıldırım

Rukiye Yıldırım: Aslında biz sizi Çocuklar Duymasın dizisindeki Mandıra filozofu lakaplı Mustafa Ali karakterinin “Ben çalışmaya karşıyım!” repliğiyle tanıyoruz. Üniversite yıllarında sektöre atılmışsınız. İlk önce dergilerde yazarlık yapmışsınız. En dikkatimi çeken Olacak O Kadar da senaristlik yapmanız oldu. Levent Kırca gibi bir duayenle çalışmak nasıl bir deneyimdi?

 

Müfit Can Saçıntı: İşe alım süreci de enteresandı. Belki faydası olur, çok da bilinmeyen bir şey. Ben de sizin gibi iletişim bölümünde okuyordum. TRT’de sözleşmeli altı ay kadar çalıştım. Program ve sözleşme bitince işsiz kalmıştım. Bir gazete ilanı görmüş bir arkadaşım. Gazete ilanı aynen şöyle “Bir televizyon programı için yetiştirilmek üzere genç yazar adayları aranıyor. İmza Levent Kırca. Müracaat Levent Sanayi Mahallesinde bir adres” Arkadaş dedi ki başvuralım. Biz de hayallerle o zaman özel televizyonlar da yeni açılacak, sadece TRT var. Bu çok büyük bir şey. Televizyon programında çalışmak, Levent Kırca’yla çalışmak. Biz hayal kura kura gittik. Adrese varınca hayallerimiz hemen kırıldı. Çünkü 2000 belki 3000 kişi, mahşeri kalabalık dedikleri cinste bir kalabalık. Moraller bozuldu tabi, bunlardan bize sıra gelmez bu kadar kişiyi nasıl eleyeceğiz diye. Neyse girdik, bir süre sonra Levent Kırca geldi bir masanın üzerine çıktı dedi ki “Şu andan itibaren hepinizi işe aldım.” Herkes alkışladı 2000-3000 kaç kişi varsa. Ben alkışlamadım baktım arkadaşım da alkışlıyor. Dedim alkışlama böyle saçma şey olur mu? Adam adımızı bile sormadan hepinizi işe aldım diyor 2000-3000 kişiyi. Bu nasıl bir televizyon programı 2000-3000 kişilik yazar kadrosu olacak falan. O da beni duymuş gibi “İçinizde bana inanmayan vardır, ama göreceksiniz ben hiçbirinize git seni kovdum demeyeceğim. Ama göreceksiniz ki bir sonraki toplantıya yarınız gelecek kendiliğinden yarınız gelmek istemeyecek. Sonrakine yarınız gelecek yarınız gelmek istemeyecek. Böyle böyle ben hiç kimseye git demeyeceğim. İki ay sonra kalan herkese maaş bağlayıp yazar kadrosuna alacağım.” Hakikaten de dediği gibi oldu. Ne dediyse yarısı geldi. Sonrakine yarısı, yarısı derken biz beş kişi kaldık. O beş kişiyi de o dönemki cumhurbaşkanı maaşıyla aynı maaşı verdi. Ben yirmi iki yaşındaydım. İşte en büyüğümüz belki otuz yaşında vardır. O yaşlarda gençler, öyle başladık. Bu tabi enteresan bir işe alım yöntemi. Ama buradan şunu çıkarıyoruz anlattığımızda. Biz en komik o beş kişi miydik? Ya da o beş kişi 5000 kişinin en komiği miydik, en zekisi miydik, en eğitimlisi miydik, en neyiydik? Demek ki en azimlisi, tutkulusu… Biraz onu eliyor herhalde. Kendi kendini eliyor insan azim yoksa, tutku yoksa. Bir işte azim, tutku varsa tek başına yeterli değil ama azim, tutku olmayınca diğer vasıfların hiçbirinin önemi yok. İstediğin kadar eğitimli ol, istediğin kadar zeki, yetenekli, tecrübeli, ne olursan ol azim ve tutku yoksa hepsi çöp oluyor. Girişim öyleydi. Çalışmak da Levent Abi kamera arkasında daha komikti bence. Ben ömrümde ne onun öncesinde ne Levent Kırca sonrasında hiç o kadar gülmedim. Kasıklarımız ağrırdı toplantılarda gülmekten, abi sus yeter artık yani ağrıyor ağrıyor, karnım ağrıyor, kasıklarım ağrıyor diye yalvarırdık. Çok komikti bir kere. Özellikle televizyon çekimlerinde çok naif ve çok yumuşacık bir insandı. Asla sesini yükseltmezdi, bol şaka, bol espri ama disiplin tabi. Ama tiyatro yönetirken çok katı ve sertti. Onun yönetmenliği ve yöneticiliği arasında fark vardı. Yönetmenliğini daha sonra gördük, dikkatimizi çekti. Hatta sorduk “Abi niye böylesin? Televizyon çekiminde yumuşacıksın. Tiyatro provalarında çok sertsin.” diyor ki “Televizyonda hemen bir saniye sonra oyuncunun yüzünü kayda alıyoruz ve o geçiyor. Ne kadar profesyonel olursa olsun negatif enerji, ortamdan olumsuz etkilendiyse oyuncu ve ekip, o kayda geçiyor ve kalıyor. Ama tiyatroda tam tersi bu, her akşam oynandığı için biz provada işi sıkı tutmazsak bir ay sonra oyunu tanıyamayız.” Tiyatroda çok katı ve disiplinliydi, sinemada yumuşacıktı. Onun dışında dediğim gibi, çok komik, esprili, çalışkan bir insandı.

Bizim de çok severek eğlenerek izlediğimiz bir programdı Olacak O Kadar. Aslında izlediğimizden öte kamera arkasında da çok özel isimler ve büyük bir emek varmış.

 

Doğal yani. Seyirci özel bir ilgisi yoksa kamera arkasını takip zorunda da değil, bilmek zorunda da değil. Ancak özel ilgisi olanlar bir süre sonra kim yazıyormuş, ne yapıyormuş diye bakıyor. Çok normal kamera arkasını bilmemek seyirci olarak.

 

2010-2012 yılları arasında Çocuklar Duymasında rol aldınız. “Ben çalışmaya karşıyım!” repliğiyle tanıdık sizi. Mandıra Filozofu Mustafa Ali karakterinin bu kadar sevileceğini tahmin etmiş miydiniz?

 

Hayır hayır, asla. Neden? Çünkü ben kamera önüne geçmeye tövbeliydim. O sırada çocuklar duymasını yazan üç yazardan biriydim. Dönüşümlü yazıyorduk. Daha önceki tecrübelerimden dolayı kamera önüne geçmeye tövbe etmiştim, bir daha kamera önüne geçmeyeceğim diye. Birol Güven’de bunu biliyordu. Sadece iki bölüm diye yazıldı. Misafir oyuncu gibi. Ben iki bölüm olacak diye kabul ettim ve başladım. O yüzden de hiç tahmin etmiyordum, sadece iki bölüm bir renk olsun diziye diye iki bölüm diye girdik. Ama daha ilk bölümden o kadar olumlu tepki aldık ki seyirciden, o zaman internet bu kadar yaygın olmamasına rağmen sosyal medya özellikle. Çok olumlu geri dönüşler aldık ve iki bölüm diye başladığımız şey 105 bölüm sürdü dizi olarak. Sonra da işte biliyorsunuz dizi bitti baktık karaktere olan ilgi bitmedi, o zaman da sinema filmini yaptık. Sinema filminin de o kadar çok tutacağını tahmin edemiyorduk. Şüphelerimiz vardı. Hem hayallerimiz hem şüphelerimiz vardı yani tutar diye hayallerimiz vardı. Tutar diye hayallerimiz vardı ama o kadar da tutmayabilir bu diye şüphelerimiz vardı. Çevremizde sağ olsun çok olumlu konuşmuyorlardı. Bizim büyük beklentilere girmemize engel oluyorlardı. Biz 200,000 kişi gelir mi diyorduk 1milyon kişi geldi. 200,000 kişi maliyetleri kurtaracaktı. Yani sorunuzun çifte cevabı bu. Dizide de filmde de bu kadar tutacağını tahmin edemiyorduk.

 

Film komedi diye izliyoruz gülüyoruz ama gerçekler yansıtılıyor. Dramatik yani ağlanacak halimize gülüyoruz aslında. Mandıra Filozofunda geçen bir hikaye vardı. Çökertme köyündeki otel projesi. En son Akbelen’de yine yaşadık böyle bir durum. Filmde çözülen bir olay fakat gerçek hayatta çözümü bu kadar kolay olabilir miydi?

 

Olmuyor tabi. Hayatta hiçbir şey kolay olmuyor. Bazen seminerlere gidiyoruz orada da söylüyorum. Filmde işimiz kolay iki laf ediyorum, koskoca servet sahibi malı mülkü bırakıp kulübeye yerleşiyor. Bir buçuk saatlik bir sürecin sonunda. Hayat o kadar kolay değil. Bırakın sistemle sistemin çarpıklıklarıyla mücadele etmeyi. Sıradan bir insanın ya da bir arkadaşının görüşlerini değiştirmen bile o kadar kolay değil. Kendi görüşlerimizi değiştirmemiz bile o kadar kolay değil tabi ki.

 

Aslında filmlerinizde gerçek hayattan çok şey görebiliyoruz. Mandıra Filozofunda ormanlık alanların rant uğruna yok edilmesi, Babamın Ceketi filminde geçim sıkıntısı. Sayenizde birçok sıkıntımıza gülmeyi öğreniyoruz 😊

 

Şimdi en sevdiğim soruya gelmek istiyorum. Seksenler dizisi. Ben de seksenler çocuğu sayılırım aslında. Çocukluğumuzdan çok iz var dizide. İzlerken dizinin içinde yaşıyor gibi hissediyordum. Oyuncular, plato o kadar çok o ruhu yaşatıyor ki diziyi izlemedik yaşadık diyebilirim. Seksenler dizisinin başlangıcı nasıl bir süreçti. Bu kadar sevileceğini öngörebilmiş miydiniz?

 

Öncelikle bu kadar tutacağını tahmin etmiş miydiniz dediniz. Hakikaten mesela Mandıra Filozofu’nu yapalım dedik, tutmaz dediler tuttu. Seksenlerde sitcom yapalım dedik tutmaz dediler tuttu. Daha sonra Yaşamak Güzel Şey diye bir senaryo yazdım tutar dediler battı. Bu işlerde çok çevreyi dinlememek lazım. Seksenler dizisine gelince, şuradan çıktı. Aslında Birol Güven’in fikriydi tabi. O da nereden ilham aldı yani kokuyu aldı diyelim. İlk Okan Bayülgen bir Seksenler temalı bir bölüm yaptı. Hem çok reyting aldı hem sokakta da o ilgiyi hissettik. Birol Güven gerçekten çok iyi yapımcıdır, burnu o kokuyu aldı yani. Sonra onu test etmek için sanırım o an kafasındakileri bilmiyorum. Çocuklar Duymasın dizisi de gösterimdeydi hala. Diziye seksenler temalı bir bölüm yazdık. Tam bağlantıyı hatırlamıyorum ama Pınar’la Tamer’in  bir hayal sahnesi miydi, geçmişi mi hatırlıyorlardı hatırlayamadım ama o kahramanları seksenler döneminde gördük. O da çok güzel reyting aldı diğer bölümlere göre, hem de yine çok güzel dönüşler aldık hem seyirciden hem çevremizden. Orada Birol kararını verdi bence bunun dizisi de olur diye. Birol inanıyordu, ben Birol’a inandım. Daha ortada hikâye falan yok sadece seksenler temalı bir dizi olur diye. Ama hemen hemen kimse inanmadı. Seksenler güzel bir bölüm tamam ama bunun dizisi olur mu şeklinde. O zaman yapımcı olarak önce özel kanallara gitti benim hatırladığım. Kimse sıcak bakmadı. Sonra TRT’ye gitti. Biz o ara senarist arkadaşım da vardı rahmetli Metin Açıkgöz, ben, Birol Güven, Caner Güler. Dizinin dramatik yapısını oluşturduk karakterlerin, kahramanların ve tam bir bölüm olmasa da bir pilot çekecek kadar bir senaryo da yazıldı. Normal bölüm aslında sonra giderek uzadı. Sonra TRT ilgilendi ama TRT’de çok inanmıyordu. Sadece o zaman durumu çok parlak değildi TRT’nin yapımlarının. Sadece belli başlı başarılı yapımcılara iş yaptırmak istiyorlardı. Onlar aslında Birol Güven MİNT YAPIM’la çalışmak istiyorlardı. Bize bir şey yap diye. Birol Güven de Seksenler dizisini yapayım dedi, çok sıcak bakmadılar. Onlar da tutacağına inanmıyorlardı, ya başka bir şey mi yapsan falan. Sonra Birol ısrar etti “ya bunu yaparım ya da başka bir şey yapmam” diye. Birol’un ısrarı üzerine bir pilot bölüm istediler. Biz bir pilot bölüm çektik. 25-25 dakikalık yanılmıyorsam, onu gönderdik. Uzun sürdü geri dönüşleri. Bir türlü gelmedi. Ona rapor yazdırıyorlar, dramaturg raporu yazdırıyorlar, o danışmana rapor yazdırıyorlar, sürekli o raporların geneli olumsuz. Raporları direkt o zamanki TRT1’in başındaki Bülent Ata, Birol Güven’e gönderiyor. Genelde hem çekimlere, benim yönetmenliğime hem senaryoya hem seksenler temalı dizi fikrine çok sıcak bakmıyorlardı. Yani Bülent Ata sıcak bakmaya başlamasına rağmen, o da işte dramaturglara, danışmanlara soruyor raporlar olumsuz, yine şey demeye bağladılar başka bir şey mi çekseniz. En sonunda Birol Güven resti çekti ya bunu çekelim ya tamam vazgeçelim, birbirimizi yormayalım minvalinde bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Bülent Ata tamam dedi, çekin. Sonra biz ilk bölümü çektik. Ama hala kaygılarımız var. Şahane bir ekip kurduk. Hem kamera önü hem kamera arkası. Ekip de inanıyordu tabi ki. Ama yine kaygılarımız vardı. Bizden başka kimse inanmıyor böyle bir projeye. Oyuncular da tutar tutmazdan çok o nostaljik duyguyu sevdiler. Oynarken de ister istemez o yıllara gidiyorsun. Onlar da tutar tutmaz diye düşünmeden orada var olmak istediler. Kimse inanmazken ilk bölüm yayınlandı. O zaman bir de anlık reyting çıkmıştı, anında dakika dakika görebiliyordun reytingleri ve TRT’nin ortalama reytingi 0,80’di 1,00 bile değildi. Sadece Osman Sınav’ın Şefkat Tepe 2,40 ya da 2,70 civarı bir reyting alıyordu. TRT’nin genel ortalaması 0,80. Haberlerden yine 0,80 reytingi devraldık 6,80lere 7,00lere 8,00lere çıktık. İnanamıyoruz anlık görebiliyoruz ya. Ve unutmuyorum biz onu görünce oyunculardan kimse var mıydı tam hatırlamıyorum ama bizim yazar ekibi, Birol Güven, muhakkak Burcu Güven de vardı, Aydın Sarman vardı müzisyenlerimiz. Resmen oynamaya başladık mecazi olarak değil müzik açtık bir taraftan seyrediyoruz hem diziyi hem reytingleri, bir taraftan oynuyoruz. Yani öyle oldu. Sonra giderek o reytingler 11,00-12,00lere çıktı. Ben beş yıl 193 bölümü yönettim. Benden sonra da beş hatta altı yıl devam etti. On bir yıl sürdü. Bazen hala yolda diziyi sevenlerle karşılaşıyoruz “Abi çok güzeldi niye bitti” falan. Diyorum seksenlerin kendisi on yıl sürdü dizisi on bir yıl sürdü daha mı bitmesin?

 

Daha sonra Doksanlar dizisinde iki bölüm yönetmenlik yaptınız.

 

Evet o baştan zaten iki bölümdü. Şöyle oldu şimdi dedim ya seksenler fikrine kanallar inanmamıştı böyle bir dizi fikrine. Sonra o tutunca talepler geldi. Doksanlar dizisi aslında talep üzerine Seksenler dizisini çeken şirketten talep geldi. O arada biz zaten Mandıra Filozofu’nu çekmeye karar vermiştik. Birol Güven de dedi ki dönem dizisi deniyor ama bizimki nostalji dizisi. Senin Seksenler dizisinden bir deneyimin oluştu, bunda ekibi sen kur iki bölümü de çek oturt. Benim için yorucuydu, Seksenler bitti herkes tatile gitti dinlenmeye, ben Doksanlar setine girdim. İki bölüm diyoruz ama onun hazırlığı bir, bir buçuk ay sürüyor. O süreçte dekorun yapılması, her türlü aksesuarın bulunması, cast yapılması, oyunun seçilmesi o daha yorucu bir süreç, çekmekten daha yorucu. O sürece de katıldım. Ondan sonra iki bölüm çektim. Ben onu çekerken Mandıra Filozofu’nun hazırlıkları başlamıştı, sanat gurubu gitmişti, prodüksiyon gitmişti, kulübe yapılıyor, fotoğraf atıyorlar bana, tekne bulunuyor fotoğraflar atılıyor onay veriyorum falan, sonra da iki bölüm çektim gittim. Bir ay kala çekimlere Mandıra Filozofu’nu çekmek üzere sete gittim. Ben Mandıra Filozofu’nu çektim diziyi başka arkadaş çekti. Yani iki bölüm çekeceğim zaten planlıydı.

 

Çok teşekkür ediyorum bu güzel sohbet için.