Önyarginin ve İftiranin Genetik Mirasçilari
2 Temmuz

Önyarginin ve İftiranin Genetik Mirasçilari

Süreyya Köle

“Onlar ölmediler yok, / Ateş fitiller gibi:/ Dimdik ayakta, /Barut ortasındalar!

Karıştı, bakır tenli/ Çayır çimene, / Karıştı, / O canım hayalleri:

Zırhlı bir rüzgâr, / Perdesi gibi;/ Bir set gibi:/ Kızgın çehreli, / Göğüs gibi:/ Göğün görünmez göğsü gibi!” der Pablo NERUDA, “Oğulları Ölen Analara Türkü” adlı şiirinde. Ve bir yerden sonra şöyle devam eder:

“Dursun, / Dursun yas esvaplarınız./ Yığın derleyin,/ Gözyaşlarınızı;/ Bir metal oluncaya kadar:/ Bununla vuracağız,/ Gündüz gece;/Bununla çiğneyeceğiz,/ Gündüz gece;/ Bununla tüküreceğiz/ Gündüz gece/ Kin kapılarını,/ Kırıncaya kadar.”

“Kin kapılarını kırıncaya kadar” mı? Ya önyargı denilen kangrenleşmiş o anlayış biçimine ne demeli? Kim, ne gün ne şekilde kıracak kapılarını onun?

Genetik bir sürdürüm bu, kuşku yok; kuşaktan kuşağa geçişi özenle sağlanan bir hastalık, salgın…

Bir yazar arkadaşımın “Sen Alevisin, ilgini çeker,” diyerek hediye ettiği o kitap. Tuğla kalınlığında. Kitaplığımın bir yerinde durur hâlâ.  Okuyalı çok zaman oldu; hediye eden arkadaşıma çıkışalı da: Sen bu kitabı bana, beni sinirlendirmek için mi verdin?

Şaşkın bakıyor: Kötü şey mi var içinde, derken bile sanırım şaka yaptığımı zannediyor.

Evet, var; deve katarına yük olacak kadar önyargı –hatta iftira- ve kendini üstün görme hali…

Lütfetmiş, araştırmacı-yazar. Bilmem kaç yılında, o köy senin bu köy benim, gezmiş durmuş Alevi köylerini. Gezmiş de ne olmuş, bilinmeyenin dışında bir söz mü söyleyebilmiş? Direkt olarak izlenimlerini mi yazmış?

Belki sıradan bir okura öyle gelebilir. Hatta sözünü ettiğim o kitabı okumuş birileri çıkıp “Alevileri bu denli aklayan bir kitabın neresinden rahatsız oldunuz?” diye de sorabilir. O zaman ben de derim ki “Yanıt, sorunuzun içinde saklı, Alevileri aklamak kimin haddine?”

Aleviler için şu denir ama aslında durum bu; Aleviler hakkında böyle bilinir ama gerçek şöyle, türünden bir yaklaşıma, kimse saygı beklemesin lütfen, ne benden ne de alt metin çözümlemeyi bilen, eli kalem tutan herhangi birinden.

Böylesi bir kitaba kafamın bozuk olduğu günlerdi…  Üst üste gelmez mi sıkıntı dediğiniz? İlk yaptığı iş pazarlamacılık olan, sonradan işi gazeteciliğe çözmüş birinden gelen soru: “Bizim gazete için bir yazı dizisi hazırlıyorum da çalışırken karşıma çıktı; Alevi olan bir baba, kızını, evine gelen misafirine sunarmış doğru mu?”

Ateşten bir kütlenin midemle, kalbim arasında dönüp durduğunu hatırlarım; gün yüzü görmedik küfürlerin dilimin ucuna kadar gelip dayandığını; derin bir soluk alıp şu yanıtı verdiğimi:

“Sünni bir baba olarak siz kızınıza ne yapabilirseniz Alevi bir babanın da sizden farklı davranması söz konusu olamaz. Hem bu ne kadar çirkin bir soru?”

Aman efendim, alınganlık göstermeme gerek yokmuş, zaten inandığı için sormamış ki; bu kültürün içinden gelen biriyle –ki o ben oluyorum- konuşarak durumdan emin olmak istemiş yalnızca.

İki binli yılların başı, üniversite mezunu bir gazetecinin –ki o gün için önemli bir gazeteyle bağlantısı vardı- ettiği lafa bakın.

En son geçenlerde, tüm bu pisliğin üzerine dikilen bir tüy… İçinde çok sayıda profesörün de bulunduğu, eğitimli insanların bir araya gelerek oluşturduğu bir gruba, bir antropolog Alevileri anlatmakta. Ama hangi sözcüklerle? Hangi düşüncesini kesin bir dille –tartışmaya yer bırakmayacak şekilde- ifade ederken?

Mesela mı?

Üryan Bacılar meselesi mesela. Sayın antropolog öyle bir anlatıyor ki o anda müdahale etmekten kendimi alıkoyamıyorum: “Elbette sözünü ettiğiniz, ruhsal bir soyunma, arınma hali değil mi?”

Kem küm…

Geliyoruz semaha. Efendim semah dönecek kadın “canının çektiğini” seçermiş. Semah dönerken ona bu konuda yoldaşlık edecek erkeği seçmek kadının önceliğinde olabilir de bu durumu anlatmak için başka sözcük mü yok? Canının çektiğiymiş…

Ve işte insanı zıvanadan çıkaran son bir tespit daha geliyor antropologdan: Alevilerde Allah inancı yoktur. (Kesin hüküm… ve gruptan yükselen uğultu: Aaaa öyle mi! )

Tam da bu noktada –özrümü kabul buyurun- senin de tespitlerinin de…

Alevilerin başına ne geldiyse bu nedenle gelmedi mi bugüne kadar? Biri inanır, biri inanmaz, sana ne! Bu toptancılık neden? Hele de her gün biraz daha karanlığa gömüldüğümüz, yobazların adamakıllı gemi azıya aldığı şu günde?

Adam olanın tansiyonunu oynatacak tüm bu örnekleri koyun bir yana –ki hepsinin dumanı hâlâ üzerinde- çevirelim yüzümüzü Sivas-Madımak’a.

“Mürekkep yalamış ya da aydın” önadını bir madalya gibi göğüslerine rahatlıkla takabileceğiniz bu ucube kişilikler bile böylesi defoların sahibi iken Sivas’taki güruh ne yapmazdı ki?  Ve yaptı da gerçekten.

Ne demişti NERUDA? “Bununla tüküreceğiz/ Gündüz gece/ Kin kapılarını, / Kırıncaya kadar.”

Kin olgusunu her daim canlı ve dinamik tutan önyargının kapılarına dayanmalı derim ilkin; bir yere veya birine tüküreceksek bu hakkımızı önyargının ve iftiranın genetik mirasçıları için kullanmalı.