Romanlarda Anlatılan İç Dünyalar
Edebiyatın İzinde

Romanlarda Anlatılan İç Dünyalar

İbrahim Berksoy

Cemal Süreya, 1956’da a dergisinde yayımlanan “Folklor Şiire Düşman” başlıklı, sonradan ünlenecek olan poetik denemesine “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.” cümlesiyle başlar. Cemal Süreya, o denemesinde esas olarak şiirin folklorik ögelere, halk edebiyatının geleneksel söyleyiş tarzına, deyimlere, deyişlere aşırı bağlı kalışını eleştiriyor, bunun çağdaş şiirin anlatım olanaklarını daralttığını ileri sürüyordu. Oysa şiirde kelimeler geçmişteki geleneksel söz varlıklarına bağlı kalmadan ama kuşkusuz o birikimden de yerli yerince yararlanarak kendi başlarına var olabilir. Şiirde kelimelerin kendi başlarına var olma çabasına olanak sağlamak gerekir.

 

Benzer bir yaklaşımı bugün çağdaş roman sanatı için de ortaya koymak mümkün. Şöyle ki:

 

Edebiyat özünde bir “duyuş” ve “düşünüş” sanatıdır. Bu yönleriyle hem duygu ve duyarlığa hitap eder, hem de bilinç ve sezgiye. Bir başka ifadeyle edebiyat, bir yerde, duygu ile düşünce dünyası arasında güçlü bir bağ kurma sanatıdır. Edebiyat bunu dille ve o dilin olanaklarını sürekli geliştiren sözcüklerle/kavramlarla yapar. Nitekim Hasan Âli Yücel, 23 Haziran 1941’de Maarif Vekili olarak tercüme eserlere yazdığı “önsöz”de “yazı” ve “edebiyat” arasında bir bağ kurarak yazıyı “düşüncenin en silinmez vasıtası”, edebiyatı da onun “mimarisi” olarak tanımlar.

 

Roman sanatı akıp geçen zaman içerisinde duyuş ve düşünüş arasında güçlü bağlar kurmaya en elverişli sanatlar arasındadır. 8. yy.dan beri doğuda halk arasında anlatılan ve zaman içinde sonradan yazılı  hale getirilen Binbir Gece Masalları, 12. yy.da Endülüs’te İbn-i Tufeyl tarafından yazılan Hayy bin Yakzan, 14. yy.da İngiltere’de Geoffrey Chaucer’ın yazdığı Canterbury Hikâyeleri, 16. yy.da İtalya’da Giovanni Boccaccio’nun yazdığı Dekameron, 17. yy. başlarında İspanya’da Cervantes‘in yazdığı ve bizim Don Kişot olarak bildiğimiz Don Quijote, sonrasında İngiltere’de Daniel Defoe’nin İngiltere’de yazdığı Robenson Cruze, İrlanda’da Jonathan Swift‘in yazdığı Guliver’in Gezileri vb. öncü örneklerden olmak üzere, Rönesans’tan günümüze roman sanatının olanakları gerek biçim (anlatım özellikleri) gerekse içerik (“anlatılan senin hikâyendir”) bakımından “zamanın ruhu”na uygun olarak sürekli genişlemiştir. Bu yönüyle roman bir bakıma uyumun, değişimin ve dönüşümün sanatıdır. Pek çok alanda olduğu gibi roman sanatında da 19. yüzyıl “çağdaş roman”ın oluşumu ve gelişimi yönünden oldukça verimli, “dönüştürücü”  bir yüzyıl olmuştur. Öyle ki 19. yüzyıl, yalnızca o yüzyılın roman anlayışını değil sonraki yüzyılların roman anlayışlarını da içinde barındırmış, değiştirmiş, dönüştürmüş güçlü bir yüzyıldır. Tüm bu yönleriyle 19. yüzyıl, romanlarıyla ve romancılarıyla, edebiyat akımlarıyla (özellikle romantizm ve sonrasında realizm), sonraki yüzyıllara olan belirleyici etkisiyle başlı başına bir inceleme konusudur.

 

Denilebilir ki başlangıçtan günümüze roman sanatı büyük ölçüde çeşitli insanlık halleri odağında etten ve kemikten -ve elbette duygudan- ibaret olan “insan”ı, insanların dünyasını ele aldı. Bunu yaparken, bir olay örgüsü çerçevesinde, insanın “iş, oluş ve eylem”ini, onun binlerce yıllık varoluş serüvenini konu edindi. O büyük serüveni, güncel bilimsel bilgilerin ışığında anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bunu yaparken insanı salt bir başına değil, yaşadığı çevresiyle, doğal ortamıyla, havasıyla, suyuyla, börtü böceğiyle, dağıyla, taşıyla, yokuşuyla, bayırıyla, ağacıyla, gölgesiyle, güneşiyle, ayıyla, geceleri seyre daldığı yıldızlarıyla birlikte değerlendirdi. İnsan bu büyük anlatının çoğu zaman hep merkezinde oldu kuşkusuz; kimi zaman bir başına, yalnız, kimi zaman da kalabalıklar içinde…

 

Romancılar özellikle 19. yüzyıldan beri insanı, onun büyük varoluş macerasını, yarattığı uygarlıkları, söylediklerini ve daha da söyleyeceklerini, yaptıklarını, ettiklerini enine boyuna ortaya koydular. Bunu yaparken insanı/insanları hep bir “iş, oluş, eylem” içerisinde ele aldılar. İnsanın duygu ve düşüncelerindeki incelikleri, değişim ve dönüşümleri hep bu iş, oluş ve eylem üzerinden anlattılar.

 

Zamanla bu “anlatı” düzlemi romancıya dar gelmeye başladı. Romanda “zaman”ı yalnızca “iş, oluş, eylem” düzleminde (maddi düzlemde, eylemlilik düzleminde) ele almak, “kurgulamak” artık romancıya yetmez oldu. “Zaman”ı bir de zihin düzleminde, kişisel ve toplumsal hafıza düzleminde ele almaya, düşünmeye, dahası “kurgulamaya” gereksinim duydu romancı. Aslında roman sanatı 20. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana biçim ve içerik olarak kendisini yeni zamanlara uyarlamaya çalışıyor. Ortaya konulan öncü düşünce ve sanat akımlarıyla, insanın iç dünyasını, zihnin derinliklerini anlamaya ve anlatmaya yönelen ürünlerle roman sanatı kendi olanaklarını son yüz yılda epeyce geliştirdi, daha da geliştiriyor. Bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanlarla başlayan bu süreç kimisi deneysel kimisi kurgusal ürünlerle giderek gelişiyor, genişliyor.

 

Uzunca bir süredir romanda karakterler, onların hal ve tavırları, söyledikleri, kimi zaman aklından geçirdikleri merak uyandırıcı bir olay örgüsü çerçevesinde anlatılageldi. Elbette bu anlatı tekniğiyle büyük romanlar yazıldı. Bu romanlar her dönemin klasiği olarak okundu ve okunmakta. Ancak çağdaş roman ve günümüz romancısı tıpkı geçmiş zamanlarda olduğu gibi yeni bir yol ayrımında. Geçmiş dönemlerde roman karakterlerinin yaptıkları, ettikleri, hal ve tavırları, “oluşum romanları” bağlamında gelişimleri oldukça önemliydi, anlatıyı güçlendiriyordu. Günümüz romancısı yarattığı kahramanların hal ve tavırlarından, yapıp ettiklerinden çok onların iç dünyalarıyla, zihinlerinin derinlikleriyle, gündelik hayatın akıp geçen zamanından çok zihinde üretilen kurgu ürünü (“hayal mahsulü”) zamanlarla, zihinden geçirilenlerle daha çok ilgileniyor.

 

Cemal Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” başlıklı denemesinde dile getirdiği üzere nasıl ki kelimeleri geleneksel anlamlarından ve kullanılış biçimlerinden kurtarıp şiirin asli unsuru haline getirmek, çağdaş şiirin temel yapı taşına dönüştürmek gerekirse, çağdaş romanda da biçim ve içerik olarak “anlatı”yı, bir ölçüde “olay örgüsü”nün ve “iş, oluş, eylem” düzleminin dar kalıplarından kurtarıp onun “ötesi”ne taşımak, geniş bir çeşitlilik ortamında roman sanatına yeni perspektifler kazandırabilir.