Savaş Karşıtlığı Odağında Öyküler
Öykü

Savaş Karşıtlığı Odağında Öyküler

Karnaval Dergi

Fotoğraf : Nazire Gürsel

GANİMET

Sevda Turgut

 

Şoför “buradan ileriye gidemiyoruz, son durak” dedi. Yirmi iki saat sonra ayakları yere basacak, dar koltuklar arasında kilitlenen dizleri rahatlayacaktı. Gece boyunca ayak kokusu, horlayan insanlar, çocuk ağlaması her ne kadar tanıdık gelse de beş yıldır uzaktı memleketinden. İstanbul’da “mecburi hizmette” gibi hissediyordu kendisini nedense. Şimdi istediği tek şey annesini görebilmekti.

 

Otobüsten indi Esma. Gözlerini kamaştıran güneş ışıklarını eliyle gölgelemeye çalıştı. “Köy minibüsü saat kaçta gelir?” diye sordu muavine. “Allah bilir” dedi muavin. “Olmadı yürüyerek giderim, bir saat sonra köydeyim” diye söylendi Esma. Cizre’nin çöl sıcağında, elinde tuttuğu kırmızı kurdeleli ruloyu sık sık kontrol ediyor, terleyen elini pantolonuna sürerek kurutuyordu.

 

İki adam fısıltıyla konuşuyordu. “Mahmut’un köyünü yakmışlar, ekin, koyun, kurt hiçbir şey kalmamış” dedi biri. Diğeri elini ağzına götürüp hem “sus” işareti yapıyor hem de “yakında buraya da gelirler, gidecek yerimiz de yok” derken Esma ile göz göze geldi. Fısıltı kesildi.

 

İki dağın arasında kalan toprak yol zaman içinde köy minibüslerinin durağı olmuştu. Yolcuların arasına karıştı Esma. Biraz bekleyip sonra yürümeyi düşünüyordu. Etrafına bakındı. Ahşap kirişler üzerine, killi toprak serili damlar çökmüştü. Patikadan inen sürüden, sürüsüne ıslık çalan çobandan, gürül gürül akan dereden, dere kenarında çamaşır yıkayan kadınlardan eser yoktu. Barut kokusu sıcak havaya karışmış, nefes kesiyordu. Ağaçlar kurumuştu. Gökyüzü bile mavi değildi artık. Esma ürperdi. İçine bir korku düştü.

 

Köşede çömelmiş, kaygısını, çaresizliğini kasketinin altına gizlemiş bir ihtiyar, sarma tütün içiyordu. Yanında oturan küçük kız Esma’ya doğru fırladı. Saçları gelişigüzel kesilmiş, üstü başı toz içinde. Çorapsız, yaralı ayakları, bantları kopmuş terlikten taşıyordu. Güneş yanığı, kavruk teni çatlamıştı. Cam gibi parlak iri yeşil gözlerinin içinde hüzünlü bir tebessüm saklıydı. “O ne?” diye sordu Esma’ya. Kırmızı kurdeleli ruloyu göstererek.

 

Ölüm sessizliği bozuluverdi birden.

Yurttaki oda arkadaşı “ Tehlikeli değil mi? Gitmesen daha iyi olur” demişti.

 

Beş yıl önce, gecenin karanlığında, gizlice otobüse bindirip yolcu etmişti annesi. Beş yıl boyunca dayak yemiş, küfür işitmişti. “Kızım başaracak” ümidi ile her türlü eziyete dayanmıştı. Olmazdı. “Gitmesem olmaz” dedi.

 

Küçük kız iyice yaklaştı Esma’ya. Gözünü rulodan ayırmıyordu. Gülümsedi Esma, kıza doğru eğildi. “Bu benim savaş ganimetim. Ümidim. Geleceğim…” Bir araç gürültüsü duyuldu. Yolcular hizalandılar. “Köy minibüsü yaklaşıyor herhalde” diye düşündü Esma.

 

Bir kamyon geliyordu. Kamyon yaklaştıkça içindeki kar maskeli adamlar göründü. Küçük kız Esma’nın bacağına sıkıca sarıldı. Dedesi kasketini çıkardı. Torununa doğru salladı. Kasket sallandıkça, sanki “gel” diyordu. “Koş, hiç olmazsa arkama saklan” Kulakları sağır eden, onlarca makineli tüfek aynı anda ateş ediyordu. Esma, küçük kıza siper etti bedenini.

 

Birkaç saniye sonra herkes kan revan içinde yere düşmüştü. Sıkıca tuttuğu ruloyu bırakmadı Esma. Omuzundan akan kan, kırmızı kurdeleye karıştı.

 

Fısıltısı perde perde yükselerek yankılandı. “Anneme söz verdim. Diplomamı göstermem gerek!”

BABAM KAHRAMAN OLACAKMIŞ ANNEM GÖÇMEN

Filiz Tosyalı

 

Sahile çıkardığı çocuğun yanındaydı. Çocuk acıkmıştı. Battaniyeye sardı. Yemek getirdi.

“Yalnız mısın?”

Çocuk dilini duydu gülümsedi.

“Tekneci para az, dedi. Annemi almadı. Annem Masal ülkesine gideceksin. Polis yakalarsa adım yok dersin,” dedi.

Çocuk izin verince polis onu kuruladı. Çocuğu konuşturmak istiyordu.

“Anne gitme! Kelebek geleceğim. Dedi. Anne gelince elimi tutma, dedim. Acaba üzüldü mü? Gelmedi”

“Ondan değil. Gelecek. Sen neden istemedin.

“Elimi tutunca, çok terliyor.

“Baban?”

“Babam savaşta, buna ağlamalı mıyım?”

“Ağlamak istersen ağla. Savaşa mı gitti?”

“Gitmedi. Savaş ona gelmişti. Gürültü, kulaklarımızı deldi. Sus! Diye bağırdım.

Elbisem duvarın altında kaldı. Babam savaş sevmez. Gitar çalarken beraber şarkı söyleriz

babamla. İster misiniz o şarkıyı size de öğreteyim. Bazen yanlış söyleseniz de olur.”

Çocuk dans ediyordu.

“Savaşa ne gerek var

Kalbimiz sevgi dolu

Dünyayı paylaşırız.

Savaşsız mutlu oluruz.”

“Babam gibi yapalım. Savaşa ne gerek var hadi dans edelim…”

“Zıplamadınız? Savaşı sevmeyenler dans etmeli. Şarkıyı mı sevmediniz?”

“Polis Abla annem çok geç kalmadı mı?”

PAY EDİLECEK YER DEĞİL DÜNYA

Buket Uçar

 

Çocuğu öldürdün, onunla hayallerini de. İçinde dolup taşan nefeslerin hepsini birden verdi az önce. Dünyanın renklerinden biri söndü. Al dünya senin olsun. Kolalarının ucundaki yumrukların havada. Oysa onlar sadece göğü kucaklamak için yukarı kalkmalıydı. Dünya sandığın kadar büyük değil. Adımladığın kadar varsın. Dünyadan hıstan, boyun posun kadar. Bir tek senin değil yerin yüzü, hepimizin. Toprağın altı, üstünden daha geniş. Gelmiş geçmiş bütün mahlûkat orada. Sıra bize gelmeden güzel şeyler bırakalım.

 

Ver elini, güzel zamanların şairi olayım. Arşı alaya varacak ahlar var dilimde. Tutarsan elimi, yutarım geçer. Akıttığın kan kalemime musallat. Yaralısın. Bırak elindekini, yarana sözcük süreyim. Bakma yazdıklarımın kara olduğuna, yazdıkça aydınlatırım. Unutursun. Sevginin koynu yumuşak, çabuk uyursun.

 

Öldürdüklerinle sen de ölüyorsun her seferinde. Kalacağım sanıyorsan yanılıyorsun, yarınlar çok değil Dünya durulacak yer değil.

ŞEHİDİN DÜĞÜNÜ

Yaşar Erkmen

 

Çocukluk aşkıydı. Daha ilkokul sıralarında başlamıştı gizli gizli bakışmaları. O kadar çok seviyordu ki yapabilse yüreğine sokacak, hiç çıkarmayacaktı. Onu görmediği gün keyfi kaçar; her yer, her şey sıkıcı gelir, anlamını yitirirdi. Umudu rüyalarına kalırdı. Sonunda muradına ermiş, söz kesilmiş, nişan yüzükleri takılmıştı.

 

Sevdiği, vatani görevine giderken ona sıkı sıkı sarılmış, “Altı ay sonra kutsal görevim bitecek, artık yuvamızın bekçiliğini yapacağım.” deyip gitmişti ama altı ay dolmadan dönüvermişti.

 

“Demek ki hasretime dayanamadı.” diye düşündü, elleri kınalı gelin adayı. Al bayrağa sarılı tabut omuzlarda taşınırken kendini düğün alayında sanıyordu. Hocanın,

“Hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorusunu duyunca anladı gerçeği. Sevdiği, yeryüzünde değildi artık ve onu bir daha göremeyecekti.

 

İlk toprak atılırken sevdiğinin üstüne, yürekleri dağlayan acı bir çığlık yükseldi gökyüzüne. Çığlık büyüdü, büyüdü; tüm ovayı bürüdü. Ateş, düştüğü yeri yaktı.

Engin Belki Yıldırım

 

Robot askerlerin çarpıştığı ilk dünya savaşının ardından devletler yeniden insandan ordulara geri döndü.

Çünkü robotlar mâliyetli insansa ucuzdu.

 

Editöre Not:

Bu bir mikro (veya dilimizde anıldığı şekliyle küçürek) öyküdür. Bu tür öykülerde olmaması gerektiğine inandığım için ismi yoktur. Sevgi ve saygılarımla.

ÇARESİZ…

Yavuz Atıl

 

O sabah, okula gitmek için erkenden uyanmıştı. Çok sevdiği öğrencilerine bir an önce kavuşmak için neşeyle hazırlanıyordu. Cıvıl cıvıl çocuklar, derste ilgiyle onun anlattıklarını dinlerken aldığı hazzın tarifi olanaksızdı. Heyecanla yola çıktı.

 

Öğrencileri onu görünce sevinçle sınıflarına koştular. Dersin en heyecanlı anında önce uçak sesleri gelmeye başladı Sonra birden kulakları patlatan korkunç bir ses duyuldu ve sınıf bir anda toz ,duman ve çocuk çığlıklarıyla doldu. Önünü zor görüyordu. Korkmayın, korkmayın.” diye bağıyordu. Dumandan etrafı güçlükle seçiyordu. İlk gördüğü öğrencisini kucaklayıp yıkılan duvardan dışarı bıraktı, sonra ikincisini, üçüncüsünü… Çoğu yaralıydı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Çaresizliğin böylesi görülmemişti .

 

Neler oluyordu? Günlerdir korkuyla beklenen savaş mı başlamıştı? Savaşta sivilleri katletmek suç değil miydi? Hele hele çocukları hedef almak ne kadar vahşi bir eylemdi! Gözlerinden dökülen yaşlar sicim gibi akıyor, kalbi kan ağlıyordu. Okula doğru koşan köylüleri hayal meyal gördü ve yığılıp kaldı.

MURİTO AMCA

İsmet Ümit

 

Nagoyo’da yakın bir şehir olan Kyoto ve protokolünü düşünüyorum. Aklımdaki kelimeler, sürdürülebilirlik ve karbon. Otelin güvenli konforu, kitaplarım, anılarım. Bu ülke dimağın sınırlarını zorlayan ritüellerin ve kapanmışlığın abidesi. Fakat şu aralar üzerine mecburi geçirilen barışçı kimlikten sıyrılmakla meşgul.

 

Otomatik olarak gerilen uluslararası ilişkilerle beraber, yanı başımız olan Pasifik’te savaş tamtamları çalmaya başlamışken, Nagoyo’daki otel odamdan, Kyoto’yu hayal edip saçma miyavlamalara gebeyim. Bu arada belirtmek isterim ki geyşa ruhu tam bir yalan.

 

Yağmurun sesi aklıma on yıl evvel yine buraya geldiğimde tanıdığım, daha doğrusu sadece görüp hikayesini başkalarından dinlediğim Murito Amca’yı getiriyor. Kamikaze hocası yaşlı Murito. Her güneş batımında dışarı çıkıp döneceğine inandığı kamikaze ruhları bekleyen yaşlı adam…

 

Ne garip, benim ülkemde ‘Hey On Beşli’ halay parçası olmuşken, Murito, amaca gidenlerin ruhunu beklerken; lanet savaş, yine bir yerlere bombalar yağdırıyor. Daha çok çocuğun ölmesi ve daha büyük dramlar, hiçbir şey yetmiyor onlara. Bilmiyorum artık, bu kadar acıyı nasıl taşıyacak ruhlarımız. Galiba Murito Amca’ya kulak vermeli. Belki gidenleri beklemek, gidişlerini izlemekten daha evladır.

GECENİN PUSUSU

Gülnar Kandeyer

 

Pusuda bekleyen vahşeti bilmeden eskimiş bir gülümseme dudağının kenarında. Geyikli duvar halısının yanında çiviye tutturulmuş sararmış fotoğrafın tozunu siliyorsun elinle. Bir rüyanın içindesin sanıyorsun. Gökyüzünde belirip toprağa akan ya da yeryüzünde peyda olup göğe yükselen mantar bulutlu ışıklar olmasaydı yıldızları seyredebilirdin dinginlikle. Saatler utanacak düşülen tarihten, zamanın bekçiliğinden yapmaktan usanarak akrebi bir yanda yelkovanı darmadağın. Böyle rüya mı olur, kâbus görüyorsun?

 

Çekingen gündüzleri, kötücül gece sarıyor karabasan gibi. Parmaklarının ucuna konmuş kelebekler hep birden havalanıyor, diğeri parmağıyla düğmeye basarken. Saçlarının rengini çalıyor küller, yağarken yumuşacık bir kumaş gibi lacivert atlastan. Ağır bir suskunluk bulaşıyor dört bir yana. Şaşkınlık içinde merhamet. Çelik yüklü bir gemi, limandan ayrılıyor. Tüm şımarıklığıyla akan metal safra, çocukların masumluğuna çalıyor. Çerçevedeki fotoğraf ne çok tozlanmıştır şimdi?

GAZETECİ

Hatice Eroğlu Akdoğan

 

Fotoğraf makinesiyle ne yana koşturacağını şaşıran gazeteci, ayağına takılarak ezilen oyuncak arabayı gördüğünde kalakaldı. Gökten yağan ateş topları kentin koynunda yaşayan canlı cansız her şeyi kapkara dumanların peşinden kül rengine boyamıştı. Bir yığın topak kalmış yıkıntılardan kan sızıyordu. Dehşetin ağırlığına çarpan tek şey, sağ kalabilmiş kadınların ölüm makinelerine ah çeken çığlığıydı. Beli bükük, yalınayak aksakallı bir ihtiyar, toz beton içindeki bir mindere var gücüyle sarılmış ağlamakla gülmek arasında tuhaf bir biçimde kıkırdıyordu.

 

Elleri titreyerek birkaç kare alan gazeteci, az ötede acısı tüten kalabalığın yanına erişti. Sopalardan yapılmış bir sedyede bıyıkları yeni terlemiş bir gencin kanlı cesedi seriliydi. Karalar içinde kanatlarını göğe uzatarak feryat eden ana, elinde tuttuğu boya tüpüyle arada bir ölünün toz içindeki ayakkabısını parlatıyordu. Yanındaki adam ise elini yüzüne sürdüğü kadının acısını, kendi gözyaşıyla yıkayıp dindirme çabasındaydı. Gazeteci haberi geçiyor. Gazze’de, tozla kaplı yüzümüzü yıkayacak ve kuruyan dudaklarımızı ıslatacak bir damla su yok gözyaşından başka. Çağın kirini örtmek için kimse Ortaçağı suçlamasın. Fotoğraf çekmek acı verici. Burası cehennemken hiçbir yer cennet değil merkez.

AÇIK HAVA MORGU VE KIRMIZI ÇİZGİ

Elmas Tunç

 

Kuzeyi bombalıyorlardı. Doğu, batı bize dardı. Ekimi kana buladılar. Kasımı, sonra aralık, derken ocak… Mütemadiyen… Parçalanmamak için güneye kaçtık. Duramazdık. Sığamıyor, sığınamıyorduk. Kendi yurdumuzda mülteciydik ne de olsa. Ateşkes olacak deniliyordu. Duman, yanık et, zehir ve Ölüm kokan, Ortadoğu’nun acısını sırtlanan topraklarımızda nereye gitsek ecel peşimizdeydi.

 

Cesetlerimizi çalmasınlar, organlarımızı parçalamasınlar diye kaçtık. Okullara, hastanelere. Hastane ve okul bombalamak savaş suçuydu neticede. Nereden bilebilirdik ki kırmızı çizgi bildiğimiz her şeyin aslında kanla çizildiğini. Küvözdeki bebekleri öldürmek de büyük bir suçtu. Ana karnındakileri hatta. Çocukları terörist diye tutuklamak nasıl bir caniliktir aklımız almıyordu meselâ. Nerede yazıyor? Hangi kitapta?

 

Umutlarımızı öldürdüler. Çoluğumuzu, çocuğumuzu, kafesteki kuşumuzu, evdeki kedimizi bile. Bile bile ve dünyanın gözü önünde. Bir tek merhametimizi öldüremediler. Biz ölürken seyrettiler, seyrettirdiler. Bizler aç ölürken birileri ölümü semirtenleri değil yaşama ihtimalimizi boykot ettiler. Yaşamayı hak ediyorduk oysa, her insan gibi. Ölümlerden ölüm biçtiler vücutlarımıza. Cesetlerimizden kırkyama serdiler sokaklarımıza. Evlerimizi başımıza yıktılar. Yakınlarımız tırnaklarıyla kazıya kazıya enkazlarda ismi yazılı kol, bacak ve bize ait bir iz aradı. Herkes arıyordu kaybettiklerini. Ben de aradım. Annemi, babamı, kardeşlerimi. Ellerimle toprağa verdim. Topraksız halk için, halksız bırakılmak istenen toprağa. Sayılardan ibarettik onların nazarında. İnsanlık kayıptı ve hâlâ  bulunamadı, dünyanın en büyük açık hava morgunda.

SALDIRAY

Adalet Temürtürkan

 

Tanrıdan tek dileği vardı Asiye’nin. Türbe kapılarında lokma dağıttı. Ulu çınarlara salıncak bağladı. Dileği kabul oldu. Üç kızdan sonra, eli ayağı sağlam bir oğlu oldu. Adı hazırdı, Saldıray koydu babası, kerpiç dama çıktı, havaya üç kurşun sıktı. Haftasına iş de buldu. Boğazından kıstı, oyuncak aldı oğluna. Uçanı kanadından, kaçanı sırtından, ille de kalbinden vuracak silahı, hançeri, kaması, makinelisi oldu Saldıray’ın. Yürümeyi öğrenir öğrenmez düşman kovaladı, vurdu, vuruldu, öldü, öldürüldü. Şakacıktan.

 

Gerçek silahları kuşanma vakti geldi, babasının cebindeki yetmedi, bedel veremedi. Eline kına yakıldı, dua okundu, davul, zurna, halayla uğurlandı. Yaşı kadar ağırlıkta silahlar sırtında, dağ tepe tırmandı. Eli tetikte, kulağı seste, gözü hedefteydi. Uçan bacaklar, kopan başlar, başsız gövdeler gördü, oyun değil, oyuncak değildi.

 

Yaşı yirmi beşti. Kerpiç evin damına bayrak dikildi. Soğuk yüzü gösterilmedi anasına, belden yukarısı yoktu Saldıray’ın.

SİNEK KRAL

Suat Karataş

 

Usulca seğirip girdi kabul odasına. İpek halılar üstünde yürüyüp diz çöktü baş haznedar. Yeşim, safir, lapis, inci, mercan, kehribar, akik kakmalı altın tahtın üstünde bütün ihtişamı kuşanarak oturmuş hükümdarın altın gümüş yüzüklerden görünmez olmuş elini öperek çekildi geriye. Tekrar diz çökerek huzurda ve eğerek ince boyunlu başını öne; “Efendim hünkârım” dedi titrek bir sesle.

 

“Bir sorunumuz var arz etmek istediğim, izniniz olursa?” Başında bir güneş taşırcasına parlak ve ağır tacının baskısından olsa gerek gözlerini hafif aralayarak,

 

“Nedir?” dedi kudretli hükümdar. Sesi kabul odasının atlas kaplı duvarlarıyla birlikte baş haznedarın da yüreğini titretti. Aldığı her nefes dünyanın bütün zenginliklerinden daha değerliydi hükümdarın. Boşa harcanacak tek nefesi bile yoktu zat-ı şahanelerinin. Gereksiz yere bir nefeslik zamanını çalan her kim olsa başını bırakıp öyle çıkardı bu odadan. Biliyordu baş haznedar. Bir sessizlik oldu, birkaç nefes alıp verdi hükümdar. O nefes alıp verdikçe duyduğu ses, arkasından yaklaşan Azrail’in ayak sesleriydi sanki. Duyuyordu. Terden sırılsıklam olduğunu fark etti. Korkudan dili tutulmuştu. Bu kadar erken ve zamansız ölemezdi. Yutkundu. Tüm cesaretini toplayarak konuştu sonra. Ne olacaksa olsundu. “Efendim, dedi. “Son seferinizden gelen kırk deve yükü ganimet var ya.”

 

Birden bir yıldırım düştü yarı loş odaya. Bir depremle sarsıldı baş haznedar. Yıldırım gürlemesini andıran sesiyle.

 

“Ne olmuş ganimetime? Ne olmuş onlara?” diyerek kükredi hükümdar. Öfkesi merakından bir boynuz önde koşan bir yaban domuzu gibi kalkarak birdenbire ayağa. Önündeki bu aciz, beş para etmez yaratığı ezmek için titriyor, sabırsızlanıyordu etleri içerden sarkan, yağlı ve tombul sağ bacağı.

 

“Efendim” dedi baş haznedar.

“Bir şey olmadı. Sadece bir haftadır uğraşıyoruz. Sığdırmak için hazine dairesine”

 

Bacağını geri çekti hükümdar. Bu defa merakı geçmişti öne. Hafifçe eğildi önünde diz çökmüş küçük böcek yüzlüye doğru. Daha iyi duyabilmek için neler olduğunu. Çok uğraştık” dedi baş haznedar.

 

Kaldırıp başını yalvaran gözlerle bakarak Haşmetmeap’a.

“Lakin sığdıramadık. Dört deve yükü ganimet duruyor hala bin bir odalı sarayın

avlusunda.”

Vurulmuş gibi düştü hükümdar altın taht koltuğuna. Öyle ani olmuştu ki bu, safi som

altından, iki kişinin zor kaldırdığı, kendi başından daha ağır, uçları sivri yedi köşeli tacı da savrulup düşmüştü başından. Savrulup saplanmıştı baş haznedarın başına. Bütün ipek halılar, akik mercan ve inciler sustu kabul odasında. Işıkları görünmez oldu parlak yakut ve safirlerin. Huzursuzca titreyen altın yüzüklerin sahibi parmaklar üzerinde. Sadece ince bir kan sızıyordu altın tacın kenarında. Birkaç sinek uçuştu üstünde. Sesleri vızıldadı odanın içinde. Bir de derin nefes alıp verişleri hükümdarın. Gözleri kapalı oturuyordu altın tahtında. Oturan artık yaşlı bedeniydi yalnızca. Kendisi ise kırk yıl öncesindeydi. O tahta çıktığı ilk günde. Kalbi patlayacak gibiydi göğüs kafesinde. Gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu. Başına taç konduğu anı hiç unutmamıştı. Kan kokusu gibiydi tıpkı tacın kokusu. Hiç unutmamıştı o anı. O an söz vermişti kendine. “En büyük dairesini yaptıracağım hazineler için kendime. Hiç yapılmamış kadar büyük. Ve bu kokuyla dolduracağım onu. Her ay bu kokuyu soluyacağım içinde.” Böyle söz vermişti kendine. Kırk yıl değil sanki kırk nefes önce. Kimse bilmiyordu bunu. Yaptırdığı daire öyle büyüktü ki, bir dünya yetmez bunu doldurmaya, başka dünyaları da fethetmek gerek diyordu vezirleri sohbet aralarında. Öyle sözler söylendiği gelmişti kulağına. Aldırmamıştı hiçbirine. Doldurmak için dairesini var gücüyle savaşmıştı. Yerle bir etmişti yeryüzünü. Kırk seferin sonunda bütün hazinelerini ele geçirmişti bilinen tüm dünyanın.

 

“Demek doldu.” diye söylendi çöktüğü yerde “Demek sonu geldi hayalimin.” Kimse duymadı son sözlerini hükümdarın verdiği son nefesinde. Sineklerin kanat sesleriydi yalnız ihtişamlı taht odasında duyulan…Sinekler vardı yalnızca kan kokulu tacın üstünde uçuşan.

KÜME

Turhan Yıldırım

 

Çocuk ağlıyordu. O an itibarıyla dünyanın çeşitli coğrafyalarında türlü şekilde ağlayan küçüklerden biriydi sadece. Birbirinden habersizce gözlerinden usulca yaş akıtan, hüngürdeyen, tepinen, iç çeken, salyası sümüğüne karışmış binlerce ufaklığın içindeydi. Bu durumu bir küme içinde incelesek adını, beş altı yaşlarında kimi nedenlerden dolayı ağlayan çocuklar olarak koyabilirdik. Binlerce değişik seda, kâinatın belki de yürekleri en acıtan şarkısını kendine has şekilde söylüyordu. Sesler yavaş yavaş kesilmeye, akıtılan yaşlar kurumaya, salya sümükler ellerin ya da mendillerin vasıtasıyla silinmeye, hüngürdemeler, tepinmeler, iç çekmeler de bitmeye başlamıştı. İçlerinde yalnızca o, diğerlerine katılmayarak hiç durmadan ağlıyordu. Çocuk, doğduğundan beri ilk kez silahların kıyıcı sesini duymuştu.