“Sonuçta savaş dediğiniz şey anlamadığınız ne varsa odur.”
Louis Celine
“Sonuçta savaş dediğiniz şey anlamadığınız ne varsa odur.”
Louis Celine
Savaşların adı yoktur. Bir isim konulmaya, yeri, zamanı, ırkı, nedeni, başlangıcı, anı, sonrası anlatılmaya çalışılsa da bir tane savaş vardır. Adı sadece savaştır. İlk yaşanan insanla doğa arasında meşru müdafaaya dayanan var olma, kendini yaşatma savaşıdır. Ama asıl savaş Habil ile Kabil arasındaki kardeş kavgasından sonra ruhunu göstermiştir. Bu savaşla tüm zamanların ve coğrafyaların korkusu, kâbusu, ezeli ve ebedi yansıması genetik aktarımlarla insana nüfuz etmiştir. Adeta yeryüzünün en dip coğrafyasına kadar giremeyeceğim ruh yoktur, dercesine yayılım göstermiştir. Bazen küçük bir parçada yoğunlaşmış bazen de tüm yeryüzünü sarıp yakıp yıkmıştır. Geçtiği hiçbir yerin kazananı olmamıştır. Kazanıldığına dair sanrılar yaşansa da o daima kaybettiren olmuştur. Yaşanan sanrıların gerçeklikle buluşmasıyla yeni sanrılar, hedefler, vurgunlar, yangınlar planlanmıştır. Aslında her yerde ve zamanda yaşanan sadece Pirus Zaferi olmuştur.
Belki de bu ezeli genetik aktarımın bilinciyle Agota Kristof yaşanan savaşın adını, yerini, zamanını belirtmez Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan[1] metinlerinde. Sadece savaşın insan kalbine neler yaptığıyla ilgilenir. Tüm dikkati orada toplamak ister. Savaş adına yaşanan tek kelimeyle insanlığa büyük “ihanettir” demek ister. En küçüğünden en yaşlısına, en bilgesinden en inançlısına kadar herkeste deforme kişilik ve karakterler şeklinde doğum lekeleri oluşturduğunu göstermeye çalışır bu metinlerde.
BÜYÜK DEFTER
Büyük Defter iki çocuğun anneleri sayesinde büyük şehirden kaçarak küçük şehre, anneannelerinin yanına sığınmalarını anlatır. İkiz olan bu iki çocuk, tek bedende biri göz, diğeri kulak olacak kadar bütünleşmiş kardeşliği yaşarlar. Savaşın sırası yaşadıkları coğrafyadadır ve oldukça yoğunlaşmıştır. Dokuz yaşlarında anneleri tarafından terk edildiğini düşünen iki çocuğun, anneannenin yanında hayatta kalma, küçük şehre adapte olma mücadelelerini anlattıkları defterlerdir Büyük Defter. Anneanneyi alıştıkları yaşamın tersine hem kirli hem cimri hem de duygusuzluğuyla bir cadıya benzetirler. Oysa sadece yoksulluğun ve yıkımların kurbanı olması sonucu kalbi bükülen ve duygu yoksunluğu yaşayan yaşlı bir kadındır o. Küçük kahramanlarımızın temel özellikleriyse her şeye aykırı olmaları, sadece birbirlerine karşı ruhlarının ışıltısını korurken dışarıda kalan her şeye ve herkese karşı kalplerini karanlığa büründürmeleridir. Öyle ki kendilerini her türlü güçlendirme eğitimine tabi tutarlar.
“Yalnızca acıyı yenmek istiyoruz, sıcağı, soğuğu, açlığı, can acıtan her şeyi.”
Günlerce açlık talimi yapmaları, yerde yatmaları, birbirlerini dövmeleri, uykusuz geceleri içten içe yaşadıkları acıyı yenmek için yaptıkları irade güçlendirme alıştırmalarıdır. Acıyı en derinden yaşarlar ama dışarıya karşı sanki ruhları yokmuş, hiçbir şey hissetmeden yaşıyormuş gibi yansıtırlar. Anneleri geri döndüğünde ve onları almak istediğinde de kalpleri o derece katılaşmıştır ki onunla gitmek istemezler. Belki belirsizlikten, gidecekleri yere güven duymamalarından, belki de bir defa bırakan anneye güvenememekten ve onu affetmemelerinden dolayı gitmek istemezler. Anneleri kucağında küçük kız kardeşleriyle birlikte parçalandığında gözyaşı da dökmezler. Bir çukura gömüverirler. Ama neden sonra kemikleri çıkarıp, kurutup, cilalayıp başucuna asarlar? Ancak insan kalbinin buna bir cevabı olabilir. Zaten insan hep bir gizem değil midir? Ve hiç kimse kimseyi tam olarak anlayamaz. Hele ki savaş zamanının acılarında bu daha da zordur.
Bir gün birbirlerinden ayrılma kararı alırlar. Yazar adeta ters köşe yaptığı kurgusunda hikâyeyi sürpriz sonlara doğru ilerletiyor. Onları dünyaya getirmede mesul babayı bile görünür yapıp sonra aniden yok saymalarıyla kalbin ne kadar duyarsız olabileceğini en çok bu ayrılık vaktinde gösterir. İnsan bu ya, önüne bir hedef koyduğunda ona ulaşmak için feda edilmeyecek hiçbir şey ve hiç kimse yoktur.
KANIT
Savaşın korkuları, kâbusları, histerikliği genetik olarak bir zamandan sonraki zamana, bir coğrafyadan öbürüne geçmeye devam eder. Hiç durmadan, yılmadan bazen hızla bazen yavaş ve sinsice yayılarak büyür. Yolculuklar, yurtsuzluk, kimliksizlik, yoksullukla mücadele insanlara düşlerini unutturur. Zaman geçip de her şeyin yoluna girdiğinin düşünüldüğü son anda düş sahibini bulur. Dönüp geri bakıldığında düş değil, düşün sahibi ona ihanet etmiştir.
Birinci kitap Büyük Defter’de isimlere yer verilmezken ikinci kitap Kanıt’da isimler belirtilir. Savaş fırtınası şimdilik dinmiştir ve bazıları kazanma sanrısını yaşama nöbetini devralmıştır. İkizlerden Claus sınırı geçerek küçük şehri terk ederken Lucas geride kalandır. Bu metin Lucas’ın anneanneye yaşamını, aşkını, ilişkilerini, bağlandığı ve kendi çocuğu yapmak için her türlü engeli kaldırmayı göze aldığı Mathias’ı anlatır. Beş yaşında Mathias, savaş sonrası doğduğu halde patlamalar, kopan uzuvlar, kâbuslar görerek uykularından uyanır. Annesi onu da bırakıp gitmiştir ve aslında ona öyle söylenmiştir. Kanıt’ın son sayfalarında gerçekliği anlatırken yazar bir kez daha okuru ters köşe yapmayı başarır. Annesiz kalan bir çocuğun çevresi ne kadar kalabalık ve sevgilerle dolu olsa da kendini daima tehlikede ve güvensiz hisseder.
Savaşın ne büyük kaybedeni ne de büyük kazananı vardır. Toplum olarak kadını, çocuğu, yaşlısı, genci, erkeği, kadını herkes durduğu yere, bulunduğu konuma göre büyük kaybedendir. Acı acıyla kıyaslanamaz. En çok ölen yoktur çünkü. Her daim ölüm ve ölen vardır. En onulmaz acıları yaşayan, yaşadığı acıyı taşıyan ve taşıyamayan vardır.
Lucas’ın âşık olduğu Clara kocasının asıldığını bilse de hep onu beklemektedir. Kocasının asıldığını öğrendiğinde bir gecede saçları beyazlamıştır. Nice uzun beklentilerden sonra bir gün önüne bir yazı düşer. “Özür dileriz, kocanız ihanetçi değildi. Onu yanlışlıkla astık.” Ne çok yanlışlıklar yapılır kaos ortamlarında. Yanlışlıkla babasından çocuk sahibi olan Yasmine, yine başka bir yanlışlığa kurban gider. Bunun üzerine Lucas, Peter’e “Hayatımın hatasını yaptım.” der. Peter ise “Herkes hayatında bir defa dönülmez hata yapar” derken ne kadar da teselliden uzaktır oysa.
Hiçbir şeye bağlanmaz ve duygusuz gibi görünen Lucas, hayatta çok az kişi ile bağ kurar ama ne yazık ki hepsini de kaybeder. Derin bir hiçliğin içine düşmüşken bebek Mathius onun umudu olur. Bu iki bağımsız yüreğin, Lucas ve Mathius’un birbirine bağlanması her ikisine de geri dönüşü olmayan gidişlerin acısını yaşatır. Henüz yedi yaşında olan Mathius’un cesareti onun sonunu getirirken Lucas’ın ortadan kaybolmasıyla Kanıt biter. Üçüncü Yalan’da Claus’un dönüşüyle yeni bir trajedi başlar.
ÜÇÜNCÜ YALAN
Üçüncü Yalan’da kurgu değişir. İsimler aynı olsa da yaşanılanlar bambaşkadır. On beş yaşında değil, dört yaşında tamamen farklı bir olayla birbirinden ayrılmak zorunda kalan iki kardeşin hikâyesidir anlatılan. Belki de Agota Kristof olasılıkları anlatmak istedi bu metinde. İsimler aynı olup hayatlar, olaylar başka boyutlarda gelişse de her olasılıkta da savaşın yarattığı son yine de hazin olacaktı, demek istedi.
O kadar çok zaman olmuştur ki artık düş ve gerçek birbirine karışır. Çocukluk anılarının geçmişte kaldığını düşünen Claus onları yeniden yazmaya başlar. Bu defa çocukluğunda tek başınadır ve üçüncü metinde kurguyu değiştiren de Claus’tur. Kardeşi yoktur. Ya da onu yadsımaya başlamıştır. Sık sık geçmişe, çocukluk günlerine gider. Annenin dikiş makinesinin sesi, babanın ıslıkları insanı rahatlatan, güven veren bir müzik tınısı olarak kulaklarında kalmıştır. Hayatın normal gideceğinin, sonsuz mutlulukların olacağının bir yanılsama olduğu gerçeğini henüz dört yaşında çocuklar olarak idrak etmek zorunda kalırlar. Baba bir gece iş kıyafeti yerine savaş çıktı, diyerek iki kelimeyle anlatır bir alt üst oluşun başlangıç hikâyesini. Savaşta herkes askerdir çünkü.
Ama işin özü sadece bu değildir. Baba savaşa gitmeden önce başka bir kadına gidiyordur. Savaşın ilk silahı annenin elinde patlar. Ölümler, kopuşlar, ayrılıklar henüz savaşa gerek kalmadan başlamıştır. Birbirine kopmaz bağlarla bağlı olan kardeşler tekrar buluşmak için birbirlerini arar dururlar. Hayatlarının son demlerinde nihayet buluştuklarında içlerinden biri düşüne ihanet eder. Bu ihanet kardeş kavgasının, Habil ile Kabil’in yeniden yansımasını bulmasıdır. Her ikisinin olan ortak düşsel yaşamının kopmaz bağlarını kopartır Büyük Yalan ve düşe ihanet.
Savaş ansızın parlayarak girmiştir yaşamlara. Sonra yine sönse de her sonda olduğu gibi ardından yaşanan bir özgürlük yanılsamasıdır. Bu yanılsama, zaferi kazanan olarak anlatılan ülkede artık yabancı askerlerin iktidarının hüküm sürmeye başlamasıdır. Gazeteler boy boy manşetlerde bolluk bereketten, mutluluk ve huzurdan bahsederler. Oysa insanlar açlık ve sefaletle boğuşurken diğer taraftan savaşta sararan, dalından kopmak zorunda kalan yaprakların savrulan hikâyeleri kalır geriye.
[1] Agota Kristof, Büyük Defter Kanıt Üçüncü Yalan, çev., Ayşe İnce Kurşunlu, YKY, 2010.