“Nasıl öldürürsün?” diye yineledi. Vereceği herhangi bir cevabın kendisini tatmin etmeyeceğini biliyordu. Ne hesap sorabiliyordu ne de anlam verebiliyordu. Ayağında üst bandının yan dikişleri hafifçe atmış beyaz bir terlik vardı. Sol bacağına yüklenip diğer ayağıyla toprağa çukur kazıyordu. Elini yumruk yaptı, sonra parmaklarını gerdi, terleyen avcunu üstüne sildi. Ağzını açtı, kocasıyla arasında olan suskunluğu balık gibi yuttu. Sağa sola hafifçe sallanarak cümleyi bir kez daha yineledi. Sesi kısıktı ama öyle derinden, tüm acılarını yüklenip çıkmıştı ki Ramazan bir adım geri gitti. Yavaş hareketlerle kocasına döndü “Hiç pişman olma, öldürdün artık” dedi.
Karı koca aynı hastanede çalışıyorlardı. Ramazan hademeydi. Temizlik görevlisi, temizlik personeli denilmesine sinirlenirdi. “İsim değişince tuvalet temizleyip, yer silmiyor muyuz sanki?” diye söylenirdi. Az kişiyle çok iş yapılmasına isyan eder “Senin karın hemşire, kayrılıyorsun hep” sözlerine de ifrit olurdu. Oysaki tek kayırılması karısıyla aynı günlerde izinli olmalarıydı. Kaderlerinden kararlarına kadar pek çok benzerlikleri olan bir ortaklıktı onlarınki.
Halide, çarpık ince bacakları üzerinde taşıdığı zayıf gövdesiyle bir açıklama duymayı umarak çekik gözlerini ayırmadan Ramazan’a bakıyordu. Ne çok acı ve sevgisizlik vardı derinlerde. Varlıklarına muhtaç, iki yalnız kalptiler karşılıklı dikilen. Halide’nin gözyaşları alışıldık bir yoldan yanağına doğru kaydı. Ramazan öfkelendi. Kimin içindi bu gözyaşları? Dipten hızla yüzeye sıçrayan akvaryumdaki balığın etrafa döktüğü damlalar gibi dağıttı sözlerini: “Ben öldürmesem bir gün o beni öldürecekti.”
Halide hemşireliğe başladığı yıl nöbetteki kıdemli doktor şakayla karışık çevresindekilere hayalindeki kadını anlatırken “Sarı uzun saçlı, kocaman mavi gözlü ve hemşire hanımınki gibi kusursuz kulakları olan biri olmalı” demişti. İçe doğru kıvrılmış gibi duran dudakları, tarasa bile hiç şekle girmeyen ne düz ne kıvırcık saçlarıyla albenisi olmayan bir kadındı Halide. O güne kadar kimse onun herhangi bir yerinin güzel olduğuyla ilgili bir şey söylemediği için bu iltifata tutunmuştu. Saçlarını ya topluyor ya da kısacık kestiriyordu. Ramazan orta boylu, orta kiloda her şeyiyle ortalama bir adamdı. Aynaya bakar kendinde bir harikalık bulamaz, Halide’ye sorar cevap alamazdı. Birbirlerinde hayranlık duyacakları tek bir özellik bulamasalar da aralarında garip bir uyum vardı.
Evlendiklerinde bu eve kiracı olarak taşındılar. Yılın sonunda ev sahibini ikna edip evi satın aldılar. Gündelik hayatlarında pek para harcamıyorlardı. Öyle gezmeye düşkünlükleri de yoktu. İş yerinden yılda iki takım forma veriliyordu. Aldıkları bir ayakkabı bir terlik değil miydi? Maaşlarına da zam yapılmıştı. Arada geceleri özel hasta bakıyorlardı. Çok çalışıyorlardı ve birileri tarafından istenmemeyi bildikleri için olsa gerek birbirlerine sıkı sıkı tutunuyorlardı. “Çocuk yapalım, bizi çok seven,” demişti bir gün Ramazan. İlk o gün içten gülümsemişti Halide. Dudakları kulaklarına doğru yayılmıştı. Halide’nin çekik gözleri, Ramazan’ın sıradan gözleriyle buluşur oldu. Evleri doruklarda sessiz, soluklarda umutlu bir birleşmenin kokusuyla kutsandı. Hamile olduğunu öğrendiği gün içten sarıldı kocasına Halide. O gün gerçekten sevdi karısını Ramazan. Bu çocuk bizi çok sevecek, dediler. Boş kalpleri dolacaktı. Daha önce tatmadıkları bir duyguyu yaşıyorlardı. Mutluydular. Bir pazar gittikleri deniz kenarında sahile vuran coşkun dalgaların köpüğüne benziyordu içleri. Üflesen gidecek gibi değil de çoğaldıkça çoğalacak cinsten. Halide sanki daha da güzelleşti. Yanakları allık sürmüş gibi pembeleşti. Gözlerine mehtap yerleşti. Ramazan’ın yürüyüşü değişti. Kabardı, karısını kollarının arasına sakladı.
Ev de doğacak çocuk için hazırlanmaya başladı sanki. Bahçede daha önce fark etmedikleri papatyalar boy göstermişti. Köşede duran kurudu sanılan akasya, çiçeğe durmuştu. Bahçe kapısının gıcırdayarak açılması, bilinen bir ninniye dönüşmüştü. Köşeye ektikleri soğanlar, marullar hemen yeşillenmiş, domates çiçek açmıştı. Fasulye, dibinde duran çıtaya sarıla sarıla yükseliyordu. Ellerinde çay bardakları ile yan yana taburelerde otururken küçük odayı boyama planları yapıyorlardı. Neşeli ve heyecanlıydılar. Yıllar sonra Halide bu günler için “Ömrümü o iki aya sıkıştırmak isterdim,” demişti.
Bahçede oturdukları akşamüstü Halide, içinden bir şeyin kaydığını hissetti. Saplanır gibi başladı ağrı. Bacaklarını sıkı sıkı birleştirdi, elleri karnında “Hastaneye gidelim hemen” diye bağırdı kocasına.
Doktorlar sebebini bulamadılar. Niye tutunamadı bu bebek annesine? Ramazan suskun, Halide üzgün hiç açılmamış gözleri, hayalleriyle birlikte evlerinin bahçesine gömdüler. Mezar taşı söğüt ağacıydı. Kim akıl etti, kim istedi, kime iyi geldi bilinmez ama o ağaç orada büyüdü. Halide’nin içi kurumuştu. Bir daha içinde bir şey büyümedi.
Eski günlerine, eskimeyen halleri ile döndü Halide. Deniz dalgasızdı, derin, karanlık. Ramazan olduğu kadardı. Yüzeydeki cılız köpükler çok derinlerde büyük dalgalara dönüyordu. İş çıkışı hastanenin kapısının önünde sigarasını yakıp hiç sağa sola bakmadan, baksa da görmeden bıkmış adımlarla gelen karısını beklerdi. Hep bekledi. Güzel bir haber bekledi. Sıcak bir sarılış, içten bir gülümseme bekledi.
Yine böyle bir gün yanından geçip onu görmeyince iyice kinlendi. Bahçede mezar mı olurdu? Ölüm evin içine alınır mıydı? Hastanenin psikiyatristine sormuştu karısının halini. “Yanında ol, geçecek, söyle gelsin konuşalım” demişti. Halide doktorla konuşmuş ama hiçbir şey değişmemişti. Geçen sadece yıllar olmuştu.
O gün karar verdi Ramazan. Öldürecekti Halide’nin sırdaşını. Ne zaman büyümüştü de konuşur olmuşlardı? Ne zaman karısının taburesi gölgesine taşınmış, ne zaman rüzgârda dalları şarkı söylemiş, sırtını sıvazlamıştı? Tanrı da öldürüyordu yarattığını. Ben de öldürürüm suladığımı, dedi. Tutunduğu dal elinden kayıyordu. Düşüyordu. Yalnızdı. O güne kadar her şeyi beraber yaparlardı. Zorunluluk, isteğe, alışkanlığa dönüşmüştü. Birbirleri için güvenli limanlardılar. Aynı zamanda kalkar, yer, içer, bahçeye çıkar, işe gider, pazara uğrar, eve dönerlerdi. Şimdi karısının taburesi uzakta, bir başka gölgedeydi. Vurdu baltayı, bir “Ah!” işitmedi. Vurdu baltayı, “Yapma!” diyen olmadı. Vurdu baltayı, kan akmadı. İncecikti gövdesi, tazeydi dalları. Son darbeyle serildi yere.
Hüzünlü bir sessizlik hâkim oldu bahçeye. Sanki çiçekler bir anda solmuştu. Rüzgâr durmuş, toprak soğumuştu. “Taşınalım,” dedi Ramazan, “Bak, seslenemiyoruz bile ona, bir ismi yok, hiç çağıramadık onu.” Farkında olmadan sıkı sıkı tuttuğu baltayı attı yere, girdi içeri. Halide acısının başına oturdu. Elleriyle dizlerini ovuşturdu. Ömür denilen yaşayana kısaydı. Onların canlarının parçası yerüstünde nefes alamamıştı lakin yeraltında büyüyordu. Ama şimdi… İçeri geçmek için ayağa kalktı, bir dal ince ayak bileğine tutundu. Onu aşağıya doğru çekti. Halide iyice toprağa eğildi. Yuttuğu tüm suskunluklar bahçeye döküldü. “Ah be Adam! Nasıl kıydın bu cana?” dedi usulca, ağacın taze dallarını sıvazladı ve ekledi “Hem kökleri çocuğumuza dokunuyordu.”