Solgun Bir Şehir Resmi
Öykü

Solgun Bir Şehir Resmi

Ethem Baran

Yıllar önce yazmıştım; bu şehri, ben oraya geleyim, benim için kurulmuş hapishanede ömrümün en güzel yıllarını heba edeyim diye kurmuşlar. Benden sonra da öyle bir şehir olmayacak; tıpkı bir film seti gibi -ben orada kimsenin seyretmediği hayatımı kendi kendime oynadıktan sonra- kaldıracaklar. O şehir, -haritalarda olmasına rağmen- benim kitabım dışında aslında hiçbir yerde yoktu; hiçbir kitapta, hafızada, anıda… Yaşayanı, hemşerisi, özlemi, rüyası olmayan bir şehir gerçekte var sayılır mıydı!

 

Karlar Şehri’nden söz ediyorum.

 

Kitabımı okuyan az –bir hayli az- sayıdaki okurum dışında kimsenin bilmediği, bilenlerin de başka başka yerlere benzettiği Karlar Şehri…

 

Bilmem kaç sefer sayılı Karlar Şehri uçağının, şaşmaz biçimde, her uçağa bindiğimde olduğu gibi kanat üstüne denk gelen koltuklarından birinde oturuyorum. Giriş işlemini yaptırırken özellikle belirtmeme rağmen yine kanat üstüne attı beni soluk yüzlü genç memur. Benim için önemli olduğunu, otuz yıl sonra ilk görev yerime, üstelik ilk kez havadan gideceğimi söyledim; kanatlardan uzak, yeryüzünü rahat görebileceğim cam kenarı bir koltuk rica ettim. Bir kavgayı yarıda bıraktığı ve fırsatını bulduğunda sürdürmeye niyetli olduğu suratından belli olan memurun beni dinlemediğine emindim. Nitekim beklediğim gibi oldu ve kendimi yine kanat üstünde, hem de koridor tarafında buldum. Yine de kendimi şanslı hissediyorum çünkü bu üçüncü denemem ve şu ana kadar bir terslik olmadı.

 

İki hafta önce, Karlar Şehri’ne bunca yıl sonra tekrar gitmek, nelerin değiştiğini –aslında değişmediğini-, gençliğimden geriye kalan izleri yerinde görmek niyet ve hevesiyle havaalanına kalkış saatinden bir hayli erken geldim. Kulağım anonslarda, gözüm ışıklı tabelalardaydı. Hangi uçak gecikmeli, hangisi yolcusunu bekliyor, hangisi indi derken korktuğum oldu: Bizim uçak, Karlar Şehri’ndeki hava muhalefeti yüzünden kırk dakika rötar yaptı. Kırk dakika, bunca yıl sonra, bunca hevesim varken, dahası nihayet karar vermişken moralimi bozmaya değecek bir süre değildi. Tabelalarda izliyordum işte, ne gecikmeler oluyordu saatler süren. İçimde bu merak varken hiçbir şey keyfimi kaçıramazdı. Kendi kendime gülümsedim bile. Gülümsedim çünkü Karlar Şehri geleceğimi hissetmiş gibi bana mesaj gönderiyordu. Henüz sonbaharın başında olmamıza rağmen bu hava muhalefeti de neyin nesiydi? Tamam, hatırlıyorum, senin dokuz ayın kıştır. Biz orada karla, soğukla boğuşurken ülkenin başka yerlerinde insanların günlük güneşlik bir havada gezindiklerini televizyondan kıskançlıkla izler, orada olmak için ne suç işlediğimi sorgulardım. Karlar Şehri ismini bu yüzden vermemiş miydim zaten?

 

Gülümsemem çok sürmedi, kırk dakika dolmak üzereyken bu kez doksan dakika rötar uyarısı geldi.

 

Havaalanında vakit geçirmenin kaç yolu olabilir ki! Oturmanın, yürümenin, uçakları, insanları, akıp duran yazıları, bulabildikleri tavan boşluklarından içeri girmeyi başarmış ve ayak altında dolaşan güvercinleri izlemenin de bir sınırı, gidip çarptığı bir duvar var.

 

Sonunda hakkımızda karar verildi: Uçuş iptal!

 

Bu ilk Karlar Şehri bozgunuydu.

 

İkincisini üç gün sonra yaşadım. Üstelik çok daha berbat biçimde. Yeni bir uçuş buldum, yine kanat üstüne atıldım, yine bir saat kadar rötar yedim ama sonunda uçağa binmeyi başardım. Artık yıllardır görmediğim, aklıma geldikçe, hakkında yazdığım satırları tekrar tekrar okuduğum için yalnızca cümlelerden oluşan bir yer olduğunu zannetmeye başladığım şehre gitmeye hazırdım. Karlar Şehri’ni ne zaman düşünsem, soğuk otel odalarında yalnızlığıma sarıldığım, karlı sokaklarını adımlarken kemiklerime işleyen uzaklık duygusuyla kendi içimde kaybolduğum şehir değil de yazdıklarım aklıma geliyordu. Böyle bir şehir yoktu da ben mi uydurmuştum bir yazının içinde?

 

Ben Karlar Şehri’ne gitmeye, zihnimdeki o solgun resmi canlandırmaya hazır olduğumu düşünürken pilotun anonsuyla hevesim kursağımda kaldı. Yarım saattir uçakta bekletiliyorduk ve bir sıkıntı olduğu belliydi ama Karlar Şehri’nden yeni bir mesaj daha beklemiyordum.

 

Yanılmışım elbette. Şehrim beni istemiyordu. Havaalanındaki pistte bir onarım çalışması varmış, onun bitmesini beklemişiz ancak ne yazık ki biteceği yokmuş.

 

Ve uçağı boşalttık.

 

Eve dönerken, benim zamanımda orada havaalanı olmadığını, dolayısıyla havaalanına ilişkin bir şeyler yazmadığımı düşünüyordum. Havaalanı ve uçağın olmadığı bir yere uçakla gitmek için inat mı ediyordum?

 

İkinci bozgunu da böyle yaşadım.

 

Nihayet uçaktayım.

 

Üçüncü Karlar Şehri seferi birazdan başlayacak. Her ne kadar kanat üstü ve koridor tarafında olsam da romanını yazdığım şehre gidiyorum.

 

Havadayız. Demek yalan değilmiş, Karlar Şehri diye bir yer varmış.

 

Romanımı açtım, orayla ilgili yıllar önce neler yazdığımı okumaya başladım:

 

“Bir şehirde, açılan bir pencere ve bu pencereden gözüken loş bir ev içi; açılan bir kapı ve bu kapıdan dışarı bakan, çarşıda pazarda, her yerde satıldığı için çoğu evde olması gerektiğini düşündüğünüz buralara özgü, kırmızısı bol kilimler, halılar, halı yastıklar; sıyrılan bir perde ve bu perdenin gerisinde bir tül gibi solgunlaşıp kendi kendine silinen genç bir kız; balkona benzer balkonlar ve avluya benzer avlular ile bu balkonlarla avlularda astıkları çamaşırların aklığında uçuşan ya da renklerinde ışıldayan kadınlar olmaz mıydı?”

 

Gülümsedim kendi kendime. Yirmili yaşlarımın başındayım, bir şehre atanmışım, elimde döke saça kullanabileceğim, tadını çıkarabileceğim nice hayal varken içine düştüğüm hayatın sert gerçekliğiyle nasıl da ters yüz olmuşum! O zaman gülmüyordum elbette, hatta orada geçirdiğim yıllar boyunca hiç gülmedim diyebilirim. Bunca yıl sonra, uzun gecelerin sonunda, karlı yollardan soğuk dağları aşarak varılan şehre şimdi bir buçuk saatte ve kalmak için değil hemencecik dönmek için gidilince gülümsemek doğal tabii.

 

“Hadi onları bırakın, bir şehirde, manavdan aldığı yeşil soğan, maydanoz, domates ve salatalıkların iştahlı gülümsemesini, kasaptan koparabildiği iki yüz elli gram kıymanın eksik sevincini ve fırından üstüne sinen ekmek kokusunun sıcaklığını evine taşırken, mahallenin bütün tozunu toprağını peşlerinden koşturan çocukların içinde kendi oğullarını arayan babalar olmaz mıydı? Ya da, baston tıkırtılarını sokağın sertleşmiş toprağı ile evlerin boyasız duvarları arasında gezdire gezdire caminin gölgesinde onları bekleyen derin suskunluğa doğru silinip giden beyaz dedeler? Hatta bir şehrin, kimi ilkokulun kapısından, kimi ortaokulun yarısından dönüp, günlerini koca beklemenin nakışlı saatlerine ve iş beklemenin dumanlı sıkıntısına göre ayarlamış gençleri ve bu gençlerin çarşıya ya da bir arkadaşa gitme bahanesiyle kıvrıldıkça kıvrılan en dolambaçlı, en uzak yollarında tıpırdayan yüreklerinin kaçak heyecanı olmaz mıydı?”

 

Artık gülmüyordum. İçime bu satırları yazdığım yıllardakine benzer bir sıkıntı çöreklendi.

 

“Yahu, bir şehirde, pencerelere dizilmiş, evlerin içindeki sıkıntıya inat, renklerinden çok şey kaybetseler de ne yapıp edip bir yerlerden bulabildikleri uzak renkleriyle sokağa bakan saksı çiçekleri de mi olmazdı!”

 

Sabahları pencereyi açtığınızda içinizi şenlendiren görünmez kuşların cıvıltılarını, kül serçelerin pır pır sıçrayışlarından arta kalan titrek sevinci boşuna aramıştım Karlar Şehri’nde. Nasılsa bir süre sonra bu şehri buradan kaldıracaklarını, dün olmadığı gibi yarın da böyle bir yerin olmayacağını düşünmüştüm o zamanki aklımla. Olur da bir gün buradan gidersem, bu şehri de ardım sıra götürecektim.

 

Önce yıllardır kaldığım, karlı çatılar ve ıssız sokaktan başka bir yeri görmeyen odamı alacaktım yanıma. Sonra yaz kış soğuğu değişmeyen oteli… Kadrosu uygun olanlar, şanslılar ve torpillilerin lojmanları doldurması, önce gelenlerin zaten sayıları az olan kaloriferli daireleri kapması, suları ve tuvaletleri donan sobalı evlerin de kullanışsızlığı yüzünden dışarıdan gelen memurların zoraki konaklama yeri olan otelleri ortadan kaldırmadan bu şehri yok etmek mümkün değildi. Şehrin ruhu otellerin karanlık koridorlarının kasvetinde, kasvetin iyice yoğunlaştırdığı yıllanmış kokularında, kokuları güçlükle aralayan cılız kapı üstü ışıklarında ve banyonun rutubetli kapısının karanlığında yankılanıyordu. Önce bunları alacaktım. Ardından merdivenlerin indikçe ışıyan, ağaran tozlu halısının yıpranmış kırmızısıyla televizyon salonunun sahte mutluluğunu… Ekrandan yansıyan değişken, karşısına sıralanmış yüzleri bir bir dolaşıp her birinde farklı coğrafyaların ve oralarda yaşanan başka hayatların gölgelerini dolaştıran yalancı ışığı… Uzak köşedeki koltukta gittikçe soğuyan bir boşluk gibi donup kalmış hayalimi de bırakmayacaktım buralarda. Hemen arkadaki kirli, suratsız duvarda kırpışıp duran ve buradan baktıklarında ta memleketlerini gördüklerini zanneden müşteri gözlerinin nice yıllardan beri biriktirdiklerini de toplayacaktım tek tek. Sonra otel sahibinin içinde doğup içinde büyüdüğü resepsiyona doğru inecektim. İnerken de onun gün boyu izlediği boş duvardaki, kimselerin görmediği, ancak, sadece ve sadece ona görünen hatıralarının ve hayallerinin izlerini de farkında değilmişim gibi belli etmeden, sağ yanımı duvara sürterek silecektim. Adamcağız fark etmesin diye de ondan önce selam verip hatırını soracaktım. O, beni, dinleye dinleye ezberlediğim sohbet adını verdiği hatıralarının giriş kapısına doğru sürüklemeye çalışırken, ben, arkasındaki haritada tozlanan bir iki şehrin kıvrımlarını hayalimde bir çırpıda düzelttikten ve Karlar Şehri’ni de sildikten sonra buraya gelen yolları da katlayıp atıverecektim cebime. Otel sahibi, bakmaya bakmaya artık unuttuğu haritasından, daha doğrusu gözlerinin arkasından neleri alarak nasıl bir boşluk bıraktığımı anlamadan çoktan çıkmış olacaktım kapıdan ve şehrin caddeden bozma tek caddesine doğru ağır adımlarla ilerleyecektim.

 

Karlar Şehri’ne ilk geldiğim günden kalma kasvetli ve her zamanki gibi soğuk bir hava olacaktı dışarıda. Caddenin başındaki, parka benzemeye çalıştıkça, insan boyunu aşamayan birkaç çalı yeşilinin çekimserliğine gömülen ve bakımsız bir bahçe artığına benzeyen parkın önünden geçerek caddeye girecektim. Gölgesiz masalardan birine oturmuş, namaz saatini bekleyen bir iki ihtiyarın ve nasıl vakit geçireceklerini bilmeyen işsiz gençlerin saatler sonra da orada olacaklarını bildiğim parkı arkamda bıraktıktan sonra üzerime bulaşır da gece gündüz beynimin içinde dolaşır, dilimden dökülerek kendi kendime sinirlenmeme sebep olur diye kasetçiden yayılan gürültüden çabucak uzaklaşarak karşı kaldırıma geçecek; böylece, kasetçinin camlarını süsleyen, buraların medar-ı iftiharı, hemen herkesin -nasıl oluyorsa- yakın akrabası ve can ciğer arkadaşı, yeni kaset çıkardığı gibi geçenlerde televizyonda da bir programda türkü söyleyerek ülkenin en ünlü sanatçıları arasına katılan yerden bitme türkücünün posterlerini görmeyecektim.

 

Uzak ve soğumuş bir ses, unutulmuş bir haber gibi dar sokağın başını bekleyen ve şehrin en kalabalık yeri olan postane, geldiğim yerin silik bir hayale dönüştüğünü, gittiğimde kimseyi bulamayacağım gibi orada kalacak yerimin bile olmadığını hatırlatacak bana. Mektuplarımın kimseye ulaşmayacağını ve kimseden mektup gelmeyeceğini… Postaneyi burada bırakacaktım; benim gibi dışarıdan gelenlerin sığındığı tek limandı ne de olsa.

 

Pastanenin önünden geçerken içerideki masalardan birinde romanının ilk sayfalarını yazan bana benzer bir hayalin acemi heyecanını görecektim sonra. Roman kahramanıyla karşılaştıktan sonra romanını yarıda bırakan bir yazara benzetecektim.

 

Madem bu şehirden gidiyordum, yanıma güzel şeyleri de alayım birahanenin bulunduğu sokağın başında alacaktım soluğu. Şöyle bir bakacaktım uzaktan uzağa. Ben bakınca, birahanenin kapısı, ekşi bir koku, sigara dumanı, sobanın yalancı ılıklığı ve konuşuyormuş gibi yapan üç beş kişinin suskunluğu ile garsonun yalnızlığının üzerine açılacaktı. Köşedeki masama ilerlerken soğuk da her zaman olduğu gibi kapının açılmasını fırsat bilerek, belki de biraz ısınmak için -öyle ya ta dağlardan buraya boşuna kaçıp gelmemiştir- kimseye görünmeden içeri sokulup beni bulacak. Önce ayaklarıma sarılacak bir tanışını görmüşçesine, bir süre birlikte üşüyecekler sonra benim içim üşüyecek ve garsona şu kapıyı kapatmasını söyleyeceğim, bir de sobaya odun atmasının mümkün olup olmadığını.

 

Sobadan doğru, insanı uzak bir yuva özleminin içinde yüzdüren şefkatli bir sıcaklık yayılmaya başlayınca bir rahatlık çökecek üzerime. Tam biraz rahatladım derken üşümeye başladığımı fark edeceğim. Kimsenin, yahu arkadaş niçin kapıyı kapatmıyorsun, görmüyor musun hava buz gibi, zaten soba da geçti; burası, dağların bile korkuyla baktığı sıradan ama benzersiz bir dağ başı demediğini soracağım kendi kendime. En iyisi ben bu sobayı da alayım yanıma diye düşüneceğim sonra. Burada kalmasın. Burada kalıp da, günün birinde benim gibi çok üşüyen birinin boşuna ümitlenmesine sebep olmasın.

 

Saatime baktım. Yarım saat yolumuz kaldı. Bu arada hava karardı gökyüzünde. Karlar Şehri çoktan geceye teslim olmuştur şimdi. Ankara ve İstanbul gibi yerlerdeki arkadaşlarımın doyasıya yaşadıkları günü, doğru dürüst yaşamadan bitirdiğimi düşünürdüm Karlar Şehrin’deyken.

 

Otelde yer ayırtmadım. Oradayken kaldığım otellerin hâlâ var olup olmadığını bilmiyorum. İnternetten de herhangi bir araştırma yapmadım. Eski otelimi bulamayacağımdan korktum belki de. Şehirden ayrılırken birçok şeyi yanıma aldığımı ve benden sonra şehrin ortadan kaldırılmasını dilediğimi hatırlayınca bir tuhaf oldum.

 

Uçağın küçük pencerelerinden görülen dışarıdaki karanlığa bir kez daha baktıktan sonra romanıma döndüm:

 

“Sabaha kadar yağan beyaz uyku, çatılara kat kat, çatıların arkasındaki tek tük ağaçların dallarına ve elektrik tellerine karış karış birikmiş; her yerin, her şeyin üstüne mışıl mışıl bir bulut örtmüştü. Bu yumuşak örtünün altında kalanlar, geceden kalma endişesiz uykularını sürdürüyorlardı. Ve iri iri dökülmeye devam ediyordu sessizlik. Dün pastanede yazdıklarım, masanın üzerinde, gece boyu kendi kendilerine yazılmış gibi, ya da birileri uzaklarda bir yerlerde yazmış da buraya göndermiş, onlar da ben uyurken gelip yazdığım sayfaların arasına karışmışçasına sinsi bir dağınıklık içinde bana bakıyordu.”

 

Bana bunları yazdıran duygulardan çok uzağım şimdi. Yine de okudukça o yıllara, o günlere, hatta o güne dönüyorum. Şimdi orada, o yaştayım ve o gencin gözünden bakıyorum dünyaya.

 

Koridora çıkıyorum.

 

Otelci her zaman olduğu gibi ışıkları söndürmüş. Kapı üstü pencerelerinden yalancı bir ışık vuruyor yarım yamalak. Odaların açıldığı büyük holde kalorifer peteği olmadığı ve zaten kaloriferler geceden beri yanmadığı için yine soğuk her yer. Ve tuvaletin suyu yine buz gibi. Ve tuvaletin kapısı yine kilitlenmiyor. Ve tuvalet kapısının buzlu camından yansıyan -sürekli açık unutulan- ışığa kimse dikkat etmediğinden havasız bir tedirginlik her zamanki yerinde bekliyor.

 

Tekrar odama dönüp tıraş olmaya başlıyorum.

 

Pencerede kar yağmaya devam ediyor. Dün akşamdan belliydi. Baktığımda, uçuşup dağılmaya hazır ışıkları ve o ışıkların içinde -dükkân kapılarında bekleyen- silikleşmiş insanları görmüştüm. Sonra kar atıştırmaya başlamıştı. Minarelerin sivri uçlarında birikmişti kar, hava donuk mu donuk bir renk almıştı.

 

Yine aynı oda, aynı manzara, aynı sıkıntılardı gördüğüm. Yine insanın iliklerini donduran gece ayazında, sonsuz bir uyumla hareket eden, sanki rüzgârın alıp ta oralara götürdüğü çok uzak yıldızları, can sıkıntısından odalara sığamayıp kendimi şehrin tek caddesine attığım, tek tük ışıklarıyla donup kalmış dükkânların önünde aylak aylak dolaşırken seyrediyordum. Yine otelin televizyon salonunda, batı bölgelerinden buraya büyükbaş hayvan satın almak için gelmiş, kenarları kirli şapkalarını dizlerine koyan iri göbekli tüccarların, yandaki kahveden getirilen kıtlama çayları çöpe boşaltır gibi midelerine indirip televizyonun sesini bastıran yüksek sesli konuşmalarını canımı dişime takıp dinliyordum.

 

Günlerimin nasıl geçtiğinin farkında değildim artık, birbirinin aynıydı çünkü. Dairede hiçbir işim yoktu. Şöyle bir görünüp çıkıyordum. Öğleden sonra yiyecek bir şeyler alıp otele geliyordum. Alışveriş için uğradığım yerler ve Abdullah’ın dükkânı dışında her yeri silmiştim belleğimden neredeyse. Günlük tutardım eskiden, uzun zamandır dokunmuyordum o deftere. Uzun mektuplar yazıyordum arkadaşlarıma. Bir yazar gibi notlar alıyordum. Buralara, böyle yerlere gelen çoğu kimsenin yazmaya başladığını, hatta bazılarının bu yazma işini ciddiye aldığını duyuyordum.

 

Kafamın uğultulu labirentlerinde kaybolmamak için dışarıdaki beyaz boşluğa atıyorum kendimi.

 

Yıllardır alışmış olmam gerekiyordu aslında; ama kapıdan çıkıp da yeni yağmış ya da hâlâ yağmakta olan karlara bastığımda, sanki o duyguyu ilk kez yaşıyormuşçasına bir coşkuya kapılıyorum. Önümde hiç basılmamış karlar olsun, geride bıraktığım izler hemen kapansın, saçlarımda, omuzlarımda, kirpiklerimde biriken karlar beni örtsün ve bir zamanlar birkaç kişinin okuduğu ama şimdi kimsenin anımsamadığı bir kitap gibi unutulup gideyim istiyorum.

 

Beni izleyen gözler varsa eğer, bu bulanıklıkta, diğer karaltılardan ayıramazlardı. Unutuluşum da çabuklaşırdı böylece. Kısa süreliğine de olsa insanların, aslında sizin hiç var olmadığınızı, sanki bir ara varmışsınız gibi aldatıcı bir hisse kapıldıklarını düşünmeleri ve sizin bunu bilmeniz ne hoş bir duyguydu. O arada siz bütün acılarınızdan, özlemlerinizden, umutlarınızdan, umutsuzluklarınızdan, hırçınlıklarınızdan, öfkelerinizden, içinde boğulduğunuz kasvetten, küçük büyük hesaplardan uzaklaşıyor, en önemlisi aklınızı bir kenara koyup ona sırtınızı dönüyordunuz. Aklınıza sırtınızı dönmenin keyfi, şu karlara kırt kırt bastıkça çıkan sessizliği dinlemenin keyfine eşdeğerdi doğrusu.

 

“Sessizliğin üstüne basarken ve üstünüze yağan sessizlik önünüz sıra birikerek çoğalırken, dünyanın işte bu kadarcık, şu önünüzde, siz yürüdükçe açılan boşluk kadar olduğunu; hayatın, az ileriden, karşıdan, yanınızdan kayarcasına geçen, yüzlerini göremediğiniz, görseniz de tanımadığınız, tanısanız da hemencecik unutuverdiğiniz geçmişi ve geleceği silinmiş gölgeler veya gölgeye benzer karaltıların bir görünüp bir kaybolduğu bir kitap sayfasına benzediğini düşünürdünüz. Kar öyle hızlanmıştı ki, çok geçmeden bütün yolları kapatacaktı adeta. Yollar hiç açılmamak üzere kapanacak ve ben sonsuza kadar burada kalacaktım. Kendi kendime esir düşmüştüm sanki. Karın, kar sesinin büyüsü bozulmuştu. Biraz daha yürümeye devam edersem, defterden silinen yazı misali beyazlığın içinde kaybolacaktım.”

 

İşte bu düşüncelerle silmiştim Karlar Şehri’ni zihnimden.

 

Bu arada uçak çoktan inişe geçmiş ve şehrin üzerinde tur atmaya başlamıştı. Oturduğum yerden dolayı aşağıyı göremiyordum ama uçak hafiften yan yattıkça karanlıkta göz kırpan tek tük ışıklar görüyordum. Şehirden kaçmış dağınık köy evleri olmalıydı bunlar. Havaalanını şehrin hangi tarafına yapmışlardı acaba? Uçak şehrin üzerinde tur atmaya devam ettikçe tedirginliğimiz ve homurdanmalar arttı. Ben de tuhaf biçimde Karlar Şehri’nin benden intikam aldığını düşünmeye başladım.

 

Birden motor sesi arttı, uçak tırmanışa geçti.

 

Derken pilotun anonsu duyuldu:

 

“Sayın yolcularımız, kimliği belirsiz biri buradaki şehri alıp götürdüğü için ne yazık ki inişimizi gerçekleştiremiyoruz. Geldiğimiz yere geri dönüyoruz. İkaz ışıkları sönene kadar lütfen kemerlerinizi çözmeyiniz!”