İkizdirler belki de kim bilir? Epeydir vasata, konformizme, küçük hilelere ilişkin ne varsa bitişen ‘şükrî’, memleketin işbu halde olmasında ‘bekrî’den daha çok pay sahibidir elbette. Tam bir ‘uyaroğlu’dur! Mazluma veya ‘madun’a dair yapmacıklı feryadına bitişen gözyaşı tamamıyla kendi ikbali içindir! Ona gösterdiği ‘şefkat’in, fırsat bulduğunda yediği ‘naneleri’ örtbas etmeye dayandığını memleketin son birkaç on yılını bilenler bilir! Zekâ bakımından vasatın altında olsa da ‘hin diplomasi’deki ustalığı, hayli kurnaz olduğunun kanıtıdır. Genellikle, kafasını gömdüğü kumda birtakım küçük hileler eşeleyen bir ‘hin’di gibidir! İşte, onu düşünürken kuşları da karıştırırsınız böyle; olsun, buna da şükür, siz siz olun keçileri ‘karıştırmayın’ bu ‘köylü kurnazı’ yüzünden! Şehre taşan köylülüğü ise başka bir bahis konusu…
Mesele ‘şükran’ değil, teşekkür değerli bir meziyettir ve en azından vefanın işaretidir. Nankörlüğün, kalleşliğin türlü örnekleriyle karşılaşılan bir zamanda şükür/şükran önemlidir. Gelgelelim memleketin şu ‘hâl-i pür melâli’nde ‘şükrî’ tipolojisi nerdeyse ‘milli haslet’ durumuna getirildi: ‘Aç biilaç’ halde muktedirin fetih düşlerine tutunan bir mahlûk! Öyle ki, Nâzım Hikmet’in ‘Dünyanın En Tuhaf Mahlûku’ şiirini her an, her adımda öfkeyle hatırlatan bir aymazlık derekesine indi durum…
‘Bekrî’ye gelince, ‘dip’le ilgili meziyeti, “kadehin/şişenin dibine vurmak’la sınırlı değil elbette. Tarihte -her iki anlamıyla- birtakım ‘Farsi’ özellikler taşıyan malum ‘Bekrî’ gibi sevimli de değil; sarhoş maskesinin ardında acayip bir korkak! Az önce masada kurtardıkları memleketin malum kokusunu dışarıda hemen fark etmiştir ama uyuşmuş, ağırlaşmış, dili ‘dolanmış’ biçimde bencil yastığına bir an evvel baş koymak derdindedir. Sık sık dillendirdiği ‘gönül adamlığı’ ise ustaca gizlenmiş bir oportünizmden başka bir şey değildir.
‘Ağlak’ duyarlığı, türkü takıntısı ile yazı tarihinde çeşitli biçimlerde anlatılmış çürümenin bir unsuru da odur. Onca maço katili unutup, sos-medyada “türkü sevenden, söyleyenden zarar gelmez” biçiminde yaveler döktürürken çokça görmüşsünüzdür onu… Sokakta, hak aramada, direniş alanında görünmez ama retorik makamında çoktan en parlak köşeyi kapmış bir ‘akil’dir o! Demişti ya Orhan Veli: “Neler yapmadık şu vatan için / Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik”. Muhalif neşriyatta birçok yerde arz-ı endam eder ama zamana ve zemine göre muktedire de göz kırpmaktan da geri durmaz. İşbu halde hem muhalif hem de muktedir nezdinde hayli itibar sahibidir!
Bazı hususlarda farklı görünseler de ‘şükrî’ ile ‘bekrî’ zamanın ruhuna uygun ‘biçimler’ edinme ve diplomatik ‘dip’ marifetleriyle ikiz gibidir. ‘İkili’ dost meclislerinde gidişattan şikâyetçi olsa da çeşitli sahalarda şükretme, ‘projekte etme’, Allah’a veya zamana havale etme (tevekkül) konusunda da müthiş benzerlikler gösterir. Cemal Süreya’nın dediği gibi: “Dibe çökerler devinim evrelerinde/ Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi/ Yan yana omuz omuza bitişe bitişe/ Suyun yüzüne yükselirler…” Evet, suyun ve zamanın bu halinde hâlâ oradalar “Nilüferleri kararta kararta”!
(KartoKa’nın notu: Hem ‘şükrî’ hem ‘bekrî’ birçok özelliğiyle Wilhelm Reich’ın ‘Küçük Adam’ı gibidir, isteyen oraya da bakabilir. Ayrıca bu iki ‘tip’le Aziz Nesin’in ‘Zübük’ü arasında da ‘acayip’ benzerlikler var!)