“Bir zamanlar Adil insan,
Uysalca koyuldu tehlikeli yola
Hani ölüm vadisine uzanan.”
“Bir zamanlar Adil insan,
Uysalca koyuldu tehlikeli yola
Hani ölüm vadisine uzanan.”
Bu dizeler, Olga Tokarczuk’un, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerine adlı on yedi bölümden oluşan romanının ilk epigrafı. Roman boyunca her bölümün başında okuyacağımız epigraflar, ünlü İngiliz şair William Blake’in eserlerinden alınmış. Kişisel görüşleri sebebiyle, çağdaşları tarafından kaçık olarak adlandırılan Blake aynı zamanda romanın ana kahramanı Janina’nın karakteristik duruşuyla da bağdaştırılmış. Birçok romanda karşılaşıldığı gibi, yukarıdaki epigraf da bu romanın konusu ve ilerleyişi hakkında okura fikir veriyor. En başından, ölümüne bir adalet arayışının izleyicisi olacağımızı seziyoruz.
Roman, bir cinayetle başlayıp peşi sıra dört cinayetle daha devam etse de bir polisiye değil, hakkı verilmiş ekoeleştirel bir kurgu. Janina Duszejko, Polonya’nın Wroclaw şehrine ait Luftsug adlı bir dağ köyünde yaşamakta. Aslında bir köprü mühendisi ve yıllarca yurt dışında görev yapmış. Ancak sağlık sorunlarından ötürü mesleğini bırakıp İngilizce öğretmenliğine başlıyor. Bir yandan da dostu Dyzio ile Blake’in eserlerini çeviriyor. Yaşadığı yayla köyünde kış ayları boyunca, kendisi ve iki komşusu dışında kimseler kalmıyor. Yayladaki diğer dört evin bakımı da sahipleri dönünceye kadar ona emanet. Köyde kış mevsimi çetin geçtiğinden Janina üzerine aldığı bu görevi sorumlulukla yerine getiriyor. Düzenli aralıklarla sadece evleri değil, yaylayı da kontrole çıkıyor. Böylelikle doğayı, doğadaki canlıları, pek de muhabbeti olmayan komşularını ve av kulübelerini gözlemliyor, bizlere felsefi bir dünya görüşü sunuyor. Tokarczuk’un Janina karakterinde can bulan düşünceleri, okuru sayfa sayfa romana bağlıyor, peşinden sürüklüyor.
Romanda bazı cins isimler büyük harfle yazılmış. Bu sözcüklerin birbirleriyle kavramsal bir bağı yok. Genellikle hayvan isimlerinde görülmekle beraber, duygu, düşünce, mekân, zaman bildiren birçok kelimede hatta eşya isimlerinde bile buna rastlıyoruz. Ortak tek noktaları tamamının Janina’nın cümlelerinde olması. Aynı sözcük başka bir karakterin cümlesinde küçük harfle yazılı. Tokarczuk, 16 Ocak 2010’da verdiği bir söyleşide, Duszejko’nun dilini bireyselleştirmek ve ona pathosa karşı bir savunma alanı yaratmak istediğini söyleyip odak figürünün (Janina) çevresindeki her şeyin ölümcül derecede önemli olduğunu düşündüğünü, bu sebepten sözcükleri büyük harfle yazarak onlara değer kattığını belirtiyor.[1] Janina etrafındakilere karşı sonsuz bir empati içinde yaşıyor ve birçok şeyi kişileştiriyor.
Janina dingin görüntüsüne rağmen öfkeli bir karakter. Romandaki ipuçlarını yakalayabilen okur için anbean ilerleyen olay örgüsünde ciddi anlamlar taşıyan öfke açıklamaları, ipuçlarını yakalayamayan okur içinse geriye dönüp tekrar okunacak sebep sonuç bağlamları oluyor. Yazar, bir adalet arayışında tetikleyici olabilecek öfke duygusunun insan algısı üzerindeki etkilerini romanın çeşitli bölümlerinde işlemiş.
“Bazen İnsan Öfkeye kapıldığında her şey basit ve apaçık olur. Öfke her şeyi düzene koyar ve dünyayı bir kabuk içinde gösterir; Öfke, başka bir durumda elde etmesi zor olan Görüş Berraklığını yeniden canlandırır.(Sy.40)”
“Kim Öfke hissediyor ve harekete geçmiyorsa, sadece salgını yayar.(Sy.65)”
Lineer bir düzlemde, kahraman bakış açısıyla yazılmış romanda olayları, Janina’nın gözünden ve zihninden okuyoruz. Kahramanımızın yaşanan olumsuzlukların kaynağına dair vardığı kanı, vahşi kapitalizm. Romandaki zamanın belirsizliğine rağmen, anlatılanlardan anlıyoruz ki; Polanya’da komünist dönem bitmiş ve demokratik sistem adı altında yeni bir döneme geçilmiş. Janina eskiyi özlediğine dair bazı emareler verse de her iki sistemin sorunlu ortak paydalarını bularak eleştirmekten de geri durmuyor.
“Ben çok güzel bir çağda yetişmiştim, şimdi geçmişte kaldı ne yazık ki.(Sy.68)”
“Ne zaman şüpheli işler düzenlense, her zaman içine önden çocukları sürüklerlerdi. Komünist çağda, 1 Mayıs gösterilerinde bize aynı şeyi yaptıklarını hatırlıyorum. Uzun, uzun zaman önce. Şimdiyse çocuklar, “model modern ekolojist olarak Aziz Hubert” teması altında, Klodzko Çocuk ve Genç Yetişkinler Yaratıcı Sanatlar Yarışmasına, sonra da azizin yaşamı ve ölümü hakkında bir gösteriye katılmaya zorunlu tutuluyorlardı.(Sy.256)”
Özünde insan merkezli, çıkarcı ve baskıcı iktidarı, iktidar sahiplerini ve iktidar maşalarını sevmiyor. Hangi ideolojik düşünce hâkim olursa olsun, tüm canlıları merkeze koyamayan türlü girişimlere başkaldırıyor. Doğayı, erkek egemenliğini, çocuk, kadın, yaşlı olma hallerini, dini dogmaları, kalkınma ve zenginleşme adı altında yapılan talanları anlatının odağına koyması ve bu yolda ilerlemesi de düşüncelerinin dışavurumu.
Romanda, Wroclaw şehrinde işin içine polisin de karıştığı bazı kirli olaylar yaşanmakta. Kumar, insan ticareti, kaçakçılık, mafya ile iş birliği ve yasadışı avlanma. Tüm bu hadiseler şehirde yaşayan hemen herkesçe biliniyor ancak duruma müdahale edilmiyor. Kafadarlar olarak isimlendirilen ve içlerinde polis şefinin, dernek başkanının, şehrin en zengin tüccarının, rahibin bulunduğu grubun elinde tuttuğu güç, insanları sindirmiş. Mevcut düzene itiraz eden yine yalnızca Janina ki o da işin savunmasız canlıları ilgilendiren, yani spor, hobi ve turizm olarak görülen avcılık kısmında. Kahramanın anlattıklarından, ülkede yetersiz de kalsa avcılığın bazı kurallarının olduğunu ancak o kurallara kimsenin uymadığını öğreniyoruz. Öyle ki avcılar işi abartarak, ormanda hareket eden her şeye ateş ediyor. Neyi vurdukları önemsiz, çoğu zaman sadece eğlence amaçlı. Janina’nın kızlarım dediği iki köpeği de bu nevi bir av partisinde ölüyor ve bu cinayet her şeyin ateşleyicisi oluyor. Janina legal ya da illegal fark etmeksizin hayvanların öldürülmesine itiraz ediyor. Onun için, avlanmak resmen cinayet. Polise konuyla ilgili defalarca mektup yazıyor, ihbarda bulunuyor, hatta biraz dikkat çekmek amacıyla biraz da inanmak istediğinden, yaşanan esrarengiz ölümlerin sebebini doğanın intikamına bağlıyor. Polisler onun şikayetlerini dikkate almıyorlar. Janina da kaçık bir kocakarı olmanın ötesine geçemiyor. O, sadece hayvanlara karşı değil doğadaki diğer canlılara karşı da sevgi ve sorumluluk hissetmekte. Onun için bitki örtüsü de önemli. Romandaki betimlemelerinden, Çekya sınırını muziplikle geçen yürüyüşlerinden kahramanımızın doğa aşkını seziyoruz. Yayla arazisinin altında bulunduğu söylenen granit madeninin de açılması halinde, Dünya yüzünden silinip Makineler tarafından yutulacaklarına inanıyor. (Sy.201)
Janina’nın Kurt Gözü diye isimlendirdiği ormancıyla olan diyalogları, genel halk nezdinde benimsenmiş görüşleri sahneliyor. Buna göre; insan yaşamı pek tabii ki hayvanların ve bitkilerin yaşamından daha kıymetli. İnsan ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla onların yok edilmeleri gerekiyorsa tereddüt edilmemeli. Doğal denge yalnızca insanların kontrolü altında tutulan dengedir.
“Merdivenler, zeminler, mobilya ve kâğıt için keresteye gereksinimimiz var. Ne sanıyorsunuz? Biz ormanda Kın Kanatlı Böcek ürüyor diye parmak ucunda mı yürüyoruz? Nüfusları artıp diğer türler için bir tehdit oluşturmasınlar diye tilkileri vurmak zorunda kalıyoruz. Birkaç yıl önce tavşanlar o kadar çoğalmışlardı ki ürünlere zarar veriyorlardı.(Sy.215)”
Tokarczuk, Janina’yı çeşitli vesilelerle romandaki diğer karakterlerle sık sık bir araya getiriyor. Romanın odağına konan meseleler farklı konum ve zamanlarda Janina’yla karşısındaki kişi tarafından tartışılıyor. Ancak hiçbir tartışma, taraflardan birinin galibiyetiyle sonuçlanmıyor. Çünkü Janina’nın etrafındakiler, iktidarca ikna edilmiş. Hem de öyle korkutularak falan değil. İktidarın kendi kitlesine vadettikleri ve bunların gerçekleştiğinin görülmesi, süreğenlikle güçlünün yanında durmayı seven insanı körleştirmeye yetmiş. Tokarczuk’un belki de burada beklediği, sergilediği sahnelerden, çıkardığı seslerden ve sustuğu anlardan sonra okuru düşündürmek, kararı ona bırakmak.
Metinde dikkat çeken bir yazım üslubu ise, Janina’nın kişilere ve hayvanlara taktığı lakaplardır.
“Resmi isim ve soyisim, nasıl bir hayal gücü yoksunluğudur. Kimse onları asla hatırlamaz. Kişiden öylesine farklı olup öyle aleladedirler ki bize onları hiç hatırlatmazlar. Dahası her kuşak farklı modaya uyar ve birden herkes, Magdalena, Patryk veya -Tanrı korusun- Janina olursa ne olur? İşte isimleri ve soyisimleri kullanmamak için elimden geleni yapmaya çalışmamın nedeni budur, ama bir Kişiyi ilk gördüğümde, akla gelen lakapları tercih ederim. Anlamından yoksun kalmış sözcükleri savurmak yerine, dili kullanmanın en doğru yolunun bu olduğuna eminim.(Sy.26)”
Kahramanımız, kişilere, hayvanlara ve nesnelere onları tanımlayacak lakaplar takıyor ve o şekilde sesleniyor. Bu durum ekoeleştirinin inceleme alanlarından cinsellik, queer cinsellik ve türcülük eğiliminin içinde sorgulanabilir. Janina, karşısındakinin cinsiyetine aldırmaksızın hisleriyle hareket etmekte. İsmini sevmemesi, skandal bir biçimde uygunsuz ve sakıncalı bulması, üstelik arayışa girdiğinde kendisi için iki erkek ismini düşünmesi de feminist yazar Tokarczuk’un alt mesajlarından biri. Hemen bu noktada, iktidarın kadına bakış açısını da inceleyebiliriz. Janina eğitimine ve deneyimine rağmen, güç sahibi olsun olmasın dostları Dyzio, Boros ve Garip dışındaki erkeklerce hor görülüyor. Bunun bir sebebi doğaya ve canlılara bakış açısıyla çevresindekileri huzursuz etmesiyse, can alıcı diğer sebebi yaşlı ve kadın olması. Ciddiye alınmıyor. Janina, savunmasız grup diye adlandırılan, içinde çocukları, yaşlıları, kadınları ve engellileri barındıran gruptan. Üretimden uzak kaldığı ve kapitalizme yeteri kadar hizmet edemediği için de dışlanmakta.
“Bizim, dünyanın yararsız bulduğu türden insanlar olduğumuzun farkına varmıştım. Gerekli hiçbir şey yapmıyorduk, önemli fikirler, yaşamsal nesneler veya besin üretmiyorduk, arazileri ekip biçmiyorduk, ekonomiyi beslemiyorduk. Garip hariç, ürememiştik bile, adı Siyah Palto da olsa, en azından onun bir oğlu vardı. Bugüne kadar dünyaya yararlı bir şey sağlamamıştık. Bir şey keşfetmemiştik. İktidarımız yoktu, küçük mallarımızdan başka bir kaynağımız yoktu. İşimizi yapmıştık, ancak bu kimse için bir önem taşımıyordu. Ortadan kaybolsak, hiçbir şey değişmezdi. Kimse de fark etmezdi.(Sy.272)”
“Zaten neden yararlı olmak zorundayız ve hangi nedenle? Dünyayı kim yararlı veya yararsız diye ayırıyor ve ne hakla?(Sy.273)”
Tokarczuk’un romandaki bir diğer meselesi de dini dogmalar. Kahramanımız Tanrı’yı tamamen reddetmiyor ancak emirlerini sorgulayıp inancı farklı yorumluyor. Dogmaların insan üzerindeki etkilerini detaylıca okuyoruz. Janina’ya göre din, canlılar arasında ayrıma düşmemeli. Düştüğü takdirde Tanrı saygınlığını yitirir. Ve o saygınlığı yitirmesi için insanlar zaten ellerinden gelen her şeyi yapmışlar. Kiliseler, aslında Tanrı’nın insanlara huzur içinde düşünebilmeleri için verdiği yerler. Dua etmek; istemek ya da dilemek değil de sadece düşünüp kendi aklını çözümleyebilmek.
“Rahatlamanın verdiği huzur dolu ilk birkaç dakikadan sonra, çocukluktan kalma aynı eski sorular hep geri geliyordu. Muhtemelen, yapı itibariyle küçük ve çocuksu olmam nedeniyle. Tanrı tüm dünyadaki duaları aynı anda nasıl dinliyor olabilir? Ya birbirleriyle çelişiyorlarsa? Tüm bu şerefsizlerin dualarını dinlemek zorunda mı, iblislerin ve kötülerin? Onlar dua ediyor mu? Bu Tanrı’nın olmadığı yerler var mı? Tilki çiftliğinde mi, örneğin. Bu konuda ne düşünüyor acaba? Veya Muhteva’nın mezbahasında? Oraya gider mi? Bunların, aptal ve safça sorular olduklarını biliyorum. İlahiyatçılar bana gülerdi.(Sy.258)”
Aziz Hubert Günü dolayısıyla düzenlenen ayinde, Peder Hışırtı’nın kilisede verdiği vaaz – pederin cümleleri romanın arkasındaki YAZAR’DAN bölümünde yazıldığı üzere, internetten toplanan av papazlarına ait gerçek vaazlardan alınmıştır – doğanın dini doktrinlerle de insan hizmetine sunulduğunun işareti. Yalnız o kutsal gün, en başından beri derin bir mantıksızlık barındırıyor. Aziz Hubert, aziz olmadan önce bir avcıdır ve bir gün öldürdüğü geyiğin başı üstünde çarmıhtaki İsa’yı görür. Bu olay onu çok etkileyince öldürmeyi bırakıp bir aziz olur. Avlanmaya tövbe etmiş bir adamın günümüzde avcıların koruyucu azizi olması ilginç. Vaazın devamında Peder Hışırtı’nın avlanma amaçlı hazırlanan tuzakları olağan bir şeymişçesine detaylıca anlatması, cinayetleri meşrulaştırıp özendirmesi karşısında Janina’nın cümleleri okurun bakış açısını genişletmeyi ve olayın trajik boyutuna dikkat çekmeyi hedefliyor.
“Bu birini yemeğe davet edip öldürmeye benziyor.(Sy.265)”
“Kürsüde İnsan kendini diğer Yaratıkların üstünde görüyor ve onların yaşam ve ölüm hakkını kendine bahşediyor. Bir tiran ve gaspçı haline geliyor. (Sy.267)”
Kilisenin yazınsal bağlamda mekân olarak toparlayıcı etkisi kullanılarak, dini ve ideolojik görüşü ne ve hangi derecede olursa olsun, üstelik hangi sebepten de orada bulunulursa bulunulsun – Janina sırf meraktan, çocuklar okul etkinliği adı altında gitmiştir- romanda insanlar bir araya getiriliyor artık. Pederin vaazının yanında, görsel ve işitsel bir şova da dönüşen ayin başlıyor. Kilise her anlamda çok sesli ve bu da nihayetinde bir erk politikası. Çünkü insanın onca ses içerisinde kolaylıkla aklı karışır, galeyana gelir ve muhakemesini kaybettiğinden sürüye ayak uydurur. Janina gibi muhalif biri hariç. O, tabiat düzeninin sağlanması adına yapılan avcılığın, Tanrı’nın emri olarak gösterilip onaylanmasına daha fazla dayanamıyor ve bütün roman boyunca düşündüklerinin özünü öfkeyle dışa yansıtıyor.
“Aval aval ne bakıyorsunuz? Uyuyor musunuz? Böyle saçma şeyleri gözünüzü bile kırpmadan nasıl dinleyebiliyorsunuz? Aklınızı mı yitirdiniz? Veya yüreğinizi? Hâlâ yüreğiniz var mı?(Sy.268)”
Bu sorular elbette ki aynı zamanda okura. Her çağda ve her toplumda görüleceği gibi, Janina çoğunluğa uymayı reddedip toplumun konuşmaya, düşünmeye ve eleştirmeye en kapalı olduğu bir alanda isyan ederek, halkı uyandırmaya kalkışmak gibi bir gaflete düşünce, ilkin apar topar kiliseden, arkasından ise okuldaki görevinden atılıyor. Halihazırda resmen toplum dışına itiliyor.
“Hapishane dışarıda değildi, her birimizin içindeydi. Belki de onsuz nasıl yaşanacağını bilmiyorduk.(Sy.42)”
“Birinin insanlara ne düşüneceğini söylemesi gerek. Başka seçenek yok. Aksi takdirde bunu başkası yapar. (Sy.171)”
Janina öğretmenlik ve çeviri işlerinin dışında astrolojiyle de ilgilenmektedir. Romanda sık sık yıldızların, gezegenlerin, ayın ve güneşin dünyaya ve kişilere etkileriyle ilgili bilgiler okuyoruz. Kahramanımız yine Wroclaw’dakilerin inanmadığı şekilde evrenin insanların karakterlerini ve davranışlarını belirlediğine hatta ölüm saatine dahi karar verdiğine inanıyor. Konuyla ilgili derin birikimi var. Bir modern dünya eleştirisi olan romanda böylesi tartışmalı bir konunun işlenmesi dikkat çekici. Fakat, Janina’nın çevresindeki her şeyi ne derece içselleştirdiğini öğrendiğimizden yadırgamıyoruz. Doğa tüm canlılarıyla bir bütünse, ağaç kütüklerinde zorlukla fark edilebilen Yassı Kın Kanatlı Böcek Larvaları bile onun için hayati önem taşıyorsa, gökyüzünde pırıldayan yıldızların neden bir anlamı olmasın? Zaten mesele biraz da anlam aramakta. Janina etrafında süregiden fikir sahibi olsa da anlamlandıramamakta. Astroloji de bu noktada devreye giriyor. Janina, yaşananlara evrenin düzeniyle anlam yüklüyor. İnsanı, iradeyi, mantığı aşan birçok şeyi yıldızlardan kaynaklı sayıyor ve haritalarında değişemeyeceğini gördüğü kişileri durdurmak amacıyla radikal çözümler üretiyor.
“Yıldızlar ve gezegenler onu oluştururken, gökyüzü yaşamlarımızın şeklini düzenleyen şablondur. Yoğun bir çalışma sonrası, gökteki gezegenlerin düzenlerini Dünyadaki küçük detaylardan tahmin etmek olasıdır. (Sy.67)”
Tokarczuk okuruna derdini tam anlamıyla anlatabilmek adına, deneyebileceği her yolu Janina’yla birlikte deniyor. Şiirler, hikayeler kullanıyor. İmgelemeler yapıyor. Soru soruyor. Betimliyor, sahneliyor. Doğada gördüğü ya da adını duyduğu böcekleri bile metne katıyor. Seviyor, dost ediniyor. Hınzırlıkla sınırları aşıyor. Beklediği adalete kavuşmaktan umudu kesince de kendi tartışmalı yoluna girerek, okurun kucağına bir bomba bırakıyor. Adalet hangi durumlarda aranmaya başlanır? Suç yalnızca kanunlarda belirtilenler midir? Kanun yazanlar erkin gücünden yeterince sıyrılıp kendini savunma kabiliyetinden yoksun tüm canlılara da ulaşabilir mi? Peki ya zaman gelir de bir gün, adaleti herkes kendi başına aramaya kalkarsa, dünya nereye evrilir? Nihayetinde Olga Tokorczuk okuru düşündürmeyi, duygulandırmayı, huzursuzlaştırmayı ve ona -ola ki bu romanı okuyana dek fark etmediyse- bambaşka bir kanal açmayı maharetle beceriyor.
“Nasıl bir dünya bu? Birinin gövdesi ayakkabı, köfte, sosis veya yatağın önüne serilen halı oluyor, birinin kemikleri çorba yapmak için kaynatılıyor… Birinin karnından ayakkabılar, kanepeler, çantalar yapılıyor, birinin kürküyle ısınılıyor, birinin eti yeniyor, küçük parçalara bölünüp yağda kızartılıyor. Dahice felsefelere ve teolojilere birçok düşünce uygulanmış olmasına rağmen, bu felaket, bu kitle katliamı, zalimce, ruhsuz, otomatik olarak, vicdanlar sızlamadan, bir an bile düşünmeden sahiden de gerçekleşiyor mu? Öldürmenin ve acının ilke olduğu nasıl bir dünya bu? Bizim neyimiz var? (Sy.122)”
[1] Bu bilgi romanın çevirmeni Neşe Taluy Yüce’den alınmıştır.