“İnsan açlık nedir bilirse artık aç kalmak istemez, savaşı tanırsa cinayeti kınar. Ve haksızlık içimizde adalet tutkusunu alevlendirir. Nice güç boşa harcandı, nice zekâ kötülüğün boyunduruğuna girdi, nice güzel bakış ve nice canım gülüş yenilgiye uğradı. Ama yüreğimizin derinliklerinde iyi biliyoruz ki bu yenikler görünüşte yeniktirler, eylemleri, sözleri, örnekleri aramızda yaşayan ve içimizde ileriye doğru bir adım atan ölüler gerçekte ölü değillerdir.” böyle diyor Eluard.
Bazı şeyler vardır ki, dile getirilmesi zordur. Hiçbir acının başta dili yoktur. Tüm saflığıyla sadece acıdır. Hele de insan, aşağılık olmanın en tamamlanmış biçimiyle, şiddetini şaire, yazara, çocuğa çevirmişse… Gerçek dünyayı, iç dünyamızı, düşlediğimiz dünyayı, yüreğimizle sahip olduğumuzu birleştirip söylemek için şairin, yaşanana denk yeni bir dil icat etmesi, yeniden doğması, doğurması gerekir nerdeyse. İşte o zaman, Kemal Özer’in dizelerindeki gibi, ilk dize daha kalemi eline almadan, kaldırır uykudan seni.
Kemal Özer’in yaşamak ve yaşamı yeniden üretmek düşüncesiyle birleştirdiği şiir yürüyüşü, Temmuz İçin Yaralı Semah’la devam etti.
Evet, bu, insanlığın yürüyüşünün kapitalizmin ipoteğinde olduğu çağımızda, başka bir yürüyüşün, kararını almış bir dilin kitabıydı.
Savaşı, vahşeti yaratanlar, bir yandan da bunu seyirlik hale getirmeye çalışıyorlar. Ya o vahşete bizzat maruz kalmamanın yalancı güvenlik duygusuyla, ya da gül atma sendromuyla açıklanacak bir seyir bu. Sonra da unutuyorlar.
Şairin işi burada başlıyor işte. Şiir tam da bu noktada devreye girip, genelleşmiş vahşet söyleminden çok farklı olarak, tek tek insan gerçeğiyle ürpertiyor bizi.
Bu kitap, hatırlamanın ömrünü uzatan bir yürüyüş. Hatta, ölümün ve yaşamın değil, ölümün ve ölümsüzlüğün yürüyüşü.
Madımak’tan hiç ama hiçbir şey kalmasın, hiçbir şey olmamış gibi olsun, yok olsun, yenilerine yer açılsın isteyen sisteme karşı bir yürüyüş.
Yaratılan güruha ve onların arkasındaki görünmez yüzlere karşı, insanlığı yürüyen bir yolculuk; dinin, sistemin insanlık dışılığının karşısına “insanı” koyan bir şiir serüveni onunki. Onu okuyanlar, acıyı, kıyımı, adaletsizliği, buna rağmen onurlu kalabilmeyi okuyacaklar.
Kemal Özer’in bu yangını, bu acıyı söylemek için bulduğu dil, ilk kitabının adını anımsatır: Gül Yordamı… Ama bu gül, Pir Sultan Abdal’ın musahibi Ali Baba’nın kıyamadığı, ama korktuğu için fırlattığı, taştan daha ağır gül değil, bir eylem gülüdür. GÜLÜN SINAVI’dır. Bu imge, Madımak yangını için, içinde olandan daha fazla bir şey içerir. En önce de belleği tazeler.
Semah gibi, el ele tutmadan, özgürce dünyayı dönenlerin gönül birliğine sunulmuş bir güldildir bu. O gül, Prometeus’un zorla ele geçirdiği, insana yasaklanan ateştir aynı zamanda. Söyleyecek dili bulmanın bunca zor olması da bu paradoksta gizlidir zaten. İnsanlar, Madımak’ta kendileri için sürülenleri, kendileri için hapis yatanları yakmışlardır.
El sussa gül konuşur
Gülü alınca
Elin bir diyeceği olur
“Sivas Buluşması” şiiri, Pir Sultan Abdal’ın
“Şu illerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaralar beni” dizeleriyle başlıyor.
Bence bunun iki nedeni var. Birincisi şiirin ve şiiri yaratan ruhun önceki kuşaklardan devralınarak götürülmesi, ikincisi şiirin öyküsüyle Sivas’ta yaşananların benzerliği. Pir Sultan Abdal’ı devlet asmıştı, Pir Sultan Abdal şenliğine gidenlerin yakılmasını da devlet seyretmişti.
YOL…
Tüm yolculuklarda bir başkaldırı saklıdır. Yol, dünü bugüne, bugünü yarına bağlar. Kemal Özer, kitabın ikinci bölümünde bu yolu, bir yürüyüş eyleyenlerin yangınla kesilemeyecek yolunu anlatıyor.
Yolun Sonu şiiri, bir varoluş, yok oluş noktasıdır. Horatius’un günümüze kadar geçerliliğini koruyan “devlet gemisi” eğretilemesi, bu şiirde, içinde şairlerin yazarların, çocukların bulunduğu bir gemiye dönüşür. Madımak, dalgalı, fırtınalı bir denizdeki gemi, yangında çıkan duman da sistir. Yangını su eğretilemesiyle vermesinin bir nedeni de, aydınlanma ateşini söndürme çabalarını anlatmanın şiirsel bir yoludur. Şairin asıl işaret ettiği, o göz gözü görmez kaos ortamıdır. İçindedir, onlarla birlikte yanmıştır. Dışındadır, herkes sussa bile o konuşacaktır. Gemi siste kaybolur. Şairse, hâlâ buradayım, varım, başkaları da var diyen bir sis çanı olarak yeniden koyulur yola:
“Yol durdu ben durmadım, kendimi buldum,
Ömrüm içine sığdı yürüyüp gidecek olanın
Bir yürüyüş, yeniden başladı kısacık bir adımla”
ORDA BULUNMAYAN…
“Orda bulunmayana ne kaldı sorsam
orda bulunmamak diyecekler belki”
Evet, yanmaksa yanmıştır, sadece orda bulunmamıştır. Orda bulunanlar, orda bulunmayanlar… Bu ayrım hem şiirsel hem bireysel hem de toplumsal anlamda meselenin özüdür. Orda bulunanlar, şairler, yazarlar, semah dönenler, çocuklardır… Orda bulunmayanlarsa, orda bulunmamanın dışında ne varsa hepsini yaşamış, başka bir ateşle onlar gibi, onlar kadar yanmış anneler, babalar, kardeşler, arkadaşlardır. Ama kalanlara düşen bir sorumluluk vardır, yol yürüsün, yürüyüş sürsün diye kendilerini yeniden yaratmak zorundadırlar onlar. Orda bulunmayan bir anne, Kemal Özer’in şiirinde şöyle dile gelir:
“Onu doğuran bendim, ben de gitseydim Sivas’a
gözü baktı mı görsün, eli uzandı mı bulsun
ah bilsem durur muydum, ateş çoktan pusuda
kapıyı tutanları yarıp geçseydim
soluğuna soluk katsaydım, göğsüm geniştir
iç içe yürüseydim adımlarının yankısıyla” (Orda Bulunmayan)
Kemal Özer, Yangın Şiirleri’nde kendisiyle acısı arasına oturan ben’i biz’e dönüştürmüş, orda bulunmakla bulunmamanın uçlarını şiirle bağlamıştır. Henüz orda olmayan ama olacak olanlarla hızlanacağını düşündüğü yürüyüşü, kısacık adımlarla da olsa kendisi başlatır.
Hemen ardından gelen Yangın İkizi’nde bu düşünce iyice netleşir. Gidenler ne yaşadıysa kalanlar da onu yaşar. Kalanların soluğu gidenlerin acısından hiç ayrılmaz. Böylece, orda bulunan da, bulunmayan da birbiri ardına yeniden doğmuş olur.
“Yalnız onları değil bu tutuşturan ateş
Aynı yoldan geçip geliyorsak bizi de”
Bakılanı Görünür Kılmak…
Bakılanı görünür kılmak, en çok yazma eyleminin niyetiyle ilgilidir. Acıyı genelleştiren söylemler, bugüne kadar kimsenin kılını kıpırdatmadı. Ancak, insan tek tek, bütün çıplaklığıyla; öncesi, sonrası, bıraktıklarıyla ele alınırsa bakılan görünür kılınır. Kemal Özer Yangın Şiirleri’nde bunu yapıyor. Görünür kılmayı, Madımak merdivenlerindeki o fotoğrafla başlatıyor. Dumandan boğularak ölen genç kızın başucundaki ‘yaşamak istiyorum’ diye başlayan yazısını Lorca’nın “Ölürsem/ açık bırakın balkonu” dizeleriyle buluşturuyor.
“Sona ermişti de konuşmaları
birkaç sözcüktüler geride kalan
birbirinden ayrılarak her biri
dağılmışlardı basamaklara
ellerinde bekleyişin önlemi” (O Resme Bir Daha Bakılırsa)
Madımak’ta hepimiz yandık. Hatta Madımak’la birlikte şiir yazma olanağının da yandığı söylendi. “Beyhude olma” duygusunun ağır bastığı günümüzde, Kemal Özer, bir şeyin başka bir şey olabileceğine duyduğu inancı diri tutuyor. Aslında, her dizenin altında “Başka bir dünya mümkün” diyor. Vicdanı şiirle bilince dönüştürmeye çalışıyor.
Artık Ne Semahları
Ne Çocukları Seyredebilirim
Diyen Babanın Şiiri
Bu şiir, semahın felsefesiyle çocuğun iç içe geçtiği bir şiir. Semah nedir? Sivas’ta yaralanan semah şudur:
Çoğunlukla kadın ve erkeğin birlikte döndüğüdür. Hiçbir şeyin durmadığını, ölmediğini anlatır.
El ele tutuşulmaz. Turnanın kanat çırpmasına benzer. İnsanın birey olarak varlığını, özgürce birlikte olmayı işaret eder.
Dönerken, avuç içindeki görünmez aynalara bakar; evreni, Hak’kı, kendi suretlerinde görürler.
Birlik çağrısı yapılır, ardında yüzyıllar süren acılar, başkaldırılar vardır.
Sevgi ana konudur, ötekiler çevresinde dolanır.
Her dönemde Türkçe’dir.
Semah kısaca budur, peki ama çocuk? Çocuk alevi kültüründe, evrenin sırrıdır. Ünsal Öztürk, Aleviliğin Sırrı adlı kitabında, bu sırrı şöyle yorumlar: Alevilerin Allah’ı çocuklarıdır.
“Daha neler öğrenecekti kim bilir
semah dönen çocuklardan bu yürek
birer kırlangıçtılar ilkyazın habercisi
her biri bir yolculuk olacaktı gökyüzü denizine
kurtulup çıksalardı yalazın öksesinden”
Oğlundan Öksüz Kalan Ananın Şiiri
Bu şiirin adı bile, biraz önce sözünü ettiğim anlayışı doğrular. Anneyi babayı yaratan çocuktur. Alevilik, yeni gelenin aşkınlığına duyduğu aşktan alır ışığını. Yol budur, yürüyüş budur.
El Almak şiiri için, Kemal Özer’in şiir anlayışı diyebiliriz. Şiir ‘el almak ’tır; acıların incelttiği, tizleştirdiği görünmez ayrıntılardan; hayattan el almak… Bir babanın Madımak’ta kaybettiği kızını, onu bir daha göremeyeceğini bile bile, görür gibi olabilmek için, yolunu üniversite durağına doğru uzatması, bırakılsa, bilmeyenler için hayatın içinde kaybolacak olan bu ayrıntıdan el almak… CEZAEVİNDEN YOLA ÇIKAN GEMİ şiirinde, Erdal Ayrancı’nın dizeleriyle kendi dizelerini kaynaştırıp, o gemiye sözcük denizi olmak, ya da “ADIM METİN OLSUN” diyerek, kalemini ötekine vermek…
Bu anlayış “… Kendimden ne kadar az şey katarsam gerçeğe daha fazla yaklaşabildiğimden emin olduğumu biliyorum.” diyen Jean-Jacques Rousseau’ya, “Şiir herkes tarafından yazılmalıdır. Bir kişi tarafından değil.” diyen Lautreamont’a kadar götürür bizi:
“Hadi gel birlikte yazalım bu şiiri
adım metin olsun bu kez benim de
hadi benim sesimle ama senin hüznünden
hadi benim acımdan ama senin sesinle
birlikte söz edilsin bu şiirde”
Kemal Özer, Sivas’ta kaybettiklerimizi, Pir Sultan’ın ölüp dirilmesi gibi diriltmek istiyor. Diriltiyor da… Nermi Uygur’un ifadesiyle, sevgisizlik çöllerini başka sevgisi yeşillerine dönüştürüyor.
ÖMRÜ KISA KELEBEKLER, Madımak’ta kaybettiğimiz çocuklar… Uzun ömür, kısa ömür görecelidir doğada. Kısa gördüğümüz kelebek ömrü de doğası ve içine sığdırdıklarıyla tam bir ömürdür. Kemal Özer, onları ‘iz sürenlerin yolunu’ aydınlatacak ışık olarak gösteriyor şiirinde. Onlar, gülüşlerindeki bir kıvrım, günlüklerindeki bir satırla yaşamayı, yürüyüşlerini sürdürecekler. Çünkü şiirin belleği derin ve güçlüdür.
(Bu yazı Varlık Dergisi’nin Haziran 2009, 1221. Sayısında yayımlanmıştır.)