Tuhaf Bir Kabir Hikayesi
Öykü

Tuhaf Bir Kabir Hikayesi

Mehmet Özkendirci

Bazı beyinler sıfır kilometrede dünyayı terk ederken, onun beyni yirmi dört saat çalışırdı. Çok az rüya görse bile çoğu kez onu gerçekten huzursuz eden huzursuz bacak sendromlarını ve prostat işeme seanslarını saymazsak ilaç saati olan beşte uyanır, sonra gözüne bir gram uyku girmezdi. Beyni kafatasını zorlayacak kadar yazacak malzemelerle dolardı. Bunlar bazen şiir bazen karikatürlerine bulduğu espriler ya da öykü notları olurdu. Küçük kâğıtlara not aldığı düşünceler yalnız yattığı odasını çöplüğe çevirirdi.

 

En yakınlarının gözünde bile geçimsiz, hiç arkadaşı, dostu olmayan birisiymiş. Evet öyle bir yığın arkadaşları yoktu. Çalıştığı kurum ve son görev yerinde üç beş erkek vardı ama onlarla da kahvehane, meyhane ortamlarını sevmediği için frekansları pek tutmazdı. İki üç dostu vardı sonunda bir dosta kaldı. Yaşarken yaşadığı (bu nasıl cümle oldu) yalnızlık ölürken bile sadık bir köpek gibi yanındaydı. Mezarlıktakiler ailesini, birkaç komşuyu ve tek dostu Hüseyin’i saymazsak, imam dahil iki elin parmakları kadardı.

 

Ona kalsa bir ıssız adada, doğal ihtiyaçları giderilsin bir kalem kâğıtla aylarca sıkılmadan yaşayabilirdi. Arada tek dostuyla iki kelam edebilmek için bir cep telefonu (abarttın denmezse görüntülü arayabilen cinsinden) olsa yeterdi. İmam bile salâsını fukara tarifesinden tutmuş, kısa kesmişti. Mezarda da ağzında geveleyip zoraki ettiği duayla son vazifesini ifa etti… Apar topar bir metreyi zor geçen çukura indirip arkalarına bakmadan gittiler. Kimi arkadaşlarıyla buluşup birkaç el oynayacak, kimi pazara gidecek, belki de ayaklarını uzatıp televizyon karşısında dünkü maçtaki ofsayt durumlarını tekrar tekrar izleyip hakemlik yapacaktı. Yakın akrabaları, sağlığındaki gibi yine uzaktan izlemekle yetineceklerdi. Bir avuç toprağa bir Fatiha okuyup kabri başına serpmek kimsenin aklına gelmedi. Ellerinde kovalarla su döküp bahşiş bekleyen çocukları da duyan olmadı. Belli ki yalan dünyada gerçek işleri vardı onları sabırsızlıkla bekleyen. Kendilerini sessizce izleyen mezar taşları, sanki aralarında bizden önce insanlıkta ölmüş dercesine hızla gidenlere bakıyorlardı. Bilmezler mi bir gün onlarda burada bir başına bırakılıp gidilecekti. Belki de bu kadar uğurlayanı bile olmadan…

 

Herkes onu öldü biliyordu, kendisi bile… Evet bedeninde bir hareketlilik yoktu ama beyni zembereği boşalmış bir saat gibi çalışıyordu. Aklından neler geçiyordu neler. Bir kâğıt kalem olsa…

 

Olsa neye yarardı ortalık zifiri karanlıkla dolmuşken. Aklına gecikmeli ödenen elektrik faturaları nedeniyle akşamı bekleyen kesintiler geldi… O zamanlar telefonun şarjı bitene kadar aklındakileri bir kâğıda geçirirdi. Sabaha doğru uyanınca, beynine iyice nakşetsin diye defalarca tekrar ederdi. Bazen hazırlıksız olarak yanına kalem kâğıt almadan cephanesiz asker gibi evden çıkardı. Bu anlarda yazdıklarının büyüsüne kapılıp bazen sesli sesli şiirlerini okurdu. Bazen de içinden tekrar ederdi kalem kağıdına ulaşana dek. Hoş sesli bile olsa çevresindeki kabalıklar/kalabalıklar onu fark etmez, edenlerde boş boş bakarlardı. Ruh sağlığı yerinde olanların milyonda birkaç kişi olduğu günümüzde bu hareketi normal karşılanmalıydı zaten. Çoğu bir iki mısraya sığan şiircikleri birçok kişi tarafından, eeee bu kadar mı, devamı yok mu, diyerek karşılık bulurdu. Kısa şiir yazmanın, basit gibi görünse bile zor, bir kaşık bal için bir çuval keçiboynuzu kemirmek olduğunu açıklamaktan vazgeçeli yıllar olmuştu.

 

Neydi öyle ‘Bir çember ki yolum/Kaçtıkça yakalanıyorum………. Baktığım her şeyde seni görürken/Nasıl derim birsin sen…… Ya da, Gel iki yarım/Bir olalım……. Hatta ölçü ve kafiye zorunluluğu olmayan, Dün bir şair vuruldu/Cadde ortasına/Tek bakışla…. Tek isimden oluşan Aynur şiiri var ki epey alay konusu olmuştu. Aynur Aynur Aynur/Aynur Aynur/Aynur Aynur…(Sana şiirler yazdım/Her kelimesi sen/Gülüp geçtiler/Şiirin sen olduğunu bilmeden)Yazdıklarını ahenksiz, özgün bulmayanlar şiirden saymazken bazıları da (deli saçması) diyecek kadar edebî ve edepsiz olabiliyorlardı. Deli saçması demeyen henüz delirmemiş kişilerde vardı azda olsa. Yaşamı yiyip içip, hacet görmekten öte görmeyen bu canlılara göre, sanatın tüm dalları fuzûlî işlerdi… Bir yerde okumuştu, lafın hepsi deliye söylenir diye. Sizce?

 

Neyse konumuza/mezarımıza dönecek olursak…. Bu zifiri karanlıkta kaç saattir, kaç gündür hatta kaç aydır yatıyor olmalı ki boyun altı ve sırtında dayanılmaz ağrılar başlamıştı. Nedeni bulmakta zorlanmadı. Bu bölgeleri sert bir zemine denk gelmişti, zar zor doğruldu, elleri sert bir cisme değdi. İri bir taş parçası derken hafifçe doğrulup başını sol tarafa döndürdü. Bunun bir küp olduğunu nasıl olmuşsa fark edebildi. Merakla hafifçe küpe vurdu, küp dağılıverdi ve etrafı şıkır şıkır, pırıl pırıl altınlar, yakutlar, inciler ve elmaslar aydınlattı. Allah ‘Yaşadım, diye bağıracakken yaşamadığını, bilmem kaç zamandır ölü olduğunu fark etti. Okkalı bir küfür salladı kaderine. Yaşayamadığı sadece nefes alıp verdiği yılların acısını Hawailerde, Romalarda, Parislerde yaşayacak, o hep özlemle beklediği bir gemi turuyla dünyayı gezecekti. Garibim bir okul, birde askerlik nedeniyle doğduğu kent dışına çıkanlardandı. On yıl kadar çile çektiği, dışlandığı ilk görev yerini saymazsak tabi. İlk işi bir daha karanlıkta kalmamak için on yıl elektrik parasını peşinen trink saymak olacaktı. Oldum olası karanlıktan hazzetmezdi. Küçük bir tıkırtıdan bile ürperirdi… Oysa şimdi karanlıkta tek başınaydı, elektriğin bir daha gelme umudu da yoktu…

 

Yerinden hafifçe doğrulmak istedi. Sonra avuçladıklarından taşan hazinesini şimdilik bir kenara bırakıp tekrar şansını denedi ama başaramadı. Başı üzerindeki tahta parçasına çarptı. Hayret, canı hiç yanmamıştı. Neticede o artık kabullenmese bile, resmen bir ölüydü, devletin kütüğü yalan söylemezdi… Sonra bir mucize oldu ses telleri yeniden hayat buldu. Önce mırıldandı sonra avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Yaşarken duyuramadığı sesini belki bir duyan olurdu. Artık dar bütçeli bir memur emeklisi değildi.

 

-Heeyyy orada kimse var mı, sesimi duyan var mı, ben ölmedim yaşıyorum.

 

Sonra dediklerine kendisi bile güldü alçak sesle. Bağırmaktan ses telleri kopacakken birileri sesini duydu. Yanına yeni taşınacak bir mevta için mezar kazmaya gelen iki kişiydi bunlar. Bugün onlar için bereketli bir gündü hızlı hızlı mezar kazmaya başladılar. Henüz bir metreyi biraz geçmişken onun bulunduğu tarafa doğru mezar çöktü. Gün ışığı gözlerini kamaştırırken ilk olarak mezarcıların parlayan iri gözlerini gördü. Mezarcılar onun olduğu yere yöneldiler. Kazdıkça isimlerini bilip bilmedikleri değerli taş ve madenlerle karşılaştılar. Tam kurtuldum deyip ellerini uzatacakken bir kürek darbesiyle sağ eli kökünden koptu. Mezarcılardan birisi bir çuval getirmek için oradan koşarak ayrılırken, kalan arkadaşı ceplerini doldurmaya başlamıştı bile. Artık onun hayallerinin gerçek sahipleri onlardı. Onun yaşamadığı hayatları onlar yaşayacaklardı. Aceleyle kaçarlarken kemikleri çevreye yayılmıştı. Gelen ilk köpek kopan elini ağzına alıp mutlu mesut oradan ayrılırken, o son bir nefesle bağırmaya başladı.

 

-Ellerimi bari geri verin. Ben burada yazmazsam sıkıntıdan ölürüm.