Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Joyce gibi 1882’de doğup, 1941’de ölen İngiliz yazar Virginia Woolf, edebiyatçılığının yanı sıra kişiliğiyle de oldukça ilginç, roman karakterlerini aratmayacak bir isimdir.
Londra edebiyat çevrelerinin toplandığı Bloomsburry akımının önemli bir üyesi ve müthiş bir okur, aynı zamanda edebiyat üzerine makaleler de kaleme alıyor fakat yazdıkları kimi zaman edebiyat tarihinin doğrularıyla çelişiyor ve satır aralarına bir miktar da kişisel kıskançlık sızıyor. Kendi kitaplarını basabilsin diye matbaa kurmaktan sakınmayan fedakâr eşinin Yahudi olmasına rağmen, 30’lu yılların sonuna dek antisemit düşünceler besliyor ve hatta Kimi zaman Hitler’i takdir ediyor. Özellikle Kendine Ait Bir Oda isimli muhteşem eseriyle gelecek nesillerde feminist düşüncenin mihenk taşlarından birisi olurken, öte yanda kişisel hayatında kadın haklarına dair ilgisi tamamen bohem çevresiyle sınırlı kalmış, seçme-seçilme hakkı, emek sömürüsü gibi konularda bırakın kadından yana olmayı, hak talep edenlere küçümser eda takınmıştır. Hem söyleşilerindeki anlatısıyla hem de romanlarında çizdiği baba karakterleriyle, öz babasına karşı çok mesafeli olduğunu, hatta el altından bazı ithamlarda bulunduğunu anlarız oysa Woolf’un kardeşlerinin ve şahsen tanıyan başka insanların ifadesine göre Woolf’un babası Sir Leslie Stephen, dönemine göre oldukça çağdaş, babacan, iyi yürekli, örnek gösterilen, aydın bir adamdır.
Bir yazarın hayatını ve hayata bakış açısını, siyasi fikirlerini, sanatsal açıdan etkilendiklerini Ve etkilediklerini bilmek, romanlarını daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Yukarıda Woolf’a dair andığım olumlu ve olumsuz özellikler, yüz yıla yakın zamandır düşünce hayatımızı yönlendiren dev bir yazara karşı sevgimizi etkilemez, ancak ve ancak, onu daha iyi tahlil etmemize vesile olur. Woolf kızgındır çünkü yaşadığı dönemin İngiltere’si, daha halen erkek egemen Viktoryen algıyla yönetilmektedir.
Kült roman Mrs. Dalloway’de, tek bir günde, hem Dalloway’in o gün yaşadığı heyecanı, hem yıllar sonra göreceği Peter’i ve hem de onlarla ilintisizmiş gibi görünen, savaş gazisi, savaşta aklının da bir kısmını bırakmış Septimus’u tanırız. Roman yer yer bilinç akışıyla ilerler ve ilgisiz gibi görünen insanların hikayeleri usulca iç içe geçer.
Tek bir günü romana sığdırmak yeni bir numara değildir ve çok daha iyisi Joyce tarafından yazılmıştır. Görece keyifli hayatlarımızın yanı başındaki ağır dramlar konusu, yine bence daha başarılı bir şekilde Katherine Mansfield tarafından işlenmiştir. Bilinç akışı tekniği ilk kez Woolf’un kullandığı bir yöntem değildir fakat Mrs. Dalloway’de zirve örneklerinden birisini görürüz.
Tüm bu değindiklerimizin dışında Mrs. Dalloway’in olağanüstülüğü bana kalırsa tek bir vurucu noktadan kaynaklanır. Feminizmin bayraktarı görülen Woolf, bu romanında kadın- erkek konumlarını asla ön plana çıkarmaz ama öyle bir şey yapar ki, karı koca Dalloway’ler arasındaki durum, eski aşığın çıkagelişi, partinin heyecanı ve daha bir dolu şey gölgede kalır. Erkek egemen dünyanın en korkunç aygıtı olan savaş, korkunç gölgesini, huzurlu ve olağan saydığımız hayatlarımızın üstüne salmayı sürdürür ve o gün bir can daha alır. Yani erkeğin toplumsal konumundan çok daha korkuncu, cinsiyetten bağımsız olarak, eril tahakkümün, erkek oyunu savaşın hayatlarımızı karartması meselesidir.
Roman boyunca küçük rollerle karşımıza çıkan, aslında ezber bakış açısıyla oldukça olumlu niteliklere de sahip Mr. Dalloway, Doktor Bradshaw ve hatta sönük profilli Başbakan gibi kimi erkekler, esasen müesses düzenin temsilcileridir.
Eski aşık Peter Walsh’ın çakısı, dünya edebiyatındaki en başarılı metaforlardan birisidir. Gerilim anlarında keskin yüzünü göstermekte, bilinçaltını doğramaya devam etmektedir. Tıpkı ödipal komplekslerimiz gibi.
Mrs. Dalloway’i okuduğumuzda bize bakiye kalan öz cümlelerden biridir “Artık Korkma.” Bizi korkutanın ne olduğunu kavrarsak, yüzleşmemiz daha kolay olabilecektir. Korkma! Woolf ile ilgili sayfayı kapatmadan önce küçük bir tavsiyede bulunmak isterim. Kurgu romanlarının yanı sıra, aslında bir akademik sunum için hazırlanmış metni olan Kendine Ait Bir Oda’yı mutlaka okuyun. Bu metin, konuşma diliyle yazıldığı için çok samimidir ve feminist düşüncenin temellerini esas bu metinde görürüz. Bir sonraki paylaşımda 1984’e gidiyoruz. Geçmişin geleceğine, bugünün geçmişine.