Kimi yazarların kalemi, dili kullanma yetenekleri çok güçlüdür. Kimi yazar ise daha ziyade yapıya hakimdir, okura yepyeni sorgu alanları açar ve bu sayede metninde çatışmayı diri tutar. Kimi yazarda ise bu ikisi birden vardır ve tadından yenmez. Kanımca, tüm bunlarla birlikte bir yazar türü daha vardır ki edebiyatta izine çok nadir rastlanır. Bu nadir yazarlar, kuvvetli kalemini kurduğu çok güçlü yapıyla birleştirir ama bununla da kalmayıp bunları, müthiş bireysel entelektüel birikimiyle de harmanlarlar. İşte, döneminin her tür bilimsel gelişimine çok hâkim, gidişatı öngörebilen, insan psikolojisini ve dünyayı algılama şekillerini nasıl kullanacağını çok çok iyi bilen Aldous Huxley, bu nadir yazarların başında gelmekte. Ve olgunluk eseri sayabileceğimiz Zaman Artık Durmalı’da iyi okuru bu entelektüel çağlayana davet etmekte.
Romanın baş karakteri Sebastian Barnack 17 yaşında, hafif utangaç ama bir yandan da hayata ve özellikle de hayatın sanatsal yanına aç bir genç. Şiirler yazıyor, sözcüklere kafa yoruyor. Bu yaş seçimi ilginç. Çünkü okur zihninde çatışma yaratacak bir soruyu da hemen beraberinde getiriyor; 17 yaşında bir delikanlıyı, hem de şiirle sanatla bunca iç içeyse ve yetenekliyse, artık hayatın da içinde sayabilir miyiz? Yoksa halen çocukluğun ruhunu, ergenliğin izini mi taşımaktadır? Daha ilk sayfalarda, Sebastian’ı ölmüş oğlunun yerine koyacak anne karşısında, bir yandan çocukça bir yandan duyarsız hem anlayışlı hem anlamak istemeyen bir genç görüyoruz. Ve roman boyu sanki Sebastian da biz okurlarla birlikte, ama istemsizce, bu sorunun, o büyük ve gizemli dünyaya dahil olup olmadığı meselesinin kıskacında dolanıyor. Bir yandan büyümek istiyor ama öte yandan büyüklere dair dünya ona alabildiğine tuhaf geliyor.
Benim aklıma hemen James Joyce’un ilk romanı Sanatçının Gençlik Portresindeki Stephen Dedalus geliyor. O da romanın sonunda aynı yaşlardadır ve doğal olarak kafası karışıktır. O da Sebastian Barnack gibi sanata ve entelektüel hayata ilgi duymaktadır ama bir yandan da deli fişektir, dünyaya karşı kızgındır, kanı kaynar, hazzı arar ve bunun bir cevabı varmış gibi hayatı sorgular. Biz şimdilik Dedalus’u bir kenara bırakıp Sebastian Barnack’a dönelim.
Peki ya bu melek yüzlü delikanlı, yani Aldous Huxley’in romanı Zaman Artık Durmalı’nın” baş karakteri Sebastian Barnack, bir yandan sosyalist ve idealist, bu konularda oldukça katı ve tartışmaya kapalı babasının hem etkisi hem baskısı altında iken, bir yandan da yaşamın keyfini sonuna dek çıkaran, hayattan kam almasını bilen amcasını rol model bilmişse? Dahası amcası, Sebastian’a söz hakkı bile vermek istemeyen babasının aksine, onun şiirine de değer veriyor. Üstelik romanın başında 1930 civarındayız ve havada, biz okurların bildiği, karakterlerin ise henüz farkında olmadığı bir tehlike dolanıp durur gibiyse?
Aldous Huxley’i çoğunca Cesur Yeni Dünya ile tanır ve okuruz. Bu kült roman edebiyat tarihinde de distopya türünün zirvelerinden kabul edilir. Zaman Artık Durmalı romanında ise farklı bir Huxley görüyoruz. Kalemi artık çok daha kıvraklaşmış, kurguyu nereden akıtması gerektiğini çok çok iyi bilen, daha klasik bir olay örgüsüne yaklaşsa da dünya tarihindeki farklı felsefi ve sosyolojik yaklaşımları karakterlerine ve olay akışına muazzam şekilde yediren bir isimle karşı karşıyayız. Üstelik Huxley bu romanda oldukça zor bir işe daha kalkışıyor. Kurgu yer yer, Cesur Yeni Dünya’nın yazarından bekleyebileceğimiz şekilde mistik hallere evrilirken, buna bir yandan da ince bir mizah eşlik ediyor. Çevirirken de tekrar tekrar okurken de hayran kaldığımı belirtmeliyim.
Londra’dayken, babasının dünya hallerini gerekçe göstererek bir takım elbise almaktan imtina ettiği Sebastian Barnack’ı, hangi genç olsa içi kararacak durumdan tutup İtalya’ya, Bayan Gamble ve efradının refah içinde ve spiritüel hazlar peşinde yaşadığı villaya götüren amcanın, bu yolculuktan hemen sonra başına gelecekler, okuru da bir gizemin içine davet ediyor. Evrensel gerçeğin muallak dünyasında gezinen bir yazarın, gerçeğin ne olduğunun henüz ayırdında olmayan toy baş karakteri.
Sebastian dünyayı çaresizce kendi derdinden ibaret sanırken, Floransa’da tanıştığı Bruno eliyle hissettiğimiz faşizm. Ve bir yandan da babanın karmaşık, ilginç ilişkileri. Belli ki bu delikanlının dünyaya dair daha öğreneceği çok şey var.
Sebastian Barnack’ın bir yandan şiire hevesi ve sanatın sularında gezinmesi, bir yandan cinsel anlamda kendini keşfi, üstelik, cazip Bayan Thwale’den bilge Bruno’ya varana dek roman boyu temas ettiği görece olgun insanların etkisiyle kafasının karışıp durması, üstüne üstlük yaşanan ölüm, düş ile gerçeğin iç içe geçtiği öte dünya ile git gel halleri, maddiyatın yol açtığı bir olayın bambaşka, polisiye boyutlara varışı, Sebastian’ı oğlu yerine koyan, gerçek oğlunu kaybetmiş kadının yaşattığı duygular ve daha bir dolu şey, özellikle de bu kişi ve olaylar arasındaki çatışma, gerilim, bize olağanüstü bir okuma keyfi sunuyor.
Edebiyattan resme, mitolojiden polisiyeye ilginç sularda yüzen romanda, Shakespeare’in ve ruhunun da romanın adından başlayarak bir yerlerde gezindiğini unutmamalı. Hemen ilk sayfada, Shakespeare’in IV. Henry eserinden bir alıntı karşılıyor bizi;
Düşünce dediğin yaşamın kölesi ve yaşam da zamanın soytarısı,
Ve dünyayı arşınlayan, zaman artık durmalı.
Az önce Sebastian Barnack’ın, sanki bunun bir yanıtı varmış gibi hayatı sorguladığından bahsetmiştim. Şimdi bu sorgulamayı, az önceki dizelerde geçen, “Yaşam da zamanın soytarısı” yaklaşımıyla birlikte ele almanızı isterim.
Zira toy Sebastian dünyayı daha iyi algılamaya başladıkça, sanki kendini yalanların, kötünün ve hatta yıllar sonra yazdığı nottan anladığımız kadarıyla savaşın içinde bulacak. Yani “Zaman” algımızla maytap geçip, düşünen insanı soytarıya çevirmiş gibi. Aydının yaman çelişkisi!
Bir de Aldous Huxley’in nadir yazarlığı nezdinde, entelektüel birikimi romandaki kurguyla harmanlamaktan bahsetmiştim. Sanırım Zaman Artık Durmalı romanının ve diğer Huxley eserlerinin güzelliği de buradaki püf noktasında yatıyor. Bu öyle bir harmanlamak ki sırça fanus entelektüellerin burnu büyük okurluğunun ve birikiminin aksine, asla malumatfuruşa kaymaksızın, hayatın günlük ritminden uzaklaşmadan, okurda tatlı bir merak uyandıran, acaba bu ismin romandaki karakterle bağlantısı nedir, bu eser neden burada anılıyor gibi sorularla romanı kabartıp çoğaltan harika bir yöntem. Yani Huxley, büyük yazar genelinde olduğu gibi okuru, edilgen konumdan çıkartıp etken konuma çekmek istiyor. Ve bu hamlede Odisseas’tan Puşkin’e, Degas tablolarından Dante’ye, nihilizmden modernizme bir dolu isim ve kavram bize eşlik ediyor.
Romanın en güzel yanlarından biri, iyi bir edebiyat eserinden bekleyeceğimiz şekilde bir tez veya sonuç ortaya koymaması. Bir dönüşüm romanı okumuyoruz. Onun yerine bir çağa, tuhaf bir döneme, bilindik ezberlerin çok ötesinde ve bambaşka bir pencereden tanıklık var.
Bize de bu güzelliğin tadını çıkarmak, yaratılıştan başlayarak, mistik sularla birlikte gerçeğin katı yüzünde dolaşan olayları tartmak ve durmuş zamanın yekpare güzelliğinin ve belki de korkunçluğunun seyrine dalmak kalıyor.