Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Meraklı her okur gibi, Türkoloji eğitimi alan ve bu alanda çalışmalar yapan benim gibi kimselerin de çağdaş Türk Edebiyatı’na ilişkin aklına gelen başlıca isimlerden başında elbette Yaşar Kemal gelmektedir. Edebiyat merakımı destekleyen çok sayıda Koreli şair ve yazar olmuştur. Türk edebiyatından Korece’ye yaptığım ilk çeviri ise, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi ve Üç Anadolu Efsanesi’nin bir arada yer aldığı metinlerdir. İlginçtir, kendisiyle görüştüğümde, her biri bağımsız yapıtlar olan bu kitapları, Korecede, bir arada çevirip, yayımlatma fikrime önce şiddetle karşı çıkmış, Korelilerin bunları bir arada okumak arzularını aktarınca da evet diyerek bizleri onurlandırmıştır. Nazım Hikmet’le birlikte Türk edebiyatına duyulan ilgi -hüzünle belirteyim ki, Nazım Hikmet’in kitap bütünlüğünde Güney Kore’de henüz şiirleri yayımlanmamış, sadece kimi dergilerde, yakın zamanda da ASYA Edebiyat Dergisi’nin 2011 yılındaki bir sayısında yer almıştır- Yaşar Kemal’le birlikte zenginleşerek merak uyandırıcı bir noktaya gelmiştir.
Yaşar Kemal metinlerinde görüleceği üzere, gelenek ve somut olarak da sözlü halk edebiyatının etkileri hissedilir. Unutulmaması gereken, Yaşar Kemal’in tıpkı bu yazıda ele alacağımız yapıtlarından birini teşkil eden Ağrı Dağı Efsanesi’nde olduğu gibi, Binboğalar Efsanesi’nde de yapmış olduğu, sözlü kültüre ait olan bir efsaneyi veya masal varyantını işlemek değil, yeni bir dil ve üslupla sanki yıllardır anlatılıyormuş gibi köklü, ama yapısı, kurgusu, taşıdığı mesajla yeni olan bir metin ortaya koymasıdır. Nitekim, Alain Bosquet’nin sorularına vermiş olduğu yanıtta da buna açıklık getirir: “Ağrı Dağı Efsanesi diye bir romanım var. (…) Herkes, benim bu romanı bir Türk, ya da bir Kürt destanından aldığımı sanıyor. Alman kitapçım bile, romanı yayınlarken, bir Kürt destanından aldığımı yazmış. Niçin böyle yaptın, diye sorduğumda da, şaşkınlıkla, bu bir destandan alınma değil mi, diye sordu. Oysa ne böyle bir Kürt destanı, ne de böyle bir Türk destanı vardı. Dili de ne Türk, ne de Kürt destanlarının diline benziyordu.” (Kemal,1993:174). Yaşar Kemal’in ustalığı, “Geleneksel folkloru yeni bir görüşle ele alarak, psikolojik niteliklerini değiştirme” (Gorbatkina, 1980:242) becerisinde yatmaktadır. Yaşar Kemal’in bu metninde edebiyat birikiminin zenginliğini oluşturan Köroğlu destanının önemli ölçüde katkısının olduğu Memo, Gülbahar ve Mahmut Han’ın arasındaki bağın, Köroğlu, Nigar ve Bolu Beyi arasındaki çatışmaya benzerliği hissedilir. (Kaya, 2004:270).
Yaşar Kemal, geleneksel anlatı formlarından üslûp ve tema özellikleri taşısa da, metinleri bu çağ insanının sorunları üzerine; Ağrı Dağı Efsanesi’nde halk ve iktidar; Kanın Sesi’nde korku ve ölüm, toplumsal boyutlarının yanı sıra psikolojik derinlikleri ile de ele alınıp, aktarılır. Onun aynı zamanda bir röportaj yazarı olduğunu, edebi eserlerinin coğrafyasını doğup büyüdüğü mekânlardan seçmesinin yanında, gazeteci kimliğiyle de dolaştığını, Nuh’un Gemisi[1] adlı kitabının burada ele almakta olduğumuz Ağrı Dağı Efsanesi’nin mekânına bir yolculuk olduğunu anımsatmak isterim. Hakikati böylesine ciddiye alan ama aynı zamanda büyülü bir dille yazan, birçok edebiyat eleştirmeninin de söylediği gibi çağımızın epopecisidir.
Yaşar Kemal’in bu incelemede ele alınan her iki romanında da bir paydaşlık olduğunu, dağ kültünün ve onunla birlikte düşünülmesini yararlı gördüğüm mağara, göl, su gibi unsurların ve yine ilki yani 1972 yılında yayımlanan Ağrı Dağı Efsanesi’yle ikincisi yani 1981 yılında yayımlanan Kanın Sesi birlikte okunduklarında ayrı üslûp ve temalara sahip olduğu görülür. Bu bakımdan bu incelemede her iki metni birlikte düşünme gereği duyduk. Romanların trajik serüveninde yatan türlü geleneksel normlarla karakterize olmuş insan psikolojisinin derinliği, ayrıca kapsamlı bir çalışmanın konusudur. Bizim bu çalışmamız, ana teması dağ olan, edebiyat sempozyumunun çerçevesiyle sınırlı kalacak, onun sözü edilen iki yapıtında dağ kültü üzerinde durulacaktır.
Dağ kavramanın çok eski çağlardan bu yana insan tahayyülünde yer ettiğini, korku, gizem, hayranlık, sığınma ve tapınma gibi değişik özelliklerle kutsallık kazandığını görüyoruz. Eski Yunan inançlarına göre Tanrıların Olympos Dağı’nda oturuyor olmaları, Ergenekon Destanı’na göre Türklerin demirden bir dağı eriterek kendilerine çıkış yolu bulmaları, Türklerin efsane ataları Oğuz Han’ın altı oğlundan birinin adının Dağ Han olması, ünlü aşk hikâyesi Ferhat ile Şirin’deki kavuşma metaforunun Ferhat’ın dağı delmesiyle simgeleştirilmesi hemen akla gelen örneklerdir.
Bu zenginlik, bir kültürel birikim olarak çağdaş edebiyata da yansır. Ünlü Türk folklorcusu Pertev Naili Boratav, Türklerin dağ kültüne ilişkin ilgilerini aktarırken, “Türkler, Anadolu’nun birçok dağını (sıradağları veya dağ silsilesini) geldikleri bölgelerde tanıdıkları dağ adlarıyla yeniden adlandırdılar. Eski dağlarıyla ilgili kültlerini, yeni vatanlarında da devam ettirdiler. Zamanla Anadolu dağlarıyla ilgili eski ve yerel geleneklerini de üstlendiler. Bu nedenle, Anadolu dağlarının mitolojisi üç bileşeni kapsar: Orta Asya konuları, “Türkleştirilmiş” Anadolu konuları ve değiştirilmeden hayatta kalan eski Türkler öncesi ögeler,” (Boratav, 2012:53) saptamasında bulunur.
Yaşar Kemal’in ele aldığımız her iki eserinde de dağ, destansı özelliklere sahip, mitolojik sırlar da saklayan canlı birer varlık olarak yansıtılır. Dağ, kişiliktir, eylemi yapandır. Bunu hemen romanın giriş bölümünde şöyle okuruz: “Ve her yıl Ağrı Dağı’nda bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrı Dağı’nın güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp Gölü’ne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrı Dağı’nın harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrı Dağı’nın öfkesini çalmağa başlarlar.” (Kemal, 1981:7)
Dağa bir kutsiyet verildiğine, yani tanrılaştırıldığına dair örneklerle de karşılaşırız. Bunu Yaşar Kemal anlatılarının “mitolojik-destansı” gelenekten beslenmesine ve onun tanıklığında Anadolu’daki topluluklar arasında canlı bir biçimde izleri görülen eski Türk dini inançlarından Şamanizmin etkisini hatırlatmak yanlış olmasa gerek. Çünkü onun eserlerinde trajedilerini okuduğumuz kesimin bir bölümü göçebe Türk topluluklarıdır. Burada söylemek istediklerimin daha iyi anlaşılması için birkaç örneği paylaşmak istiyorum:
“Göçebe Kandaş Türklerde, kutsallığın (kutluluğun) bir bütünsellik gösterdiği açıktır. İnanç sisteminin değişik unsurları, aslında o bütünselliğin tezahürleridir. Bunların arasında, “bölümlenmiş” ve mekanik anlamda “parça” olma niteliğini aşan unsur, yer-su’lardır. Yer-su’ların kültler olarak tasnif edilmesi mümkündür. Yer-su’lar, adları üzerinde, yer ve su bulunan değişik mekânlardır. Bunlar öncelikle, doğadır; yaşanacak ve geçim sağlanacak yerlerdir. Zamanla, adeta tabiatın parçası haline gelen, tabiatı ikame eden “oba”lar da yer-su olmuşlardır.
Anohin[2], Altaylıların, yer-su’ların “gök” ve “yer altı”ndan bağımsız ve ayrı ayrı olduklarına inandıklarını belirtir. Görülecektir ki bunun sebebi, sadece yer-su’ların “yer” oluşları değildir. Orman, dağ, ırmak, göllerin adları yalnızca coğrafi isimler değildir. Bu adlar o yerlerin sahiplerini, koruyucularını gösterir. Belirli bir dağ veya tepe, ırmak, göl, pınar, ağaç, hatta kaya, yer-su olarak kabul edilir. İnan’a göre[3] “Dağlar, göller, ırmaklar, (“ yer-su”) hep canlı nesnelerdir. Takdis ettikleri Alaş, Tannau, Hangay, Altay dağları, Abakan, Kem (Yenisey), Katun, Bey, Sütgöl ırmak ve gölleri Şamanistler için… konuşan, duyan, evlenen, çoluk, çocuk sahibi varlıklardır. Bir Şamanistin dağlardan ve ırmaklardan bahsettiğini dinlerken bunun gözle görülen dağlardan ve sulardan mı, yoksa bu coğrafi isimleri taşıyan insanoğullarından mı bahsettiğini fark etmek güçtür; ruh bizzat dağdır, dağ bizzat ruhtur” (Hassan, 1985:108).
Yaşar Kemal’in eserlerinde gördüğümüz “dağ” betimlemesi, burada paylaşıldığı gibi, öfkelenen, sevincini yansıtan, gazabını belirten tanrısal nitelikli varlıklardır. Kanın Sesi’nde[4], köyün çocuklarının hayal dünyalarında yarattıkları Düldül Dağı da bu niteliktedir. Yer yer somut, Anavarza gibi, Ağrı gibi bir coğrafi unsur olduğu da görülür ama esas itibariyle Düldül Dağı düş ülkesidir. Tıpkı Ağrı Dağı gibi onda da büyülü bir özellik vardır: “Hacı, ağzını kuşlar gibi atarak derin derin soluk aldı, ”sıcak, sıcak, çok sıcak. Gece yanıyor.” Göndoğudaki, ayın ışığa boğduğu Düldül Dağı’nı gösterdi. Düldül Dağı, belli belirsiz, gözükür gözükmez, incecik bir ışık gibi, sivrilip gökyüzüne dikilmiş bir kalem ucu gibi uzakta, karanlığın ucunda, üst üste binmiş parlayan yıldızların altında süzülüp dalgalanıyordu.” (Kanın Sesi, s.152)
Benzer eylemlilikleri çoğaltmak mümkündür. Yaşar Kemal, dağa; Ağırı Dağı ve Düldül Dağı’na statik bir nesne olarak bakmaz, devingen, sürekli hareket halinde ve bu hareketliliğin arkasında ‘keramet’ gösterir niteliklerin var olduğuna inanarak yaklaşır. Bu dağlar kutsaldır; hastalıklara iyi gelir, çocukları olmayanlara evlat verir, hatta sadece bu dünyada değil, öte dünyada da onun bahşettiklerinden yararlanılır. Yaşar Kemal, dağın bir kutsallık abidesi olduğunu Kanın Sesi’nde, Ağrı Dağı’nın kutsallığını betimleyerek şöyle dile getirir: “… Hasan’ın sesi Mustafa’yı her zaman öylesine etkilerdi ki günlerce onun etkisinden kurtulamaz, Van denizini, Süphan Dağı’nı, Ağrı Dağı’nı görmek özlemiyle yanardı. Kutsal bir dağdı Ağrı Dağ’ı. Ona giden, onun eteklerine yüz süren cümle kötülüklerden, hastalıklardan yunar arınırdı. Ona yüz sürenin bu dünyada, öbür dünyada da yeri cennet olurdu.” (Kanın Sesi, s.263)
Ağrı Dağı Efsanesi’nde dikkat çeken bir başka unsur da, dağla birlikte insanlarının da ayrı bir kimliğe, farklı değerlere sahip olmalarıdır. Yaşar Kemal, bunu yaparken etnografik malzemelere, antropolojik simgelere ciddi anlamda önem vererek yapar. Gülbahar’ı tanımlarken, Yaşar Kemal’in başvurduğu referans yine Ağrı Dağı’dır: “Gülbahar orta boylu, dolgundu. Duru, açık bir teni vardı. Buğday benizliydi. O, kız kardeşlerinden başka türlüydü. Ağrı Dağı kadınları (a.b.ç.) gibi üst üste dökmeli fistanlar giyer, saçlarını kırk örgü yapardı. Gerdanlığı altındandı. Ayak bileklerine Ağırı Dağı kadınları gibi altın, inci, zümrüt halhallar takardı. Çok zekiydi. Az konuşur, hep inceden gülerdi.” (Ağrı Dağı Efsanesi, s.27).
Her iki romanda da benzer motif olarak gördüğümüz başka unsurlar da var: Üç sayısı bunlardan biridir. Ağrı Dağı Efsanesi’nde Küp gölünün üzerine gelen kuşların kanatlarını üç kere daldırmaları, Ahmet’in kapısına gelmiş atın üç kere aşağı yola bırakıldıktan sonra, tekrar geldiğinde artık iade edilmezliği, Kanın Sesi’nde çocukların üç kişi olması: Mustafa, Kuşoğlan Mehmet ve Aşık Ali; oğlu Salman tarafından öldürülen İsmail Ağa’nın konağında yaşayan kardeşi Hasan Ağa, Pero, Hazal da, romanın genelinde çok sayıda şahıs olmasına karşın bir üçlü oluşturur. Mağara ve göl de her iki romanda gördüğümüz, dağ kültünü tamamlayan unsurlardır. “İnler ve mağaralar” der Jean-Paul Roux, “belli ölçüde dağın karşıtı gibi görünseler de onlarla ilişki içindedirler. Doğal oyuklar, doğal ve yapay oyuklar, derin çukurlar (…) aslında yükseltilerde ya da yalıyarların altındadır. Sıradağların ve sivri tepelerin yeraltındaki uzantıları ya da bunların tersine imgeleri gibi ele alındığında, çoğu zaman, insanlar ve hayvanların yükseklerde bulduğu tek ve vazgeçilmez barınağı simgelerler. Dağda yaşanan birçok hadise, bir mağarada sahnelenir. Ermişin biri dağlarda yalnızlığı, sertliği ve aşkınlığı arayacak olsa, bir mağaraya sığınır ve orada engin deneyimleriyle konaklayabilir; böylelikle hem dağ adamı hem de mağara adamı olabilir. Tanrılar ve şeytanlar, ayılar ve aslanlar, ölüler ve diriler de zirveler ve oyuklarda dolanır” (Roux. 2003:82).
Ağrıdağı Efsanesi’ndeki Küp Gölü, Kanın Sesi’nde babası oğulluğu tarafından öldürülen Mustafa’nın mağaraya sığınması, oradan çıkartılarak adeta hayata yeniden başlaması; kuşlar padişahının Mustafa’yı ardından sürükleyip götürdüğü mağara oyukları… Bu simgesel vurgular, dağ’la in’in yani mağaranın ve dağ’la göl arasındaki yerleşik bu tarihi kültürel ilişkisini sürekli kılan ve canlı tutan önemli bağlantılardır. Hayvanlardan ise at ve kuş; Kanın Sesi’nde ayrıca yılan bu anlatılarda bariz olarak öne çıkan sembolik ve simgesel ögelerdir. Kahramanların, Ağrı Dağı Efsanesi’nde Ahmet ve Gülbahar’ın, Kanın Sesi’nde Mustafa’nın ve Ali Çavuş, Kuşoğlan Memet, Tırtıl Yusuf gibi başka karakterlerin serüvenleri bu hayvan ve mekânlarla pekiştirilir.
Yaşar Kemal’in Kanın Sesi’nde Düldül Dağı, ışıltılı görkemi, dalgalanan siluetiyle, ütopyanın ülkesidir. Dağ, belirleyendir ve bu haliyle merkezi durumdadır. O olmazsa dünya ‘başsız ve sonsuz kalacak’tır. “… Böylece yürüyerek kale boynuna kadar geldiler, orada, eski yerlerine, Salman’ın oturup da türkü söylediği taşın önüne, toprağa oturdular. Dünya usul usul karanlığa gömülüyor, Düldül Dağı’ysa ışığa batmış, karanlık çöktükçe parlıyordu. İnceden, belli belirsiz bir de yağmur çiselemeye başladı. Yağmurun çiselemesiyle birlikte de ortalık kurşungeçirmez, göz gözü görmez bir karanlığa kesti. Karşıdaki Düldül Dağı gittikçe ışığa batıyor, ağardıkça ağarıyor, usul usul da dönerek, doruğundaki yıldızları savurarak, karanlığın üstüne abanarak bu yana geliyordu. Çocuklar, korkularına yumulmuşlar, kendi içlerine gömülmüş gitmişlerdi. Dağ da, bütün ışıltısı, aklığı, bir dünya kadar ağırlığıyla karanlığa abanarak ovanın üstüne yürüyordu. Birdenbire karşılarındaki, ulu karanlığı yararak gelen Düldül dağı ortadan siliniverdi ve dünya başsız sonsuz bir boşlukta kaldı.” (Kanın Sesi, s.461). Hiç tartışmasız bir edebiyat yapıtı olmaları gerçeği unutulmaksızın, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi ve Kanın Sesi’nde dağ, Şamanist Türklerde dağ kültünün gök tanrı kültüyle birlikte düşünülmesi gerektiğini, dolayısıyla Abdulkadir İnan’ın altını çizdiği gibi, “dağların tanrı makamı olduğunu” (İnan: 1995:49) yansıtır.
Düşsel motiflerin yoğun olarak kullanıldığı her iki yapıtta da aman bilmez ve sonu gelmez bir korkuya; ölüm korkusuna tanıklık ederiz. Ağrı Dağı Efsanesi’nde, töre tanımaz Mahmut Han’ın büyük bir gaddarlıkla Ahmet ve Gülbahar’a, onlarla birlikte bütün bir halka yönelttiği korku, Kanın Sesi’nde ise eşkıya olmuş Salman’ın Mustafa’yı da öldüreceğine dair, onun şahsında bütün obada yarattığı ölüm korkusuna tanıklık ederiz. Bu korkunun yenildiği birkaç düzlem vardır, biri türkü söylemek, bir diğeri de çocukların düşlemlerinde yarattıkları ve gitmek arzusuyla tutuştukları Düldül Dağı…
Dağın böylesi kutsanması, tarihi bir izdüşüm olarak görülür. Başka halkların da kültürlerinde görülen dağ ve tepelerin insanların algı dünyasında erişilmezlik ve dolayısıyla bir kutsiyet taşıması, bu yerlerin ilahların mekânı olarak düşünülmesine yol açmıştır. Dağların, ilahlarla temasa geçilen yerler olması fikri, Ağrı Dağı Efsanesi’nde Ahmet’in ve başka dağlıların, örneğin çobanların dağı ziyaretiyle paralellik taşımaktadır.
Kaynakça:
Boratav, Pertev Naili (2012), Türk Mitolojisi, Ankara: BilgeSu Yayınları.
Gobatkina, Galina (1980), “Yaşar Kemal ve Folklor”, Sovyet Türkologlarının Türk Edebiyatı İncelemeleri, İstanbul: Cem Yayınları.
Kaya, Muharrem (2004), Türk Romanında Destan Etkisi, Ankara:Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Kemal, Yaşar (1981), Ağrıdağı Efsanesi, İstanbul: Tekin Yayınevi.
Kemal, Yaşar (1993), Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor, Alain Bosquet’in Yaşar Kemal’le Konuşmaları, İstanbul: Toros Yayınları.
Kemal, Yaşar (1994), Nuhun Gemisi, Bu Diyar Baştan Başa-3, İstanbul: Görsel Yayınlar.
Kemal, Yaşar (2011), Kanın Sesi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
İnan, Abdülkadir (1972), Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Roux- Jean Paul (2003), “Kutsal Dağlar Efsanevi Dağlar”, Kitap-lık Dergisi, Sayı:62, İstanbul.
Uturgauri, Svetlana (1989), Türk Edebiyatı Üzerine, İstanbul: Cem Yayınları.
[1] Bu Diyar Baştan Başa 3 alt başlığıyla yayımlanan bu röportaj kitabında Yaşar Kemal, Anadolu’nunfarklı şehirlerinde hayat mücadelesi veren değişik iş kollarındaki insanları (çiftçiler, süngerciler gibi) anlatır.
[2] A.V. Anohin, Materiali po şamantsvu u altaysev, Sbornik Muzeya po Antropologii i Etnografii pri Akadamii Navk, Leningrad 1924 IV, 2, s.15 vd. Eser Türkçe’ye Abdulkadir İnan tarafından çevrilmiştir. Ben, Ümit Hassan’ın ilgili yapıtından yararlandım.
[3] İnan, Abdulkadir (1972), Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları (Aktaran: Hassan, Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, İstanbul: Kaynak Yayınları.)
[4] Bir hususu özellikle belirtmek istiyorum. Yaşar Kemal, özel yazım (imla) kuralları ve kendine özgü sözcükleri olan birisi. Nasıl mı? Örneğin hiçbir özel adı takılarından ayırmaz. Türk sözlükçü Ali Püsküllüoğlu’nun onun yapıtlarından yola çıkarak hazırlamış olduğu Yaşar Kemal Sözlüğü (YKY, İstanbul 2006) de bu tespitimi destekler çalışmalardır. Hal böyle olunca, Kanın Sesi’nin Yapı Kredi Yayınları arasından çıkmış 5. Baskısını, bu çalışma dolayısıyla okurken çok sayıda dizgi hatasıyla karşılaştığımı belirtmek zorundayım. Türkçe deyimle, yuvarlak hesap yüzün üzerinde dizgi yanlışı belirledim. Hiçbir yazarın eserinde, özellikle de edebi eserlerde olmaması gereken bu türden dizgi yanlışlarının, Yaşar Kemal gibi bilinegelen sözcüklerin dışında, hiç alışık olunmayan sözcükleri de eserlerine katan sadece Türklerin değil, bütün dünyanın merakla okuduğu yaratıcı bir yazarın yapıtında görülmesinden rahatsızlık duydum.