Yeni Bir 2 Temmuz’a Kadar Barış!
2 Temmuz

Yeni Bir 2 Temmuz’a Kadar Barış!

A. Galip

Anadolu Selçukluları öncesi Mengücekoğullarının payitahtı (bugünkü Divriği ilçesi) ve inşa edilen kimi mimari eserleriyle UNESCO tarafından “Dünya Mirası Listesi’ne giren nadir kentlerimizden biri, Selçuklular döneminde hanları ve kervansaraylarıyla en önemli ticaret yolu, Osmanlılar zamanında vazgeçilmez bir eyalet, Cumhuriyetin kuruluş mücadelesinde karargah olan Sivas, bütün bunların yanı sıra kanlı, kara gibi uğursuz sıfatları da yüklenmiş durumda. Pir Sultan Abdal’ı, 1980 öncesi yaşanan katliamı, 1993 yılı 2 Temmuz’undaki Madımak Oteli vahşetini düşündüğümüzde bu ithamların yersiz olduğu söylenemez. Günümüze bakıldığında, tarihi tekerrürden ibaret kılmayacak, yeni vahşetlere olanak tanımayacak, Sivas’ı kara sıfatlar şehri olmaktan kurtaracak ne gibi önlemler alındığını görmeye çalıştığımızda, siyasilerin demagojik söylemlerinin dışında elle tutulur, gözle görülür bir şey bulamıyoruz.

Bilindiği gibi her yıl 2 Temmuz’da, başta Alevi, Bektaşi dernekleri olmak üzere kimi sivil toplum örgütleri, işçi sendikaları, örgütlü aydın-sanatçı girişimi, sosyalist parti ve çevreler, kerhen de olsa diğer bazı partiler tarafından anma etkinlikleri düzenleniyor. Amaç, insanlıkla bağdaşmayan bir durumun lanetlenmesi ve elbette ki tekrarlanmaması için bilinçli ve tedbirli olma çağrısı yapmak. Bu noktada kimi çevreler farklı kaygı ve çıkarlarla, deyim yerindeyse, ortalığı velveleye veriyor. Bazı siyasi kurumlarda bu velveleye çanak tutuyor. Sivas’ın kanlı bir şehir olarak anılmasını istemeyen, kentin zengin folklor birikimiyle, özellikle yetiştirdiği ozanlarıyla, evrensel değerlere sunduğu katkılarla anılmak gereğini vurgulayan, iyi niyetli hemşerilerimi ayrı tutuyorum. Ancak başka hesaplar güdüldüğü de anlaşılıyor. Çünkü niyet akla yatkın. Sivas bu kara lekeden kurtulmalı; tarihteki olumlu yeriyle, turizm ve ticaretteki potansiyelini kullanabilmesiyle yeniden canlanmalı, her yıl 2 Temmuz anma etkinlikleri Sivas’ın utancını yeniden anımsatıp ekonomik kalkınmasını baltalamamalı. İlk bakışta, anma etkinliklerine yönelik bu itirazlar masumane gibi gelebilir. Aslında masum ve akla da yatkın. Ama bir şartla…

Uzak geçmişi bir kenara bırakalım. Madımak vahşetinin nasıl örgütlendiğini de, evet nasıl örgütlendiğini de bir kenara bırakalım. Sonrasında ne yapıldı?

Önce 2 Temmuz 1993 tarihine Sivas’ın göbeğindeki Madımak otelinde olan bitenlere bir göz atalım. Fikirlerinden başka silahı, kütüphaneler dolusu eseri, onlarca tablosu, yüzlerce bestesi, Anadolu’yu Türk diyarı yapan Türkmenlerin bütün folklorik değerlerinden olan halayını, semahını çağdaş, özgün koreografiyle dünyaya sunmaya çalışan gençlerin bir otelde yakılması, otele komşu binalarda yer alan bir siyasi parti kadrolarının, birkaç kişiyi kurtardıktan sonra bu kadar yeter deyip pencerelerini kapatmaları, valinin çaresiz kalması, kolluk kuvvetlerinin müdahale etmemesi, sekiz saat süren can pazarı ve otuz yedi kişinin yanarak can vermesi sonunda dönemin başbakanının “İyi ki dışarıdaki vatandaşlarımıza bir şey olmadı.” açıklaması. Olay, en kaba hatlarıyla bu kadar net ve çıplak. Sonrası ise Sivas’ı da, Türkiye’yi de binlerce kez utanç denizinde boğmaya yetecek kadar insanlık ayıbı olmaya aday: Yargı komedyası. Bir sonraki hükümetin adalet bakanın, sanıkları ziyareti, sırtlarını sıvazlama girişimi. Utanç verici bir durum! Dahası var. Yargılama sürecinin gayri hukukiliği bir yana, adresi bulunamayan, bir türlü ele geçirilemeyen kimi sanıkların, müdahil mağdurlar tarafından, kişisel girişimlerle tespit edilen saklandığı ülkelerden iade edilmelerini engelleyecek biçimde karmakarışık “Devlet Yazışmaları”yla istendiği de ayan beyan ortada ve kamu vicdanını hala sızlatıyor.

İnsan olmanın asgari koşulunun yaşama ve yaşatma hakkına uymaktan ibaret olduğunu görmezlikten gelip ‘milli ve manevi değerler’ diye çırpınanlara ve bunların sözde mukaddesatçı siyasi önderlerini ciddiye alan halkım şu gerçeğin fazlasıyla farkında. Madımak vahşeti ilk değildi. Muradımız son olmasıdır. Bu bir mezhep hesaplaşması da değildi. Kaldı ki mezheplerde siyasi oluşumlardandır. Siyasetin ise ekonomik çıkar ilişkilerinin bir tezahürü olduğu zaten biliniyor. Ne yazık ki, hilafet, saltanat gibi taht, baht kavgası olayın, çıplak yüzünü örtüyor. İşte tarih! Yüzümüzü döndüğümüzde, Abbasi hilafeti altında, Büyük Selçuklular döneminde ayni vahşetin örnekleriyle karşılaşıyoruz. Ehli Sünnet denilen mezhepler, birbirlerini yakıp öldürmüşlerdi. Konuya ilgi duyanlar vezir Kunduri ile Nizamül Mülk dönemindeki Selçuklu dini siyasetini inceleyebilir. Fıkıh mezheplerinden olan Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezhebi mensupları Mutezile ve Eşari itikadından hangisi geçerli olmalı tartışmasından dolayı, bir süreliğine Şiileri katletmeyi bir kenara bırakıp birbirlerine girerler. Sonradan kimi vezirlerin siyaseten Eşariliğe ve Hanefiliğe meyletmeleri sorunu görece yatıştırır.

İmparatorluklar güçlenip kurumlaştıkça, kurucu unsurlarını çabucak gözden çıkarıp siyasetlerini her türlü baskı aracıyla yürütürler. Bu yüzdendir ki, Selçuklular ataları olan göçebe Oğuzları, Anadolu’ya, Rum diyarına sürerek çöküşünü geciktirebilmiştir. Osmanlılar, kurucuları olan Türkmenlere ancak yüz yıl tahammül edip daha sonra kılıçtan geçirmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti ise baştan beri diğer bazı uluslarla birlikte laikliğin, demokrasinin, çağdaşlığın garantisi olan Türkmen Alevi-Bektaşi unsurunu gözden çıkaracak kesimlerin eline geçme aşamasına gelmiştir.

Şimdi malumu ilama gelelim. Yani tarihten ders çıkarmaya. Alevilerin sayısal çoğunluğu ve oy potansiyeli ortada. Yıllardır bunu harcayan parti(ler)de biliniyor. Ama dert de, Alevilerin çözülmesini istedikleri talepleri de ortadadır. Bugün sayıları milyonlarla ifade edilen bir kesimin bırakın inançlarını ve ibadetlerini yaşamayı, geleneklerini ifade etmeye bile tahammül edilemiyor. Resmi ağızlar, Aleviliği eskisi gibi sapkınlık olarak lanse edemeseler bile dışarıdan tanımlar dayatarak, en olumlu ifadesiyle İslam’ın dejenere olmuş tasavvufi yorumu diye değerlendirip doğru yola çekmeye çalışıyorlar. Temsil ve söz hakkı tanımak istemiyorlar. Doğaldır ki, bu durum mezhep taassubunun yeniden canlanması ve başka katliamların yaşanması endişesine neden oluyor. Oysa Alevi-Bektaşi çevreler kendi içlerinde, yaşata geldikleri inanç, ibadet, gelenek ve sosyal nizamlarını derinlemesine sorgulayarak çağın gereklerine uygun yaşama formları kazanmak kararlılığını sürdürüyorlar. Talepleri ise ırk, dil, din, renk farklılığı gözetmeksizin her türden taassuba meydan vermeksizin çağdaş, laik, demokratik dengeler üzerine oturan bir gelecek perspektifidir. Siyasi alanda ise her türlü dayatmaya son verilip özellikle laikliğin uygulanmasıdır. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanetin lağvedilmesi gibi gecikmiş uygulamaların derhal yerine getirilip özgür ve eşit bir toplumsal hayata yönelişin yollarının açılmasıdır.

Öç peşinde koşmak, kan davası gütmek Alevilerin geleneğinde olmayan durumlardır. 2 Temmuz vesilesiyle Alevilere barış çağrısı yapacak her kesimin, özellikle de resmi İslam yorumcularının, söze binlerce özürle başlamaları tarihsel bir zorunluluk gereğidir. 2 Temmuz Alevilerin taleplerinin yerine getirildiği gün olmalıdır. Bunu sağlamak ise özellikle mevcut hükümette dahil olmak üzere, devletin kendisini temize çıkarması için bir vesile sayılmalıdır.

Aleviler, büyük bir endişe içerisinde kulak kirişte, yürek tedirgin soruyorlar: Yeni bir 2 Temmuz’a kadar barış, öyle mi!