Yeni Dalga Sinemasının Tek Kadın Yönetmeni Agnes Varda
Sinema

Yeni Dalga Sinemasının Tek Kadın Yönetmeni Agnes Varda

Gülser Kut Arat

Yeni Dalga 1950’li yıllarda Fransa’da ortaya çıkmış bir sinema akımıdır. Yeni Dalga Hollywood’un özellikle o dönem içerisinde dayattığı yerleşik sinema kurallarına karşı yeni bir sinema dili ortaya koyması bakımından büyük önem taşımaktadır.

 

Gerek sinemaya yeni bir bakış açısı kazandırması gerekse diğer ülke sinemalarında da benzer yeni sinemasal hareketlerin ortaya çıkması noktasında örnek olması Yeni Dalga’yı dünya çapında ses getiren bir sinema akımı haline getirmiştir. Literatüründe akımın en önemli temsilcileri olarak Jacques Daniol Valcroze,  Pierre Kast, Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer, Jacques Rivette, Jacques Demy(Agnes Varda’nın eşi), Claude Chabrol, Alain Resnais, Louis Malle, Chris Marker’in isimleri ön plana çıkmaktadır.

 

Yeni Dalga sinemasının tek kadın yönetmeni olan ve bu doğrultuda akımın dişil bir yönü olduğunu ortaya koyan Agnes Varda sineması literatürde görünmez kılınmıştır. Neden görünmez kılındığının sebeplerini belirtmeden önce Yeni Dalga akımına kısa bir göz atmak gerekiyor.

 

Yeni Dalga sinemacıları için yönetmen kişisel, tamamen kendi duygu ve düşünce dünyasından çıkan bir ürünü ortaya koyan sanatçıdır. Yeni Dalga sinemacıları, filmin senaryosunun yönetmenin kaleminden çıkması ve film yapım sürecinin her aşamasında yönetmenin bulunması gerektiği fikrini savunmuşlardır. Bu konuda örnek gösterdikleri yönetmenler ise, filmlerinin senaryolarını kendileri yazan, yapımını kendileri üstlenen ve gerektiğin de,  filmlerin de kendileri oynayan Jean Renoir ve Jean Pierre Melville’dir. Truffaut’da senaryosunun senaristlerin kaleminden çıkan filmleri, üzerinde farklı eller tarafından yapılan çalışmalar nedeniyle kişiliksizleşmesi ve politik alanlarla ilgilenmeleri dolayısıyla değerli bulmaz.

 

Yeni Dalga yönetmenleri ana akım sinemanın klasik anlatı biçimini eleştirmekte, bu anlatı biçiminin yerine modern anlatı biçiminin tercih edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Ana akım sinemadaki karmaşık hikayelere karşı durdukları için, hikâye anlatısına hikâyenin kendisinden çok daha fazla önem vermişlerdir. Geleneksel sinemadaki olayların birbirini kronolojik sıra ile izlemesi durumu ile Yeni Dalga sinemasında karşılaşmayız. Bu akımda filmin sahneleri çoğu zaman bir düzen içerisinde akmaz. Sahnelerin birbirini kronolojik bir sıra ile takip etmemesi, izleyicinin bir sonraki sahnede neler olacağına dair tahmin                   yürütmesine engel olur. Anlatının doğrusal bir düzlemde devam etmediğini söyleyebiliriz. Yeni Dalga filmlerinin bir diğer özelliği de nadir olarak belli bir sonla bitmeleridir. Akımın yönetmenleri kahramanına mutlu ya da mutsuz bir son belirlemez. Film izleyicinin baş başa kaldığı büyük bir belirsizlikle biter. Geleneksel sinemada karşılaşmaya alışık olduğumuz kesin sonlarla Yeni Dalga sinemasında karşılaşmayız. Film sona erdiğinde izleyici kendine bundan sonra kahramana ne olacağını sorar. Karamsar bir biçimde sonlandığını söylemek mümkündür. Yakın plan çekin ön plandadır. Yönetmenler yıldız oyuncuların yerine profesyonel olmayan oyuncuları kullanmayı ve çoğu zaman dostlarına filmlerinde yer vermeyi tercih etmiştir. Profesyonel oyunculara yer vermeme, İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının gelişimine katkı sağladığı gibi Yeni Dalga sinemasının gelişimine de katkı sağlamıştır.

 

Yeni Dalga Sinemasının Eril Yüzü

 

Bu sinema akımının temellerinin Fransız yönetmen Agnes Varda tarafından 1954 yılında yapmış olduğu,  La Pointe Courte filmi ile atıldığı pek çok sinema eleştirmeni ve otoritesi tarafından kabul görmekte, bu kişiler akımın ilk filmini Varda’nın gerçekleştirdiğinin altını çizmektedirler. Bu nedenle Varda, Yeni Dalga’nın büyükannesi olarak da nitelendirilmektedir. Bu akımın erkek yönetmenleri ile karşılaştırıldığında Agnes Varda sinemaya başlangıç noktasında herhangi bir hazırlık evresi geçirmemiş olmasına karşın, sinemaya uzun metraj film çekerek başlamıştır. Bu yönü sinemaya cesur bir şekilde merhaba dediğini ortaya koymakta ve dolayısıyla La Pointe Courte, Yeni Dalga özelliklerini taşıyan ilk uzun metraj film olma özelliğine sahip olmaktadır. Bu doğrultuda Varda’nın akım içerisindeki konumunun erkek yönetmenlerin konumundan farklı ve özel olduğunu belirtebiliriz. Bu farklı ve özel konumundan dolayı en az akımın diğer erkek yönetmenlerinin sinemaları kadar üzerinde araştırmalar yapılması beklenmektedir. Ancak belirtmiş olduğumuz bu nedenlere rağmen Varda,  Yeni Dalga sineması içerisinde görünmeyen bir yüze sahiptir. Truffaut, Godard, Rivette, Rohmer, Resnais gibi erkek yönetmenlerin gölgesinde bırakılmıştır. Yeni Dalga sinemasının eril bir sinema akımı olarak kabul gördüğü ortaya çıkmaktadır. Cahiers du Cinema dergisi ortaya çıktığı tarih olan 1951 yılının Nisan ayından günümüze kadar yayın hayatına devam etmektedir. Bu süre aralığında pek çok yönetmenin sineması incelenmiş, yönetmenlerin filmleri üzerine inceleme ve eleştiri yazıları kaleme alınmıştır. Bu yazıların, görsellerin dikkatle incelenmesi durumunda Yeni Dalga akımının tek kadın yönetmeni olan Agnes Varda’nın eril bir yapıya sahip olduğu düşünülen Cahiers du Cinema, dergisinin de görünmez kılan bir platform olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Sanat tarihçisi Linda Nochlin “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” başlıklı makalesin de şöyle ifade ediyor: Kadın sanatçıların büyük ya da görünür olmamaları bazı temel var sayımlara dayandırılmaktadır. Kadın sanatçılar ile erkek sanatçıların sanatlarındaki büyüklük ölçütünün farklı olduğudur. Kadınlar, sanatsal faaliyetlerinde erkek sanatçılarınkinden biçim ve anlatı özellikleri bakımından ayrılan kendilerine has bir üsluba sahiptirler. Bu farklılık durumunu ortaya çıkaran ise kadınların kendilerine özgü doğaları ve pratikleridir. Kadın sanatçıların yapı itibariyle daha içe dönük, daha kırılgan ve daha malzeme odaklı olmalarıdır. Aslında temel mesele şudur. Kadın sanatçıların kadın kimliğinden dolayı sanat içerisinde görünmez kılınması ve erkek sanatçılar gibi sanat çalışmalarında ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar,  kadın sanatçıların büyük sıfatıyla onurlandırılmamalarıdır.

 

Agnes Varda’nın akım için önemi büyük oranda akımın ilk filmini yapması, sinemaya modern anlatı biçimini getirmesi ve bu noktada diğer erkek yönetmenlere de örnek olmasından kaynaklanmaktadır.

 

Atilla Dorsay (Yönetmenler, Filmler, Ülkeler-1988) kitabında Fransız sinemasına geniş bir bölüm ayırmaktadır. Bu bölüm içerisinde Yeni Dalga sinemasını ele almakta özelliklerini, yönetmenlerin filmografilerinden örnekler vererek açıklamaktadır. Yeni Dalga’nın nasıl başladığını erkek yönetmenlerden, Roger Vadim’in Et Dieu Crea La Femmel Ve Tanrı Kadını Yarattı, akımın ilk filmi olarak göstermektedir(1956 yapımı). Agnes Varda’nın 1954 yılında yapmış olduğu La Pointe Courte filmini akımın ilk filmi olarak değerlendirmemektedir.

 

1960 yılından bu yana sinema eleştirmen ve tarihçileri Yeni Dalga akımının kurucusunun Agnes Varda akımın ilk filminin ve yönetmeni La Pointe Courte olduğu konusunda hem fikir olmuşlardır.

 

Varda, bu akımın erkek yönetmenleri gibi çocukluk yıllarından itibaren filmlerden değil, resimden tiyatrodan ve şiirden beslenmiştir. Gerçek ismi Arlette Varda olan Fransız kadın yönetmen, 30 Mayıs 1928 tarihinde Belçika, Brüksel’de dünyaya gelir. Annesi Fransız, babası ise Yunan’dır. 1940 yılında patlak veren savaş, Varda ailesini Fransa’nın güneyine göç etmek durumunda bırakır. Gençliğini Sete’de geçirir. 1954 yılında çektiği ilk filmi yine Sete’de çekmiştir. Bir süre sonra Paris’e taşınır. Louvre okulundan mezun olur. Vaugirard okulunun Fotoğrafçılık Bölümünden bakalorya diplomasını alır. 1948 yılında Avignon festivali sırasında Jean Vilar’ın fotoğrafçılığını yapar. Bunun yanı sıra 1954 yılında Çin ve Küba’da fotoğraf konulu pek çok röportaj gerçekleştirir. Aynı yıl hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmadan sinemaya yönelir. Ve yıllar boyu uzun metrajlı film çekimlerine devam eder. 2003 yılında fotoğrafçı ve sinemacı kimliğinin yanına heykel sanatçısı kimliğini de ekler.

 

Yeni Dalganın erilleştirilmeye çalışılan yapısı içerisinde kendi dişil konumunu normal olarak tanımlamaz. Akım içerisinde tek kadın yönetmen oluşuyla bir yabancılık duygusuna kapıldığını ancak bu yalnızlık ve yabancılaşma hissini, sanatın diğer kollarındaki kadın temsilcilerinde de ortaya çıktığını göz önüne alarak yenmeye çalışmıştır. Erkek yönetmenler arasında kendisini küçük, önemsiz yalnız bir kız çocuğu gibi hissettiğini, bu duyguyu anomali olarak adlandırdığını anılarından öğreniyoruz.

 

Agnes Varda’nın tüm arzusu, kadın ya da erkek olarak değil, yalnızca bağımsız sinema yapabilmektir. İlhamını edebiyattan almayan bir sinema yaratma fikrini savunur. Bu doğrultuda kendi senaryosunu kendi yazar, filmlerinin yapımcılığını üstlenir ve yönetmenliğini yapar. Varda sinemasının toplumu yansıttığını, toplumsal olandan beslendiğini ve bu ölçüde de bireye dokunduğunu söyleyebiliriz. Yaşanan dönemde ön plana çıkan olaylara kamera tutarak bu olayları kendi bakış açısı ile yorumlamaktadır. Bunun en önemli örneklerinden biri 1970’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Dalga Feminizm hareketinden etkilenerek, L’une Chante L’autre Pas filmini yapmasıdır. Kadının toplumsal rolünün iyileşmesine yönelik feminist duyarlığa sahip bu filminde toplumsal olaya dair öznel fikirlerini kamerası aracılığı ile söyler.  Sinemasında dikkat çeken diğer bir özellik de yönetmenin sık sık film içerisinde dış ses olarak yer almasıdır. Pek çok filminde, belli durumları kendi sesinden anlatmayı tercih etmektedir. Varda’nın karakter seçiminde daha çok Fransa’da yaşanan 68 olaylarından sonra, 1980’li yıllardaki sıra dışı tutumlarına tanıklık etme ve tüketim endüstriyel rahatlık yüzünden körleşen toplumdaki aksaklıkları gösterme eğilimi ağır

 

Agnes Varda Filmografisi

 

Filmografisi incelendiğinde kısa metraj filmleri, uzun metraj kurmaca filmleri ve bunun yanı sıra belgeselle kurmacayı iç içe geçirdiği filmleri ile yaratıcı bir kişiliğe sahip olduğu dikkat çekmektedir. Yeni Dalga’nın ilk filmi olarak akım kapsamında özel bir konuma sahip olan La Pointe Courte’ dur. Film gelecekleri üzerine konuşmak üzere erkeğin büyüdüğü köye gelen ve birbirlerinden ayrılmak üzere olan bir çiftin öyküsüdür. Balıkçı köyündeki gündelik yaşamlar üzerine belgesel türünde sahneler ile harmanlanan bir film denemesi olarak sinema tarihinde yerini alır.

 

Geleneksel sinemada kadın evine bağlı, duygusal erkeğin himayesine ve korumasına muhtaç şekilde temsil edilir. Bunların yanı sıra kadın, eril bakışın arzularının cinsel nesnesi olarak konumlandırılır. Bu bağlamda Agnes Varda’nın sinemasından dört örnek filmi seçerek Varda sinemasında kadın temsilinin nasıl yapıldığına bakmalıyız.

 

  • Cleo De 5 A 7.(Beşten Yediye)

 

Agnes Varda’nın 1962 yapımı filmidir. Bu filminde Varda, Cleo isimli şarkıcının 1961 tarihinde on yedi ile on dokuz saatleri arasında geçirdiği iki saatine kamera tutar. Filmde Cleo’nun geçirdiği zaman gerçek zamandır. Kanser hastası olduğunu öğrenen şarkıcının hastalığıyla ilgili bazı testler yaptırmış ve bu testlerin sonucunu beklerken geçirdiği iki saate odaklanıyoruz. Filmin ilk 25 dakikasında bakılan konumundadır. Kamera bu noktada Cleo’nun nesnelleşmesine, cinsel arzu nesnesine dönüşmesine hizmet etmektedir. Önceleri öznelliğini güzelliği, bakımlı ve sağlıklı oluşu ile kazanabileceğini düşünen Cleo, çevresini gözlemledikten sonra bunların geçici olduğuna kanaat getirir. O noktadan sonra filmin başından itibaren gördüğümüz peruğunu çıkarır. Bu davranışı Cleo’nun öznelliğe ilk adımı olarak okunabilir. Bu filmde Cleo’yu bakılan konumundan, bakan konumuna geçmek isteyen bir kadın olarak görürüz. Cleo’nun öznelliğini keşfetme sürecinde göstermiş olduğu gayret, genel olarak ana akım sinemadaki kadın karakterde rastlayamayacağımız bir durumdur. Varda sinemasında kadının kendi gayreti ile kendini gerçekleştirebileceğinin vurgusunu yapmak istemiştir

 

  • Le Bonheur (Mutluluk)

 

Yönetmen filminde François’yi iyi bir işçi, iyi bir baba ve iyi bir eş olarak göstermektedir. İzleyici de buna inanmak zorunda kalmıştır. François yalnızca mutluluğuna biraz daha mutluluk katmak isteyen iyi bir adam olarak temsil edilmektedir. François’in hayali hem sevgilisi Emilie, hem de eşi Therese ile birlikte olmaktır. Ancak Varda buna müsaade etmemiştir. İki kadın arasında François için bir aşk rekabeti yaşanmamıştır. Aksine evinde terzi olarak çalışan Therese intihar ederek sessizce ölmeyi tercih etmiştir. François ikisiyle bir arada yaşama şansını kaybetse de, sonunda istediği mutluluğa erişmiştir. Filmin toplumsal cinsiyet normlarına karşı bir söylem oluşturduğu görülür. Öyle ki kadın filmde düşüncelerini ve erkeğin arzularına karşı koyabilme hakkını yüksek sesle söyleyebilmesi konusunda cesaretlendirilir.

 

  • L’une Chante L’autre Pas (Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor)

 

1977 yapımı olan bu film iki kadının Pauline ve Suzanne’in gençlikten yetişkinliğe geçişindeki on yıllık bir süre içinde ele alır. Bir kürtaj sırasında tanışan iki kadının evlilik, çocuklar, intihar denemeleri, mesleksel kaygılarla geçen yıllarını anlatan bir kadın filmiydi. Film metninin ve Pauline’in ifade etmek istediği kadının bebek sahibi olma sürecinde edilgen değil etken olması gerektiğidir. Hamile olmanın kadının takdirinde olması durumunda güzel bir deneyim olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca hamilelik sürecinde yaşanan değişimi hissetmenin kadını mutlu ettiği vurgulanmaktadır.

 

  • Sans Toi Ni Loi(Yersiz, Yurtsuz)

 

Sinemada serserilik denince akla iki şey gelmektedir. Bunlardan ilki yürümek yani yürüyerek yer değiştirmektir. İkincisi ise insanın özüne dönmesidir. Agnes Varda sinemasında çokça görmüş olduğumuz bu amaçsız yürüyüşlerden biri de bu filmde görülür. Mona’nın adımlarından oluşan bir filmdir.1985 yapımı bu filmi yönetmen kendisine bir jandarma tarafından anlatılan bir hikâye üzerinden gerçekleştirmiştir. Hikâyeye göre, bir elma ağacının altında soğuktan donmuş bir halde genç bir adamın cesedi bulunmuştur. Yönetmen nasıl olurda bir insan yirminci yüzyılın ortasında soğuktan donarak ölebilir fikrinden hareket eder. Filmde genç bir kadın olan Mona ölümüyle birlikte ne önünde ne ardında hiçbir şey bırakmamıştır. Kimliği yoktur. Aileden, belli bir soy ağacından yoksundur. Çünkü ne geçmiş yaşamı ne de ailesi belli değildir. Sadece yalnızdır hepsi bu. Mona baştan sona bir bilmece olarak yaşamış ve öylece de ölmüştür. Hakkında hiçbir şey bilinmez. Kadın kahramanına diğerlerinin bakışından kaçma, ondan uzaklaşma isteği vermektense, ona şehrin ortasında serbest bir biçimde hareket edebilme özgürlüğü verir.  Pek çok yol filminde yer değiştirme, hareket etme ve dolaşma özgürlüğüne sahip olacak erkek kahramanlar yaratmaktansa kadın kahramanlar yaratmayı tercih etmiştir.

 

Sonuç olarak Agnes Varda sineması, Yeni Dalga sineması literatüründe görünmeyen bir sinemadır. Yeni Dalga akımının eril bir yapıya bürünmesine neden olmaktadır. Oysa akım içerisinde bu şekilde görünmez kılınan Varda gerek toplumsal olana dokunması, gerekse yeni bir sinema dili oluşturma yönündeki arayışı ile sinemaya yeni bir soluk getirmiştir. Yeni Dalga gibi dünya sinema tarihinin en önemli akımlarından birinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 2019 yılında 90 yaşında yitirdiğimiz Agnes Varda’nın açtığı bu yolda kadınlar tarafından yapılan bir sinemanın alternatif olabileceğini görüyoruz, umutla aşkla doluyoruz.

 

 


KAYNAKÇA

1-  BÜYÜKBAŞ Seher, Agnes Varda Sineması, Akademisyen Kitabevi, 2021

2- DORSAY Atilla, Yönetmenler, Filmler, Ülkeler,  Varlık Yayınları,1986